Hayır, 2001’de ABD’nin 11 Eylül’ünden değil, 40 yıl önceki bizim 11 Eylül’ümüzden bahsediyorum.
Ama önce biraz daha geriye gitmeliyiz.
1962 yılında Erzincanlı Müslüm Kara, pamuk tarlalarında işçi olarak çalışmak için köyünden kalkıp Çukurova’ya gider.
Bir gece aynı yerde kaldıkları işçilerden birinin altını çalınır. Müslüm suçlanır. Hapse atılır.
Hapiste Allah’a yalvarır: “Allah’ım, gerçek suçluyu meydana çıkar. Doğacak ilk çocuğum kurban olsun sana”.
Gerçekten de bir süre sonra polis gerçek hırsızı yakalar. Müslüm aklanır, hapisten çıkar, köyüne döner.
Ve adağını yerine getirir, 2.5 aylık çocuğunu öldürür. Karısı delirir.
Yakalanır. Suçunu itiraf eder. Adli Tıp “Aklı dengesi yerindedir” raporu verir.
Bu suçun cezası o tarihlerde idamdır.
Avukatı idamdan kurtulması için “Çocuğum gayri-meşruydu, o yüzden öldürdüm” demesini ister. Demez.
Katil olmadığını, Allah’a adağını yerine getiren iyi bir mümin olduğunu düşünmektedir.
Son çare avukatlarının dediğini yapar, “Sağlıklı düşünemediğim bir anda yaptım” der. Böylece cezası idamdan müebbede dönüşür.
12 yıl hapis yattıktan sonra 1974’de (siyasi tutukluları önce kapsamayan daha sonra ancak Anayasa Mahkemesi kararıyla siyasi mahkumların yararlanabildiği) aftan yararlanıp hapisten çıkar. Ama tahliyesinden 20 gün sonra ölür.
Bu inanılmaz hikaye 1979 yılında Başar Sabuncu’nun yazdığı senaryoyla Atıf Yılmaz tarafından filme çekilir: Adak.
Müslüm’ü Tarık Akan’ın oynadığı film, Türkiye’nin ilk dokü-draması olur.
Olayın geçtiği gerçek mekanlarda çekilen filmin içinde drama sahnelerinin yanında Müslüm Koca’yı yargılayan mahkemenin hakimi, davayı inceleyen Adli Tıpın başındaki profesör, sosyologlar, psikologlar olayı anlatır.
Türkiye’nin bütün sinema salonlarında gösterime giren film, 1980 yılının Eylül ayında Mersin’in Sağlık Mahallesindeki yazlık Meram Sinemasında da gösterime girer.
Sıcakların sürdüğü 10 Eylül gecesi, başrollerinde Tarık Akan ve Necla Nazır’ın oynadığı filmi izlemek için sinemaya girmeye çalışan kalabalığın üzerine yoldan geçen bir taksiden yaylım ateşi açılır.
Kör kurşunlar 10 yaşındaki Yılmaz Özkan, 12 yaşındaki Erdal Ongun ve Abdullah Yılmaz’ı öldürür.
4’ü çocuk 10 kişi de yaralanır.
Polis taksinin peşine düşer, taksinin şoförü Mustafa Antmen bir yol kenarında ölü olarak bulunur. Yozgat’ta ilkokul öğretmenliği yapan Antmen, yazları da Mersin’e gelip taksi şoförlüğü yapmaktadır. Arabasının saldırganlar tarafından gasp edildiği anlaşılır. Ama katiller bulunamaz.
Çocuğunu adak adadığı için öldüren bağnaz, cahil bir köylünün yerildiği filmin bir yazlık sinemadaki gösteriminde, bu kez cahil olmayan ama aynı bağnazlıkla bir siyasi dava için gözünü karartanlar tarafından öldürülen çocuklar…
Adları, artık tozlu arşivlerde kalmış 11 Eylül 1980 günkü gazetelerin özel anarşi sayfalarındaki “9 kentte üçü öğretmen 17 kişi öldürüldü” başlıklarının altında kaldı.
11 Eylül günü gazetelerinde Türkiye’nin her yerinden başka sıradan insanların kurbanı olduğu siyasi cinayet haberleri sıralanmıştı.
Ankara Gaziosmanpaşa’da bir evde sol görüşlü Osman Özen başından bir av tüfeğiyle vurulmuş halde bulunmuştu.
Ankara Cebeci’de ise kimliği belirsiz kişiler sağ görüşlü iki kardeşin; 25 yaşındaki Sıddık Tanrıverdi ve 20 yaşındaki Selim Tanrıverdi’nin yaşadığı evi basıp, ikisini de yere yatırarak taramışlardı.
Kayaş’ta lise mezunu olduğu dışında bilgi verilmeyen Bektaş Boran, yine kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından açılan ateşle öldürülmüştü.
Kadıköy Feneryolu’nda bir eczaneye bomba atılmış, kırılan camlardan yoldan geçen bir kadın ağır yaralanmıştı.
Mersin’de o gün bir su kanalında Ahmet Kaya adlı bir gencin cesedi bulunmuştu. Yapılan otopside önce işkence edilip, sonra suda boğularak öldürüldüğü ortaya çıkmıştı.
Trabzon’da babasının bakkal dükkanının yakınlarındaki bir inşaata konan bombayı elleyen ilkokul öğrencisi Hakan Değirmenci feci şekilde parçalanarak hayatını kaybetmişti.
Eskişehir’de bir motosikletli tarafından taranan kahvehanede gazetelerde, “sağ görüşlü boşta gezer” olarak tarif edilen 25 yaşındaki Şahap Esen hayatını kaybetmişti.
Yine Eskişehir’de istasyonun arkasındaki vagonların arasında vurulan ama ismi tespit edilemeyen bir genç kaldırıldığı hastanede ölmüştü.
Malatya’da sabah Malatya Sigara Fabrikasındaki işine giden Namık Gültaş, yol üstünde silahla öldürülmüştü.
Yine Malatya’da Hasan Hüseyin Dede bir önceki akşam uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetmişti.
Samsun Bafra’da ilkokul müdürü Ragıp Metin Atalay, evine gitmek üzere arabasına binerken silahlı saldırıya uğramış, hastaneye kaldırılırken yolda ölmüştü.
Gaziantep’te DİSK’e bağlı sendikacılar, 16 yaşlarında motosikletli iki kişinin saldırısında ağır yaralanmıştı.
Yine Antep’te Cumhuriyet Mahallesinde ağabeyinin evinden çıktıktan sonra silahlı saldırıya uğrayan ve öldürülen sağlık memuru Mehmet Kartal’ın “sağ görüşlü olduğunun bildirildiğini” yazıyordu gazeteler.
Bursa’da Yediselviler’de bir eve gece giren saldırganlar açtıkları ateş sonucu evde oturan Bekir Orhan’ı ağır şekilde yaralamıştı.
Zonguldak’ta Karabük Demir Çelik Fabrikasında işçi olarak çalışan Murat Yiğit, gece evine giderken bir grubun saldırısına uğramış, önce dövülmüş, ardından başından vurulmuştu.
Fatsa’da Meşebükü köyünde yaşayan Mehmet Samsun, kendisine ait fındık bahçesinde uğradığı silahlı saldırı sonucu ölmüştü. Aynı köyde fundalık bir alanda cesedi bulunan Ahmet Gündoğdu’nun ise iki gün önce silahla öldürüldüğü tespit edilmişti.
Urfa Suruç’ta evine giden cezaevi baş gardiyanı Bekir Hanas, başka bir cezaevi gardiyanı tarafından öldürülmüştü. Gazetelere göre olayın siyasi yönü olup olmadığıyla ilgili incelemeler sürmekteydi.
Bir gün önceki anarşi sayfalarındaki haberler de farksızdı:
“Adana’da biri er 5 kişi, Mersin’de 4, diğer illerdeki olaylarda ise 15 kişi öldürüldü.”
Ondan önceki günkü de: “6 kentte ikisi öğrenci, biri eczacı 11 kişi öldürüldü.”
Ve daha önceki günkü de…
Hatta 12 Eylül günü çıkan gazeteler de 11 Eylül günü öldürülmüş onlarca insanın ismiyle doluydu.
Tüm bu sıradan insanların adlarını, o günlerin gazetelerindeki yurttaki sağ ve sol çatışmalarında öldürülenler haberleri dışında bir daha kimse duymadı.
Mersin’de bir yazlık sinemanın önünde taranan 10 ve 12 yaşlarındaki iki çocuk yaşasaydı, bugün belki de o yaşlarda torun sahibi olacaklardı. Ama o geceden bugün geriye hiç bir şey kalmadı. Öldürüldükleri sinema yıkıldı, yerine belediye yaşlılar için bir sohbet evi kurdu.
Google’a adlarını girdiğinizde haklarında hiç bir şey çıkmıyor.
İnternetin olmadığı bir devirde meydana gelmiş bir iç savaşta öldürüldükleri için adları tozlu arşiv sayfalarında kaldı.
Siyasi cinayetlere kurban gitmişlerdi ama siyaseten önemli değillerdi, aileleri ve yakın çevreleri dışında kimse onlara ne olduğuyla ilgilenmedi.
Pek çoğu solcuların ya da sağcıların “şehitlerimiz” listelerinde bile kendilerine yer bulamadı.
Üzerinden geçen 40 yılda kimse onlardan bahsetmedi.
12 Eylül’ün 40’ıncı yıl dönümünde de kimse 11 Eylül günü, 10 Eylül günü, 9 Eylül günü sol-sağ çatışması denilip geçilen kör dövüşte, hatta solun kendi içindeki fraksiyon kavgalarında öldürülmüş, arada kalmış bu insanlardan bahsetmeyecek.
Haklı olarak darbenin ceberrutluğu üzerine konuşulacak, bir nesli hapislere tıkmasından, idamlardan, işkencelerden bahsedilecek ama üzerinden 40 yıl geçmesine rağmen sıra yine bu kadar insan neden ve nasıl birbirini öldürdü sorusuna gelemeyecek.
Darbenin sosyalist solun veya ülkücülerin üzerinden silindir gibi geçtiği söylenecek, ama bağnaz siyasi davalar uğruna bir neslin üzerinden nasıl silindir gibi geçildi sorusu, ülkenin okumuş gençleri nasıl bu kadar soğukkanlı cinayetler işleyebildi sorusu, yine cevapsız kalacak.
“11 Eylül günü olan anarşi, 12 Eylül’de nereye gitti?” gibi polemik cümleleri, aynı silahla bir gün solcu, öteki gün sağcı öldürülüyordu gibi ispatlanmamış iddialar, bu cinayetlerin ülkeyi askeri darbe ortamına hazırlanmak için işlendiğini söyleyen komplo teorileri, darbenin arkasında ABD vardı gibi büyük analizler ileri sürülüp, bu sorulardan yine kaçılacak.
Herkesten özeleştiri isteyen solcular, kimseye özeleştiri vermeyen ülkücüler bu karanlık yılların gerçek bir özeleştirisini yapmadan, neden oldukları ve darbeye zemin hazırlayan şiddetle tam olarak yüzleşmeden ulvi davalarına devam edecekler.
Sadece kayıplarından, şehitlerinden bahsedecek ama karşılıklı neden oldukları kayıplardan, aralarındaki katillerden bahsetmeyecekler.
Halbuki o cinayetlerin gerekçeleri, Allah’a adadığı adak için 2.5 aylık çocuğunu öldüren Müslüm Kara’nınkinden daha haklı, daha meşru ya da daha anlaşılır değildi.
12 Eylül darbesinin 40’ıncı yıl dönümünde darbenin aramızdan aldığı insanlarla birlikte, darbe öncesindeki kör siyasi cinayetlerin kurbanı olmuş, bugün bir evin duvarındaki eski bir çerçeve içindeki siyah beyaz fotoğraflarda kalmış, belki de artık fotoğrafları duvarlardan indirilip dolaplara kaldırılmış sıradan, adsız insanlar da saygıyla hatırlanmalı.
Buna neden olan, bugün de siyaseti katılaştırmaya, uzlaşmalarının önünü kapatmaya devam eden ideolojiler, davalar, ütopyalar, kendi hakikatine sonsuz inanç, mutlak haklılık yanılgısı sorgulanmalı.
40 yıl mesafe almak, soğukkanlı analizler yapmak için yeterli bir süre.
12 Eylül sadece darbecilerden hesap sorulan değil, 11 Eylül’de olanlar için pişmanlık, mahcubiyet duyulan bir gün de olmalı.
Artık bir daha kimsenin bağnaz davaların adakları ve kurbanları olmaması için…