[8-9 Eylül 2020] Bu dizideki birçok bölümün kendi düşüncelerimden ibaret olmadığının, bir kez daha altını çizmek isterim. Üstyapıların, devletin, ideolojinin, siyasetin “göreli özerkliği” çok geç geldi Marksizme. Hele Türkiye solunda, çok zor ve çok az öğrenilebildi.
Murat Belge kâh 1970’leri, kâh 2002-2013 arasını Gramsci’yi anlatmaya çalışmakla geçirdi. Aydınlıkçı akımda, aklımızın nisbeten başımızda olduğu sıralarda, yasal siyaset yapmayı meşrulaştırmak için Lenin’den (mealen) “kendinden üstün bir düşman ancak en küçük çatlaklardan yararlanmak suretiyle yenilgiye uğratılabilir” gibi alıntılara çokça başvurduk. Son on yılda gerek Etyen Mahcupyan, gerekse Gürbüz Özaltınlı, kâh (kaldığı kadarıyla) sol örgütlerin, kâh sol aydınlar mahallesinin psikolojisi ve zihniyet yapılarını çokça eleştirdi. Gerçek anlamıyla siyaset yapmaktansa yan gelip yattıkları ve nostaljik böbürlenme klişeleriyle günü idare ettiklerini ortaya koydular. Hele dünkü (8 Eylül) “Boykot” yazım, “kategorik temiz solcu” ve “erdemlilik” tariflerinde onların fikirlerine, hattâ doğrudan ifadelerine çok şey borçlu.
Öte yandan, böyle son derece marjinalleşmiş bir sol içinden bakmazsanız, demokratik siyasette alternatifler meselesi çok basit aslında. Politika sahnesinde daima geniş bir yelpaze söz konusu. Ortadakiler var. Ortanın az sağı ve az solu var. Ortanın solunun daha solu ve daha daha solu ve “en” solu var. Tamamına nasıl baktığınız da nerede durduğunuza göre değişiyor. Yani “en” soldaysanız, ortada veya ortanın az solunda yer alan, diyelim ana mecra adaylarını beğenmiyorsunuz tabii. Yeteri kadar radikal bulmuyorsunuz muhtemelen. Değer yargınız haklı da olabilir. Ama pratik sonuç? Bu, onları küçümsüyorsunuz diye bizatihi seçim olayını da küçümsemeniz, dolayısıyla boykot veya boş oy çağrısı yapmanız anlamına mı geliyor?
Liseyi bitirip Amerika’ya gittiğim 1964 yılından beri çeşitli ABD seçimlerinin “içinde” oldum ve hiç hatırlamıyorum, böyle toptancı bir nihilizm yaşandığını. Mevcut durum yeterince açık zaten. Bir yanda Trump’tan daha kötüsü olanaksız. Tasavvur ve teklif edilmesi bile olanaksız. Diğer yanda Biden, vasatın vasatı bir ortayolcu. Birkaç ay önce New York Times’a verdiği demecin Türkiye’ye ilişkin bölümlerinin de gösterdiği gibi, tam bir WASP (White Anglo-Saxon Protestant = Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) Amerikalı. Hiçbir problem görmüyor, başka ülkelerin içişlerine karışıp seçimlerini manipüle etmekte. Ama pis ve âdî bir ırkçı, faşizan bir demagog değil. Amerikan demokrasisinin dengelerini restore etme şansı mevcut. En azından, nelere dikkat edeceği öğretilmiş bulunuyor. Demokrat Parti’nin daha radikal, daha solcu aday adayları da vardı kuşkusuz. Ne ki, en çok Biden’ın, toplumun bütün kesimlerinden oy alıp Trump’ı yenme şansına sahip bir merkez adayı olabileceğine karar verdiler. Dolayısıyla şimdi bütün daha solcu ve en solcular dahil herkes, homurdana homurdana da olsa ehven-i şer diye gidip Biden lehinde oy kullanacak.
İki gün önce, bunun son derece yalın, son derece sade bir açıklamasıyla karşılaştım internette. Lübnan merkezli bir sivil toplum kuruluşu var, Patriotic Vision Organization (PVA; Yurtsever Vizyon Örgütü) diye. Kendini “özgürlüğü ve insancıl ve toplumsal sınırlar içinde seçme hakkını savunan bir ortamda, bireyin ve toplumun iyiliği”ne adamış. Birleşmiş Milletler nezdinde özel danışmanlık statüsüne sahip. Baş yöneticisi ve BM daimi temsilcisi, Muhammed Safa diye biri. İşte bu Muhammed Safa, hoş bir tweet atmış, yaklaşan ABD başkanlık seçimleri (ve genel olarak seçimler) hakkında. Orijinalini en tepeye, başlık resmi yerine aldım. Türkçesini aktarıyorum:
“En iyi oy kullanma tavsiyesi: Oy kullanmak evlenmek değildir. Toplu taşımadır. ‘Hayatınızın aşkı’nı beklemiyorsunuz. Otobüse biniyorsunuz. Ve tam istediğiniz yere giden biri yoksa, eve kapanıp dünyaya küsmeyeceksiniz. Varmak istediğiniz yerin en yakınından geçene bineceksiniz.”
Yazarın söyleyecek iki çift harbi sözü varmış ve çok da net anlatmayı başarmış derdini. Neden? Belki de kafasını “teorik” hurafelerle doldurmadığı için. Oysa R.Ç. ve benzeri Türk solcularının durumu pek öyle değil. Marksizm, Atatürkçülük, 27 Mayıs, Yön, Devrim, Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, Deniz-Yusuf-Hüseyin, Mahir Çayan, THKO, THKP-C, Kurtuluş, Dev-Genç, Dev-Yol, Dev-Sol, Aydınlık, Halkın Sülâlesi ve devamı… Bunlar ve daha niceleri arasında, en az yarım yüzyıldır süren Bakhtin-vâri döngüsellikler, rezonanslar, alt-kültürden üst-kültüre çıkış ve inişler söz konusu. Bu teressübat, bu sedimantasyon, 1946-50’de çok-partili hayata geçişle birlikte gerçekleştiği iddia edilen “anti-Kemalist karşı-devrim”e; bu yüzden Türkiye’nin tekrar “emperyalizme bağımlı” hale gelmesine; “gizli işgal” veya “sürekli işgal” altına girmesine; bu düzenin incir yaprağı işlevini gördüğü söylenen “cici demokrasi” veya Filipin demokrasisi”ne; gene aynı “cici demokrasi” sayesinde boy atan “irtica”ya karşı… “ikinci kuvayı milliyeciliğimiz” ve türevleri gibi çeşitli adlarla anılan devrimci mücadele özlemleri, retoriği, anıları ve nostaljisini beslemeye devam ediyor. Devirmeciliğin, krizciliğin, darbeciliğin, boykotçuluğun, ayaklanmacılığın — ve ekleyelim, İslamofobinin ve otoriter laisizmin — Türkiye varyantları, bu yerel renklere boyanıyor. Metruk bir kuyunun dibinde, yarı çamur yarı su, bulanık bir tortu var. Kâh kendini Marksist sayan (sanan?) solcular, kâh Kemalistler, kâh PKK, kâh sair şiddet fetişistleri, berrak bir pınar sanıp oradan bir iki kova çekmeyi sürdürüyor. R.Ç.’nin de kendine biçtiği anlaşılan solculuk payesi ve kimliği buralardan kaynaklanıyor. Ve Muhammed Safa’nın aklı selimini bastırıyor, bloke ediyor.
Çürümüş de olsa ideolojinin ataletini, kamburunu, ölü ağırlığını küçümsememek lâzım. Bu açıdan son borcum ve teşekkürüm, John Maynard Keynes’e. Maddiyat değil fikriyatı; determinizmi değil göreli özerkliği öne çıkardığı için. 2007 sonbaharında Taraf’a yazmaya başladığımdan beri, o kadar çok yazdım ki muhtemelen birçok şeyi üç beş yıllık aralarla tekrarlıyorum artık. Şimdi de kafamın gerisinde bir alarm zili çalıyor; sen Keynes’i de daha önce kullandın ve tam bu bağlamda, bu alıntılarla kullandın diye uyarıyor.
Fakat her neyse. 1930’larda Keynes, makro-ekonomi alanında eski fikirlerin gücüyle — Jean-Baptiste Say’in mirasıyla, laissez faire’ci otomatik denge inancıyla, piyasanın her durumda kendi kendini düzelteceği dogmasıyla boğuşuyordu. “Şimdiki neslin yönetici ve akademik sınıflarının,,, iktisadî düşüncesine yüz küsur yıldır yön veren” klasik teori, kabaca buydu. Keynes, bunun karşısına diktiği İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi’nin daha girişinde şöyle diyordu: “Bu kitabın kaleme alınması, yazar açısından uzun bir kurtuluş mücadelesi anlamına geldi… Zorluk yeni fikirlerde değil, çoğumuzun yetiştiği gibi yetişmiş olanlar açısından zihnimizin her köşesine nüfuz etmiş bulunan eski fikirlerden kurtulmakta yatıyor.” (13 Aralık 1935) Neredeyse 500 sayfa sonra, son paragrafında aynı fikri daha da sert ve keskin biçimde tekrarlamak ihtiyacını duyuyordu:
“… iktisatçı ve siyaset felsefecilerinin fikirleri, ister doğru ister yanlış olsun, genellikle sanıldığından çok daha güçlüdür. Öyle ki, dünyaya en çok bunlar yön verir. Kendilerini her türlü düşünsel etkiden âzâde sayan pratik adamlar, çoğu zaman şu veya bu müflis iktisatçının kölesidir. Gaipten sesler duyan çatlak yetkililer, birkaç yıl öncesinin akademik çiziştiricilerinin çılgın takipçisidir. Fikirlerin tedricî istilâsının, müktesep çıkarlara kıyasla çok daha güçlü olduğuna inanıyorum.”