[16-17 Eylül 2020] Beş gün geçti. Kırkıncı yıldönümünde kaleme alınanları tekrar okudum (kendiminki dahil). Neler çektirdiği hakkında değil; onu çok iyi biliyoruz zaten. Oraya nasıl sürüklendiğimiz hakkında. Alper Görmüş, ‘12 Eylül öncesi sol mücadele’nin mahiyetini gösteren üç kişisel hatıra. Bercan Aktaş’ın röportajı, Tanıl Bora: 12 Eylül’le hesaplaşma… Bazen, elekle su taşır gibi oluyor. Yıldıray Oğur, 11 Eylül’ü de konuşacak mıyız?
Hepsinde, hepimizde bir rahatsızlık var — yüzleşilmemişliğe dair. Birileri kaçmış, kaçıyor tarihî ve manevî sorumluluğundan. Biliyoruz da ne olduğunu. İki farklı ama ilişkili düzlem söz konusu. İlkinde, aşırı sağ ve aşırı sol örgütler adı konmamış bir iç savaşa tutuşmuş. Biri halk, devrim ve anti-faşizm uğruna; diğeri vatan, millet ve anti-komünizm uğruna, kendinde şiddet ve hattâ cinayet hakkı vehmetmiş. Okullarda, sokaklarda, semtlerde, kahvelerde, devlet dairelerinde egemenlik uğruna saldırmışlar, dövmüşler, kaçırmışlar, işkence yapmışlar; kurşunla, bıçakla, boğarak, bombalayarak öldürmüşler. İkinci kertede, zamanın iki büyük ana akım partisi, yani Süleyman Demirel’in AP’si ile Bülent Ecevit’in CHP’si, demokrasiyi savunmak uğruna bu aşırı uçları tecrit edip merkezde buluşmayı başaramamış. Kendileri zorunlu bir kanun-ve-nizam programında birleşip özerk şiddet örgütlerinin üzerine yürüyememiş. Ortalık toz dumana boğulmuş. Toplum her gün caddelerden kan akmasından bıkmış. Sonunda darbeye hoş geldin demiş.
Bu kadar açık ve net bir durum söz konusu. Öyleyse neye kızıp sinirleniyoruz? Nedir problemimiz? Bu fecaat ve rezaletin baş sorumlularının vurdum duymazlığına, nasırlaşmış vicdansızlığına, hiçbir ciddî muhasebe yapmamışlığına tahammül edemiyoruz sanırım. Bu da öncelikle aşırı sağ ve aşırı sol örgütler anlamına geliyor. Hırslanıyoruz. Yakalarına yapışıp silkelemeye çalışıyoruz, tabii mecazî anlamda, illâ bir şey almak için. Evet, yıllarca hapis yatmışlar, işkence görmüşler, sakat kalmışlar, idam edilmişler. Ama bunu, sadece devlet ile aralarındaki bir 1/0 ilişkisi, bir zalim-ve-mazlum ilişkisi olarak algılamışlar. Kendi kendileriyle olması gereken bir ilişki olarak algılamamışlar. Hiçbir temel yanlışı kabullenmemişlik var ortada. Bizatihî şiddeti ve şiddet ideolojilerini sorgulayan kimse yok. Dev-Yolcular vb hâlâ “meşru savunma” havalarında. Ülkücüler, daha doğrusu eski ülkücülerin ancak bir kısmı, gele gele “kullanıldık” noktasına gelebilmiş.
İyi de, ne bekliyoruz ki? Daha kim, ne diyecek? Nasıl hesap verecek? Ne kabul ettirebileceğimizi sanıyoruz, “11 Eylül’ü konuşmayan” aşırı sağ ve aşırı solun bugünkü uzantıları veya mirasçılarına? Tabii muazzam da bir asimetri söz konusu. Sağda, kimsenin hesap sorduğu yok aşırı sağın şiddetinden. Böyle alenî bir yüzleşme, eleştirel bir bakış mevcut değil. Tersine, MHP dönüp dolaşıp gene iktidar ortağı. Bir zamanlar MC’nin (kimse hatırlamaz diye açıyorum: Milliyetçi Cephe’nin), şimdi Cumhur İttifakı’nın kilit oyuncusu. Hiçbir şeyin özeleştirisini yapacağı yok. Özeleştiri ne kelime; genel başkanları ve henüz atanmamış yedek genel başkanları, her gün aşırı milliyetçi saldırganlığın demokrasi ve hukuk devleti üzerinde nasıl tepinebileceğinin yeni ve zengin örneklerini veriyor. Buna karşılık sol zaten küçüktü ve alabildiğine küçülmüş. Mamafih bu dar alanda, kimi örgütlü tekkeler veya örgütsüz ama kendinden hoşnut mahfiller hâlâ mevcut. Ve hâlâ “tarihsel şef”leri veya “abi”lerinin ellerinde. Ve hâlâ tabutta röveşata atıyorlar. Artık görelim ki sakatlık onlarda değil; sol kökenden gelen bizler gibi yorumcu ve eleştirmenlerde. Onları ve kendimizi aynı madde, aynı uzam gibi düşünmekten bir türlü kurtulamıyoruz ki, hâlâ en azından şiddet ve sol-içi şiddet, belki barış, demokrasi ve yasal mücadele (yani bunları reddetmişlik) konularında iki çift namuslu lâf bekliyoruz.
Bu, tam bir optik yanılsama. Bir tek şekilde olabilirdi: Sol 1980’lerin sonları ve 90’ları başlarında, sığ ve oportünist taktiklerle değil dürüstçe, yepyeni bir düşünsel temelde birleşebilseydi eğer. Olmadı, çünkü bir, TKP hegemonyacı alışkanlığını özeleştiri alanına da taşıdı ve “bütün Marksizmin özeleştirisi”ni tek başına, herkesten önce ve ayrı yapıp, kendi özel günahlarını onun ardına saklamaya çalıştı. Bu da iki, başka herkesin anti-TKP damarını kabarttı. Bu uğurda, sahte ve gerçekle ilgisi olmayan bir devrimcilik-reformculuk ikilemi yaratıldı. Siz devrimci değilsiniz diye kolayından “TKP tepeleme” oyunlarına gidildi. Devrimciler ve devrimcilikler birleşebilirmiş gibi bir hava yaratıldı. İmkânsızdı oysa. Çünkü herkesin farklı devrim anlayışı, modeli, stratejisi vb söz konusuydu. Herkes kendi “doğru devrim”inde hep aynı pürist dogmatizmle israr edecekti. Buna karşılık geniş bir birlik ancak reformculuk temelinde sağlanabilirdi. Bunun için de solun barışçı, demokratik, geniş kitlelere seslenen bir şekilde siyaset yapmayı sıfırdan öğrenmesi, buna en başından razı olması gerekiyordu. Heyhat! Sonuçta, göstermelik bir “birleşik” sosyalist parti kuruldu ve olanca enerjisizliği, yorgunluğu, ne yapacağını bilmezliği içinde, üç, bu çatı da bütün grupların en şekilsizine, en hilekârına, en ideolojisiz fırsatçısına, üstelik en “abici”sine hediye edildi.
Onun için, oluşmadı ve bugüne gelmedi, böyle bir vicdan, böyle bir kollektif irade, böyle bir düşünmüşlük. Ben şahsen vazgeçiyorum, hemen buracıkta, bu yazıyla, bu soruyu bu şekilde sormaktan. Bir zamanlar arkadaş olmuş olabiliriz. Hâlâ merhabalaşabiliriz de yolda karşılaşınca. Ama bırakalım, “11 Eylül” aşırı solunun bu kalıntılarına ıslâh-ı nefs ettirebileceğimiz tahayyülünü. Kırk yıl sonra, bu bitmiş bir mesele. Kemalist Devrim kadar bitmiş. Komünizm kadar bitmiş. Atatürkçülüğün yukarıdan aşağı inkılâpçılığı ve otoriter laisizminin özeleştirisini yaptırabilir misiniz, günümüz Atatürkçülerine? Komünizmin “proletarya diktatörlüğü” teorisi ve uygulamasının özeleştirisini yaptırabilir misiniz, günümüz Komünistlerine? Aynı şekilde, Türkiye’yi 12 Eylül cehennemine sürükleyen aşırı sol ve aşırı sağdaki demokrasi düşmanlarına da özeleştiri yaptıramazsınız.
Yakın tarihin bu safhası çoktan kapandı. Bunun artık içsel anlamda muhasebesi yapılamaz. Zira böyle bir muhasebenin “özne”si yok. Sadece, gerek aşırı sola ve gerekse aşırı sağa birer “nesne” muamelesi yaparak, böyle bir dönem yaşandı ve bunlar hem Türkiye’ye, hem kendilerine böyle kötülükler etti diye, dışarıdan kitabı yazılabilir. Tarihi yazılabilir.