Ana SayfaDış HaberÇEVİRİ | Gazze’de yaşayan Musab Ebu Taha, New Yorker’a yazdı: Benim...

ÇEVİRİ | Gazze’de yaşayan Musab Ebu Taha, New Yorker’a yazdı: Benim Gözümden Gazze

Bir sinek sesi duyuyorum. Oturma odasında sıkışıp kalmış gibi duruyor. Onu kovmanın pek bir anlamı olmasa da pencereyi sonuna kadar açıp perdeleri kenara çekiyorum. Fakat sonra aniden bir patlama beni geriye püskürtüyor. Yer sarsılıyor, ev sarsılıyor, kalbim sarsılıyor. Kitaplar raflarından devriliyor. Kanepeye dönüyorum. Telefonumdaki bildirimler son dakika haberlerini paylaşıyor: "Beit Lahia'da iki büyük patlama. Ayrıntılar yakında." Sineğe ne olduğunu merak ediyorum. Belki de ikimize de bir uyarıydı bu patlama: Kımıldamayın. Aklımdan geçen bir fikir beni rahatsız ediyor ve bu fikri kafamdan atamıyorum. Ben de haberlerde bir istatistik mi olacağım yoksa? Radyoda kendi adımı duyarken öldüğümü hayal ediyorum.”

Günlerden 12 Ekim Perşembe ve ailemin evinin bulunduğu Gazze’nin kuzeyindeki Beit Lahia’da gökten kağıt parçaları yağıyor. Her bir kağıdın üzerinde İsrail ordusunun amblemi ve bir uyarı bulunuyor: Hamas’ın askeri alanlarından ve militanlarından uzak durun ve evlerinizi derhal terk edin!

Aşağıya indiğimde annem, babam ve kardeşlerimi çantalarını hazırlarken buluyorum. Yerel okullar, birçoğu BM’nin Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı tarafından işletiliyor, buralar çoktan yerlerinden edilmiş ailelerle dolmuş durumda. Fakat amcam annemi arayarak, Gazze’deki mülteci yerleşimlerinin en büyüğü olan ve on binlerce insana ev sahipliği yapan Jabaliya kampında, karısının ailesinin yanında kalabileceğimizi söylemiş.

Eşim, baldızım, annem, kız kardeşlerim ve çocuklarım oraya arabayla gideceklerdi. Ağabeyim, kayınbiraderim ve ben bisiklet ile gidecektik. Yolda giderken taşıyabildikleri her şeyle yürüyen düzinelerce aile gördük. İsrail yakında kuzey Gazze’de yaşayan bir milyondan fazla kişinin bölgeyi derhal boşaltmalarını emrini verecekti. Bu BM’nin “imkânsız” olarak nitelendirdiği bir durumdu.

Aynı akşam, saat 8:30 civarında, bir patlama sığındığımız daire içinde birden parladı. Odanın her köşesi tozla dolmuştu. Kulağıma en az patlama kadar yüksek sesli çığlıklar geliyordu. Dışarı çıktım ama güçlükle yürüyebiliyordum çünkü yollar taş ve inşaat demiriyle doluydu. Yaklaşık elli metre ötede kayınbiraderimin arabası yanıyordu. Yakınlarda bir evin yandığını gördüm. Artık duvarı olmayan binanın kenarından sarkan ikinci katta, yaralı bir kadın ve kucağında hareketsiz bir çocuk görüyorum.

Jabaliya’daki evler o kadar küçükler ki sokak adeta oturma odanız haline geliyor. Komşunuzun ne konuştuğunu duyuyor ne pişirdiğini anlıyorsunuz. Sokakların genişliği çoğunlukla bir metreden azdır. Kamptaki iki günün ardından cumartesi sabahı evimizde yiyecek ekmek kalmamıştı. İsrail Gazze’nin elektrik, gıda, su, yakıt ve ilaca erişimini kesmişti. Fırınları arıyordum ama her birinin önünde yüzlerce insan kuyrukta bekliyordu. Çatışmaların başlamasından iki gün önce biraz pide aldığımızı hatırlıyorum birden: Ekmekler Beit Lahia’daki buzdolabımızda kalmıştı.

Evimize gitmeye karar veriyorum ama karıma ya da anneme söylemiyorum çünkü onlar bana gitmememi söyleyecek, yapma diyeceklerdi. Bisiklet ile eve yolculuğum on dakika sürüyor. Sokakta sadece karşı yönde yürüyen, giysi, battaniye ve yiyecek taşıyan insanlar var. Mahallede misket ya da futbol oynayan çocukları görememek gerçekten dehşet verici geliyor. Burası benim mahallem olamaz diye düşünüyorum kendi kendime.

Evimin önündeki ana caddede giderken korkunç görüntülerden biriyle karşılaşıyorum. Eskiden çocuklarımı götürdüğüm, meyve suyu ve bisküvi aldığım dükkan darmadağın hale gelmiş. Bir zamanlar dondurma saklanan o dondurucu şimdi molozla dolmuş. Patlayıcı ve biraz da et kokusu alıyordum.

Daha hızlı sürüyorum. Sola dönüyorum, evime doğru…

Ben de bir kampta, Gazze Şeridi’ndeki sekiz kamptan biri olan Al-Shati mülteci kampında doğmuştum. İkinci Filistin ayaklanmasının başladığı 2000 yılında ailem Beit Lahia’ya taşınmaya karar vermişlerdi. Evimize vardığımızda ne bir penceresi vardı ne de yerleri fayansla döşeliydi. Mutfaktaki ve banyodaki su boruları ise açıkta duruyordu.

2010 yılında babam kredi çekerek yandaki araziyi satın aldı. Annemle birlikte meyve ağaçları (guava, limon, portakal, şeftali ve mango) ve çeşitli sebzeler diktiler. Hobi olarak bahçede tavuk, ördek, tavşan ve güvercin yetiştirmeye başladılar.

2015’te evlendikten sonra oturduğu daireyi ailemin evinin üzerine inşa ettim. Eşim ve ben yatak odamızın penceresinden İsrail sınırını görebiliyorduk. Çocuklarımız komşularımızın zeytin ve limon ağaçlarını görebiliyordu.

2021 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki burs programından döndüğümde, ailem dairemizi cömertçe yenilemişti. Yeni tabaklar, bardaklar, halılar ve bir çalışma masası almışlardı. Dönerken getirdiğim tüm kitaplar için raflar yaptırmışlardı. Tavanı da sevdiğim bir desenle boyatmışlardı. Ortada büyük kahverengi-sarı bir yıldız ve etrafında küçük üçgenler, daireler ve bir gökkuşağı vardı. Şekiller ve renkler, bir binanın aynı katını paylaşan yabancılar gibi birbirini kucaklıyor ve bir arada yaşıyor gibi hissettiriyorlardı. Bunu gördüğüm an, ailemin beni ne kadar çok sevdiğini anladım.

Oturduğumuz bu sokağa geldiğimde buradaki tek kişi olmayı bekliyordum. Binaya yaklaştığımda komşumuz Jaleel’i görünce şaşırdım. Bir elinde sigara, diğerinde sulama kabı vardı. Çilek fidelerini sularken bana karısının ve baldızının içeride çamaşır yıkadıklarını, su şişelerini doldurduklarını ve plastik torbalara yiyecek doldurduklarını söylüyordu. Jaleel ve ailesi bir okulda barınıyordu. Okulda ne temiz su vardı ne de temiz bir tuvalet. Ama orada kalmaktan başka seçenekleri de yoktu.

Oturduğum binanın hâlâ yıkılmamış olduğunu görünce rahatlamıştım. Merdivenlerden üçüncü kattaki dairemize doğru çıktım, önce mutfakta durdum. Buzdolabı ve derin dondurucunun kapakları açıktı. Tıpkı bıraktığımız gibi. O kadar az elektrik vardı ki bozulmaya yatkın bütün yiyecekler çürümeye başlamıştı. Ama ekmek hâlâ bozulmamıştı.

Genellikle şiirlerim, öykülerim ve denemelerim üzerinde çalıştığım kütüphaneme gittim. Burada Kahlil Gibran, Naomi Shihab Nye, Mary Karr ve Mahmoud Darwish gibi yazarları okuyarak saatler geçirmiştim. Şimdi her şey tozla kaplanmıştı. Bazı kitaplarım raflardan düşmüştü ve bir pencere kırılmıştı. Masamın çekmecesinden çocuklar için biraz şeker çıkardım.

Sonunda oturma odasına girdim. Her zamanki gibi pencereler açıktı. Keşke onları kapatabilseydim, özellikle de bu soğuk kış günlerinde. Ne var ki patlamaların ardından gelen şok dalgası camları paramparça ederdi ve şu anda Gazze’de kimin camları onaracak parası vardı ki? Bombalamalar sırasında bana doğru çılgınca savrulan perdeler şimdi esintide dalgalanıyorlardı.

Kanepeye oturdum ve tavandaki renkli şekillere bakmaya başladım. Hala taze boyalarıyla parlıyorlar. Üç lamba bana doğru sarkıyor; ikisi elektrik tesisatına bağlı, üçüncüsü ise elektrikler kesildiğinde kullanılmak üzere pille çalışıyor. Ama şu anda hiçbiri yanmıyordu.

Öğleden sonra alışılmadık bir sıcaklık hissediyorum. Dışarıdan her zamanki motosiklet ve dondurma kamyonu sesleri yerine insansız hava araçlarının vızıltıları duyuluyor. Okuldan eve dönen öğrenciler, ailelerini sahile götüren arabalar ve bahçedeki ağaçlarda cıvıldayan kuşlar yoklar. Ambulansların ve itfaiye araçlarının sesini, radyodaki haberleri ve bazen aralıksız hale gelen patlamaların sesini duyuyorum. Tüm bunlar yepyeni, tuhaf bir melodiye dönüşüyor.

Bir sinek sesi duyuyorum. Oturma odasında sıkışıp kalmış gibi duruyor. Onu kovmanın pek bir anlamı olmasa da pencereyi sonuna kadar açıp perdeleri kenara çekiyorum. Fakat sonra aniden bir patlama beni geriye püskürtüyor. Yer sarsılıyor, ev sarsılıyor, kalbim sarsılıyor. Kitaplar raflarından devriliyor.

Telefonumu kapıp birkaç fotoğraf çekiyorum. İki bomba birbirlerinden yaklaşık elli metre uzağa, belki de bulunduğum yerden iki kilometre uzağa atılmıştı. Acaba bir çiftliğe, bir ağaca, bir eve ya da bir aileye mi isabet etmişlerdi? Bizi öldüren sadece patlamalar değildi. Bizi aynı zamanda kötü hava koşullarından ve diğer bütün çevresel faktörlerden koruyan evlerimizin yıkılması da öldürüyordu.

Gökyüzünde kuşlar uçuyordu. Birisi havalanmadan hemen önce yere düştü. Belki de sırtına bir taş düşmüştü. Bu kuşun yaralarını kim saracak şimdi? İnsanlar için zar zor doktor bulunan bu durumda bu kuş ile kim ilgilenecek?

Kanepeye dönüyorum. Telefonumdaki bildirimler son dakika haberlerini paylaşıyor: “Beit Lahia’da iki büyük patlama. Ayrıntılar yakında.” Sineğe ne olduğunu merak ediyorum. Belki de ikimize de bir uyarıydı bu patlama: Kımıldamayın.

Aklımdan geçen bir fikir beni rahatsız ediyor ve bu fikri kafamdan atamıyorum. Ben de haberlerde bir istatistik mi olacağım yoksa? Radyoda kendi adımı duyarken öldüğümü hayal ediyorum.

Eşimle birlikte 2020 yılında Syracuse, New York’ta kar fırtınası yaşadığımız bir günü hatırlıyorum. Herkes evinden dışarı çıkmıştı. Sesli bir biçimde elektriklerin kesilip kesilmediğini sorguluyorlardı. Eşimle nasıl gülümsediğimiz aklıma geliyor. Ona, “Eğer Gazze’de yaşasalardı, zamanlarının çoğunu evlerinin dışında bunu merak ederek geçirirlerdi” demiştim.

Hâlâ tavana bakıyorum. Sinek yok artık. Biraz çay demlemiştim ama yudumlamayı unutuyorum. Şimdi iki patlamanın tozu koltukların, halının ve masanın üzerine yayılıyor. Pencereleri biraz kapatıyorum. Ama hava girmesi için biraz boşluk bırakıyorum.

Köpeklerin havlamalarından bahsetmeyi unutmuşum. Genelde onları duymazdım ama İsrail saldırıları arttığından beri sürekli gürültü yapıyorlar. Akşam olduğunda ağlıyor gibi sesler çıkarıyorlar.

Sanki tavan bana bakıyormuş gibi geliyor. Gözlerimi kapatıyorum. Açtığımda büyük yıldız, daireler, üçgenler ve gökkuşağı hareket etmemişe benziyor. Şekillerin tavana tutunma biçimleri bana annesinin göğsündeki bir bebeği hatırlatıyor. Bir an için bebek olmayı diliyorum.

Bir patlama sesi daha duyuyorum ama herhangi bir duman görmüyorum. Panik oluyorum. Eğer patlamayı göremiyorsanız, kendinizi kör gibi hissediyorsunuz. Ailemi bıraktığım mülteci kampı geliyor aklıma. Yedi yaşındaki kızım Yaffa’yı hayal ediyorum. Bana hiç “Baba, bizi kim bombalıyor?” diye sormuyor. Bunun yerine ağlıyor ve bana “Baba, bomba var! Korkuyorum. Saklanmak istiyorum” diyor.

Eşim Maram’ı arıyorum. Bana herkesin “iyi” olduğunu söylüyor. Çocuklar “YouTube’da video izliyor” diyor. Onların dikkatini patlamalardan uzaklaştırabilen tek şey bu.

Mutfaktan on iki yumurta, biraz et, tavuk ve ekmek alıyorum. İsrailli insansız hava araçlarının onları silah ya da roket zannetmesinden korktuğum için yanıma tencere ya da tava almıyorum. Kütüphaneden fazladan bir şarj aleti alıyorum. Odadan çıkmadan önce masamın üzerindeki kitap yığınını fark ediyorum. Sanki kitaplardan bir tanesi onu alıp bahçeye taşımamı, meyve ağaçlarının arasında bir öğleden sonra onu okumamı bekliyor gibi geliyor. Şimdi biraz limonata ya da guava suyu içebilmeyi ne kadar çok isterdim.

Telefonuma daha fazla bildirim gelmeye başladı. Bazen haberleri kontrol etmemeye çalışıyorum. Biz de bu haberlerin bir parçasıyız, diye düşünüyorum kendi kendime.

Kanepede bir kez daha nefesimi tutuyorum. Gözlerimi tavandan ayıramıyorum. Tavanın üzerime çöktüğünü hayal ediyorum. Tıpkı son yedi gün içinde pek çok evin pek çok ailenin üzerine çöküp onları kendi odalarındaki enkazda öldürdüğü gibi. Beni ne öldürecek? Bu küçük üçgenler mi? Bir parça gökkuşağı mı? Kahverengi ve sarı yıldız mı?

Sonra Jabaliya kampına geri dönüyorum ve çevredekilerin gözlerini plastik yiyecek poşetlerimin üzerinde hissediyorum. Onların da evlerine dönüp ihtiyaç duydukları şeyleri almak istediklerini yüz ifadelerinden anlayabiliyorum.

“Bizim” eve yaklaşırken, taş ve şarapnel parçalarıyla dolu sokaklardan geçiyorum. Taşıdığım yükün altında lastiğimin patlamayacağını umarak yavaş ve dikkatli bir şekilde ilerliyorum. Aileler etrafta dolaşıyorlar. Çocuklar yollarda seksek oynuyorlar. Patlayan bir lastik sesiyle yaşayacakları paniği hayal edebiliyorum.

Kaynak: https://www.newyorker.com/news/the-weekend-essay/the-view-from-my-window-in-gaza

Çeviri: Hasan Ayer.

- Advertisment -