Yıldıray Oğur

Merkez Sağ’daki muhayyel boşluk

Merkez sağ ordu ile halk arasında tarihsel bir tampon bölge, aracı ihtiyacının sonucuydu. Artık öyle bir ihtiyaç kalmadı. Yani merkez sağda doldurulması beklenen büyük bir boşluk yok. Bundan sonra merkez sağ gibi bir pozisyon ancak halkın ya da halkın önemli bir kısmının yine temsil edilememesiyle, devlet ve halk arasında yeni çatışmalarla ortaya çıkabilir.

“ Abdülhamit’in Yıldız Sarayı’nda kadrolu primadonna, bas, tenor vardı”

Arturo Stravolo, 90 yaşında 17 Nisan 1955’de İstanbul’da vefat etti. Feriköy'deki Latin Katolik Mezarlığı'na defnedildi. Uzun yıllar bir daha kimse ondan ve ailesinden bahsetmedi. Zaten onun Yıldız Sarayı'nda 15 yıl Abdülhamit ile geçen hayatı ne Kızıl Sultan ne de Ulu Hakan mitlerine pek uymuyordu.

Peki bu hikayedeki kötü adamlar kim?

David Brooks'un Amerika için yaptığı cesur özeleştirileri Türkiye için de yapmamız gerek. Nasıl oluyor da ekonomik krize, enflasyona, iktidar tarafından sürekli hırpalanmalarına, Devlet Tiyatroları’nda bile iktidarı kaybetmelerine rağmen hala şehirli seküler kesimlerin kültürel üst sınıf kibri, dindar iktidar çevrelerinin ekonomik üst sınıf kibrinden daha fazla insanlara batıyor, bir çeşit sınıf kinine, öfkeye neden oluyor?

Haftanın en heyecanlı gelişmesi…

Geçen haftanın siyaseten en ilginç haberi Erdoğan’ın bu yıl ikinci kez tatile çıkmasıydı. Çünkü Cumhurbaşkanı görünen o ki son 20 yılın hatta tüm siyasi hayatının en rahat günlerini yaşıyor. Peki bu rahatlık Türkiye’yi de rahatlatabilir mi?

Sümela Manastırı için Atatürk’ün verdiği izin

Ağustos 1923’de Lozan Mübadelesi nedeniyle manastırdan göç eden son papazlar yolda başına bir şey gelmemesi ya da bir gün geri gelme ümidiyle Sümela’yı asırlar boyu bir hac merkezine çeviren üç kutsal emaneti, manastır yolu üzerindeki Aziz Barbara Şapeli’ne gömmüşlerdi. 1931 yılında o gömülü kutsal emanetlerin çıkarılması için Yunanistan Başbakanı Venizelos Türkiye'den izin istedi. İznin altında doğduğu şehir, Yunanistan'ın eline geçmiş, 8 yıl önce Yunan ordularıyla savaşmış Atatürk'ün imzası vardı.

100. yılında Türkiye’ye yönelik en büyük tehdit ne?

1000 yıllık imparatorluk bakiyesi, 100 yıllık cumhuriyetin karşılaştığı en büyük tehdit asimilasyona dahi hazır, kimliksiz, çaresiz mülteciler olmasa gerek. Herhalde bunu en iyi içinde eski MİT Müsteşarı ve eski Genelkurmay Başkanı’nın da olduğu bu hükümet biliyordur. En azından siyaset yapmak zorunda kalmadıkları anlarda, ülke yönetimiyle ilgili kararlar verilen dar toplantılarda bunu daha rahat konuşuyor olmalılar. Ya Cumhuriyetin 100. Yılında Türkiye’nin karşı karşıya olduğu “en büyük tehdit” kalmadıysa?

Cuma’dan Pazar’a nasıl gelmiştik?

Türkiye, ilk resmi tatil günüyle Cumhuriyet’le tanıştı. 1924’deki kanunda tatil günü olarak “milleti teşkil eden anasırı asliyenin Müslüman olması” nedeniyle Cuma günü seçilmişti. Kanun teklifini verenlerden biri olan Şükrü Kaya, 11 yıl sonra bu kez İçişleri Bakanı olarak kürsüye çıktı ve eleştirilere karşı yeni tatil kanununu savundu. Artık resmi tatil günleri Cumartesi ve Pazardı. Nihayet 2016’da çıkarılan genelgeyle Cuma günleri Cuma namazı saati memurlara tatil edildi. Yani ortada bir sorun kalmadı.

“Hidrojen bombasını anlatmışsın, tam anlamadım”

1966 yılında Washington’daki Dışişleri Bakanlığı’yla aldığı gizli bir ihbarı paylaşan ABD Büyükelçisi Parker T. Hart’ın telgrafının başlığı; “Atom silahları geliştirmeye Türklerin ilgisi”ydi. Telgrafta atom silahını geliştireceği iddia edilen ODTÜ’lü fizikçinin adı abisiyle karıştırılmıştı: Erdal İnönü.

Oppenheimer filminin devamı: Nükleer bombalar Türkiye’de…

Türkiye 70 yıldır Oppenheimer’ın icat ettiği nükleer bombalarla yaşıyor, Türkiye’nin son 70 yıllık hikayesi soğuk savaş ve nükleer silahlanma mücadelesi olmadan yazılamaz. Ama soğuk savaşın cephe ülkesinde bu yakın tarih bugüne kadar sansürsüz, açıkça konuşulmadı, arşivler ortaya çıkmadı. Bu da sadece konuya uzun bir giriş yazısı. Ama merak etmeyin; oppenheimer’ı henüz izlememiş olanlar için spoiler yok. Çünkü tüm bunlar filmin kapanış jeneriğinden sonra yaşandı.

100 yıldır gereği yerine getirilememiş Lozan’ın gizli olmayan iki maddesi

Gizli değil, açık, aleni, 100 yıl önce bütün dünyanın gözü önünde altına imza atılmış Meclis’te kabul edilmiş, 100 yıldır herkesin ulaşacağı bir mesafede duran Lozan Anlaşması’nın 38 ve 39’uncu maddeleri bunlar. Üzerinden 100 yıl geçtiği için belki hatırlamak zor olabilir.

Hürriyet Bayramın kutlu olsun Roni..

Roni’nin 1908 ve İttihatçılara merakının sebebi ne olabilirdi? Aslında Roni, 1908’e de “Yetmez ama evet” demişti. 1908’de İttihatçılara destek vermek, 2010’larda AK Parti’ye destek vermek, 2023’de CHP’ye destek vermek bir riskti. “Yetmez ama evet”lerin sonu hayal kırıklığı, mahcubiyet olabilirdi. Ama aksi durağan tarih içinde ender sıçrama anlarına kayıtsız kalmak olurdu. Siyaset yapmak değişimi izlemek yerine, onu teşvik etmek, yönünü belirlemeye çalışmaktı. İronik bir biçimde toplumların aslında yavaş yavaş ilerlediğine, her ileriye doğru adımın bir fırsat olduğuna inanan evrimci bir devrimciydi. Son ana kadar tebliğ ettiği sosyalizmden anladığı da ihtimallere ve insanlara bu açıklıktı.

Doğu’nun çifte standartları

Gökkuşağı dekoru yüzünden öğretmenleri işsiz bırakan LGBT karşıtı gazeteler bu milli sevince bir şerh bile düşmek istemeyecekler. Zayıf, başarısız olan LGBT’lilerin tepesine binmeye devam edip, güçlü, başarılı LGBT’lileri kutlayıp, sultan olarak alkışlayacaklar. Yıllardır Bülent Ersoy’u Beştepe’de ağırlayıp, LGBT hakkını savunan iki kırık cümle için genç şarkıcıların konserlerini iptal ettirdikleri gibi. İşte buna da çifte standart diyoruz. Bu kez Batı’nın değil, Doğu’nun çifte standardı bu.

Kemerlerinizi sıkın, Türkiye Yüzyılı başladı

Olgun insanlardan beklenen bahanelerin arkasına saklanmadan seçimlerde verdikleri kararların arkasında durmalarıdır. Çünkü olgun insanlar aldıkları kararların sonuçlarına da katlanır. Demokrasilerde diğer olgun insanlara da buna katlanmak düşüyor. Türkiye Yüzyılı başlamış görünüyor ama kötü haber bunun için sadece kemerlerinizi takmanız yeterli değil, kemerlerinizi sıkmanız da gerekiyor.

Kimsenin aklına gelmemiş orijinal bir fikir: Tarikatları kapatmak

Tarikatları bitiremez, devlet gücüyle kapatamazsınız. Atatürk’ün bile yapamadığını siz yapamazsınız. Denendi ve olmadı.

Bu sesler, bu sözler bizim değil mi?

Özkan Uğur’un ardından yeniden dolaşıma giren MFÖ’nün eski kayıtları, videoları arasında en dikkat çekici olan 1988 yılında Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil etmeye giderken TRT’nin çektiği görkemli klipti.Klip, bugüne kadar kimsenin çıktığı görülmemiş Topkapı Sarayı’nın Adalet Kulesi’nin balkonunda başlamış, o günlerde müze olan Ayasofya’nın içinden devam etmişti. O şarkıyla Eurovision’a katılmak o yıllar için büyük bir cüretti.

Paris’te gazetecilik de bir başkadır

Paris’te aşk gibi özgür gazetecilik de bir başka yaşanıyor. Aslında gerçek bir tatil bu. Birkaç günlüğüne de olsa ülkeden uzaklaşıp Paris’te muhalifliğin, ifade hürriyetinin, gazeteciliğin, protesto hakkının keyfini çıkarıyorsun. Ne de olsa Paris’te Fransız polisini eleştirmek, protestocuları tutmak, “iç savaş”, “savaş gibi”, “turistler şehri terk ediyor” demek, Fransa’nın sömürgeci geçmişinden girip, Fransızların kibrinden, Macron’un ırkçılığından çıkmak serbest. Bunları bilmek ne büyük konfor ve güvence.

Zeki Demirkubuz haklı mıydı?

Yönetmen Zeki Demirkubuz’un Ekim 2012’de attığı o meşhur tweet bu aralar yeniden çok popüler: "Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum.” Tweet, büyük umutlarla girilen seçimin ardından ülkenin yüzde 48’inin içine düştüğü ülkeye ve siyasete dair, yeis, umutsuzluk, bıkkınlık hislerine tercüman oluyor. Ama belki de bu tweet bir bıkkınlık değil de bir farkındalıktı?

Milli mutabakatla tutuklanmasına…

İktidar cephesi zaten uzun süredir hoşuna gitmeyen fikirlerin tamamını ceza kanununa uydurup, gözaltına aldırmayı, tutuklamayı bir güç gösterisine çevirmişti. Ama bu kez İYİ Partililer de Yanardağ’ın linç kampanyasında en önlerde koştular. Muhaliflerin bazılarının zannettiği gibi üzerlerinde devletini-vatanını çok seven zırhı yok, linçlerde en önde koştuğunuzda size iki can hakkı verilmeyecek, sizi “alın şunu gözaltına” düzeninden vatan-devlet aşkınız kurtarmayacak.

İYİ Parti’nin CHP sorunu

İYİ Partililerin seçimlerdeki başarısızlığa hızlı bir cevabı var: “CHP ile ittifak yapıldığı, HDP dışarıdan ittifakın adayını desteklediği için.” Peki, gerçekten de bu hızlı cevap doğru mu? CHP ile ittifak mı İYİ Parti’nin muhafazakar, milliyetçi, merkez sağcı kimliğini gölgede bıraktı? Yoksa mesele İYİ Parti’nin kendi kimliğinde mi?

Hıncını gökkuşağından çıkarmak…

Bir zamanlar yeşil-kırmızı-sarı paranoyasına dönen gökkuşağı renkleri paranoyası, aslında siyasette ılımlı bakanlar kurulu, ülkeyi fakirleştiren faiz önyargılarını bırakıp rasyonel politikalara zorunlu dönüşler yaşanırken, sosyal hayatta ve medyada özgüven patlamasına neden olan seçim sonuçlarıyla yaşanan sertleşmenin sadece bir veçhesi. Seçimlerden bu yana üzerine mağdurlar odun gibi atıldıkça harlanan bir linç ateşi yanıyor.

Sessizce patlayan bir skandal

2022 Temmuz’unda Meclis’ten oy birliğiyle geçen kanuna karşı, kanundan hareketle hazırlanan yönetmeliğin uygulanmaya başlanacağı Ocak 2023 öncesi büyük bir karşı lobi çalışması başladı. Önce Eylül 2022’de Meclis’te oy veren ve bakana helal olsun diyen CHP, e-ticaret kanununun iptali için başvuru süresinin bitimine üç gün kala Anayasa Mahkemesi’ne gitti. CHP’li 52 milletvekilinin imzasını taşıyan başvuru için üç dilekçe verdi. Son dilekçeyi başvurunun son günü AYM’ye ulaştırdı. Yönetmeliğe karşı Kasım 2022’den itibaren ise bu kez medyada eşzamanlı bir kampanya başladı. Habertürk, Aydınlık, Cumhuriyet ve Türkiye gazetelerinde haber ve köşe yazılarında e-ticaret yasasının zararları ile haberler yazılmaya, ekonomi, e-ticaret gibi konularda yazı yazdığı görülmemiş köşe yazarları art arada teknik ayrıntılarla dolu yazılar yayınlamaya başladılar.

Süleymanpaşa’nın neden umurunda olmadı?

Melek Mosso konserini yapan Tekirdağ'ın üç AK Partili ilçe belediyesinden biri olan Süleymanpaşa'yı AK Parti 2019'da 1000 oy farkla kazanmış. Son Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise ilçede Kılıçdaroğlu yüzde 64 almış. Yani özetle; Kiraz Festivali’nde ilan edilmiş konseri sosyal medya tartışması için iptal etmek gibi ideolojik sekterlikler yapılabilecek bir yer değil Süleymanpaşa. Analizcilerin streotype Türkiye’sinde Süleymanpaşa diye bir yer olmaması gerekirdi. Ama var. Ve tekil bir örnek de değil. Türkiye'de seçimlerin sonuçlarını sarı ve kırmızılar değil, fikirlerini değiştirebilen seçmenlerin yaşadığı bu yerli "swing state"ler belirliyor.

“Türkiye’ye çok kırılmış” bir Merkez Bankası Başkanı

2001 yılından bir gazete birinci sayfası. Ekonomik kriz Türkiye’yi vurmuş. IMF acı reçetesi uygulamada.Gazetenin birinci sayfasında boydan bir resmi konmuş 21 yaşındaki başarılı genç kızı ise o habere kadar sadece yakınları, hocaları ve arkadaşları tanıyordu. “Türk, Övün, Çalış, Güvenme” başlıklı haberde bahsedilen üniversite birincisi genç kız 300 dolarlık bilet parası bulamamaktan, ücretsiz staja kabul edilememekten şikayet ediyor. O kızın 22 yıl sonra MB Başkanı olacağına kim inanırdı?

Yeni kabineden umutlanmak neden ayıp değildir?

Bu kınanacak eksik bir muhaliflik, nefsine yenik düşmek, düşman saflarına geçmek değil, sadece insani bir hayatta kalma güdüsü, hatta bağnaz olmayan, Yetmez Ama Evet diyebilen rasyonel bir seçmen davranışı. Dün Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin değişimine kredi açmak ne kadar ayıp değilse, bugün seçim kazanmış iktidarın yenilenmiş kabinesinden umutlanmak da ayıp değil. Bu kadarlık umuttan kimseye zarar gelmez.

Bir nüfus sayımı nasıl kazanılır?

Peki nasıl yapıyor da Erdoğan, farklı ittifaklar ve farklı ideolojik mesajlarla her seferinde yüzde 50’yi yanına çekebiliyor? Cevabı basit: Çünkü her seferinde seçimi CHP ve CHP’li ittifaka karşı bir nüfus sayımına çeviriyor. Peki o zaman seçimlerdeki sonuç kaçınılmaz mı? Ya da bir nüfus sayımında nasıl kazanılır? Tabii ki çok çocuk yaparak değil. Ama nüfusunu artırarak…

Montajsız, ham görüntüler…

Yüzyılın depreminde yıkılan şehirlere, 50 bin kayba, dünyanın en yüksek beşinci enflasyonuna, son 21 yılın en batık haldeki Merkez Bankası’na, parti-devlete doğru giden bir demokrasiye, AİHM kararlarını mı bile takmayan bir hukuk düzenine rağmen iktidar iki seçim kampanyasını tek bir propagandayla tamamladı: “Teröristler” Üstelik terörün son 40 yılda hayatımızda en az olduğu bir dönemde. Peki kim haklı? Erdoğan mı? Kılıçdroğlu mu? Bunun için 2002-2023 arasında üçüncü bir isme kulak kabartmak gerek. Kılıçdaroğlu'nun üniversite arkadaşı, Erdoğan'ın ortağı Devlet Bahçeli'ye...

Ya ümmetin Türkiyeli evlatları?

Erdoğan’ı her şeye rağmen desteklemeye devam eden İslamcıların son tutundukları dal mülteci meselesindeki tavır. Ama uzun süredir bu ahlaki üstünlüğü, ülkedeki neredeyse bütün alanlardaki haksızlıklar, adaletsizlikler ve kötü yönetimin üzerini kapatan bir şal gibi kullanıyorlar. Halbuki Türkiye’de ümmetin sadece Suriyeli ve Afgan evlatları yaşamıyor. Türkiye’de bir de ümmetin 80 milyon Türkiyeli evladı yaşıyor. Türkiyelilerin meselelerinden kaçmanın yolu Suriyelilerin haklarını savunmak değildir.

Sahiden öyle mi oldu?

Seçimden sonra şöyle bir rakamlara bakarak bir haftadır neredeyse doğruluğundan şüphe edilmeyen tespitler var: “Milliyetçilik yükseldi”. “Mülteci karşıtlığı oy getirdi.” “DEVA, Gelecek, Saadet CHP’ye hiç oy getirmedi.” Ve tabii geleneksel “liberaller yanıldı” Galiba bu analizler CHP genel merkezinde de epey popüler. Rakamlarla herkesin kendi doğrularını meşrulaştırması mümkün. Ama böylece kendini kandırmak da mümkün. Peki bu analizler rakamsal olarak doğru mu?

Gidemeyenlerin ülkesi….

Başlık Gülay Göktürk’ün 1999 yılında yazdığı meşhur yazıdan. 28 Şubat’ın baskılarından, başörtüsü yasaklarından bıkmış ama imkanı olmadığı için ülkeden de gidemeyenler için “Gidemeyenlerin Ülkesi” yazısını yazmıştı. Bu seçimden sonra aldığım mesajlar ve gördüklerim gidemeyenlerin ülkesinde rollerin bir kere daha değişmiş olduğunu gösteriyor.

Mümkün mü?

Türkiye’de seçimler partilerin katıldığı ama sonunda bir şekilde Erdoğan’ın kazandığı bir spora dönmüş durumda. Reisçilik Türkiye’nin artık sadece siyasi değil, sosyal bir gerçeği. Muhalefet bu 15 günde en çok bu hayalkırıklığı hissiyle mücadele edecek. Ama seçimden muhalefetin çıkaracağı en yanlış ders bu mahalleleri aşmayı amaçlayan ittifak siyaseti yerine daha fazla kendi mahallesine doğru kapanmak olur.