Seçime artık bir gün kaldı, bu tekil gündemin yoğunluğu miyopluk tehlikesini beraberinde getiriyor: Mevcut durumun ne siyâkını ne de sibâkını fark edebilecek haldeyiz. Ne ki şu an sergilenen veya sergilenmeyen tavırlar, politik konum alışlar, çatışma veya uyuşma halleri gökten zembille inmiş değil. Peki nereden başlamalı?
Bugüne gelirken başlangıç noktasını 15 Temmuz’a çekmek gerekir. Zira 15 Temmuz’la beraber yaşanan kırılmanın başlattığı momentte bulunuyoruz. Özellikle Cumhur İttifakı’nın mutabakat metninin 15 Temmuz’un zikredilmesiyle başladığı düşünüldüğünde durum netlik kazanıyor. 15 Temmuz, bugüne kaynaklık teşkil etmesi itibariyle bir başlangıç niteliğinde ve her başlangıç gibi metafizik ve muğlak. Tüm bu muğlaklığına karşın yaşanan somut dönüşüm ve somut müdahaleler ortada.
O günden bugüne gelirken değişmeyen en temel husus sivil toplumun bertaraf edilmesidir: 20 Temmuz 2016’da OHAL’in ilan edilmesiyle beraber sivil toplum askıya alındı ve bu hal behemehal devam etti. Sivil toplum, politik toplumdan veya başka bir deyişle karar alıcı mekanizmadan ve devlet aygıtlarından ayrışıp özerkleşerek varlık kazanır. Vatandaşların kendi ihtiyaçlarını tespit ederek öz yönetimlerine katılmaları sivil toplumu oluşturur. Ne ki 15 Temmuz ile beraber başlayan aşamada sivil toplum özerkliğini yitirdi ve karar alıcı mekanizmaya, büyük harfle Devlet’e, bağlandı. Sivil Toplum Kuruluşları, Devlet’in iradesine bağlanmakla Sivil Devlet Kuruluşları’na evriltildi; STK’lar SDK’lar haline geldi. Bu tarihten sonra yaşanan her sekans, politik toplumun soğuk ve resmi yüzünün görüntülerini içerir. Devlet ve birey arasında dolayımı sağlayan ve Devlet’in doğrudan nüfuzunu engelleyen ara kurumlar, tampon bölgeler ve kurumsal otonomiler adına ne varsa yitirildi.
Sivil toplumun Devlet tarafından yutulması, politik inisiyatif alabilen vatandaşın ortadan kaldırılmasını değilse de sindirilmesini beraberinde getirdi. Vatandaş, kendi öz yönetimine katılan politik bir özne olmaktan dışlandı ve kabuğuna çekilmeye zorlandı; edilgenleşti veya edilgen olduğuna inandırıldı. Politik öznenin tek temel niteliği, talep etmesidir. Ne ki Cumhur İttifakı, muhafazakâr seçmen kitlesinin oyunu “elde var bir” olarak telakki ediyor: Bu ittifak nezdinde seçmenlerin talepkâr olması mümkün değildir, onlara düşen kendilerine sunulanla idare etmek, “lütfedilen” kazanımlarının berdevamı için desteğe mecbur kalmak ve ezeldendir taşıdıkları kapanmayan minnet borcu hatrına oy vermektir. Hal böyle olunca kendilerine oy veren kitlelere gelecek ufku sunmaya gerek de yoktur; geçmişin başarılarını ardı ardına sıralamak ve kurgusal düşmanlar yaratıp onları kum torbası misali yumruklatmak kâfidir. Vatandaşa sunulan alanın bu şekliyle daraltılması neticesinde vatandaşın politikayı belirleme kudreti kalmaz. Politika ve keza demokrasi, sadece dar bir elitler kadrosu arasında kendine yer bulan olgulara dönüşür. Şimdi vatandaş, ya politik temsiliyetini koşulsuz şartsız bir tekele teslim ediyor ya da apolitik bir çığırtkanlık yapıyor. Her iki durumda da, politik bir tavır sergilemekten çok uzakta kalıyor.
Demokrasinin sadece sandık yoluyla temsiliyete dönüşmesi ve vatandaşın edilgenleşmesi politikada büyük bir gerilemeye yol açar. Politikadaki bu gerileme ve daralma halini “politik feodalizm” olarak adlandırıyorum. Politik feodalizmin ilk neticesi Güçlü Devlet’tir ve artık Devlet adamları Tanrılık kompleksi ile maluldür. Depremzedeye yardım götürmekte dahi kendisine şerik kabul etmiyor; şirk’i en büyük günah belliyor. Devlet’in kutsiyeti ve dokunulmazlığı var; ölümlüler tarafından hesap vermeye çağrılamıyor, yalnızca hesap soruyor ve cezalandırıyor. Kullarının günahlarını kaydedip rûz-i mahşerde önlerine sürmek üzere “not ediyor.”
Politik feodalizm, modern devlet aygıtını niteliklerinden arındırır ve çıplak haliyle feodal bir devlet bırakır. Modern devlet, sosyal-hukuk devletidir. Feodal toplumdaki apaçık eşitsizlikleri ve sömürü biçimlerini sosyal adalet pratikleriyle dengeleme ve örtme amacı taşır. Modern devlet “toplumsal sözleşme” mukabilinde kurulduğundan vatandaşının meşruiyet istemlerine cevap üretmek zorundadır. Meşruiyetini sağlamak için hukuki bir zemin üzerinde yükselir ve eylemlerini hukuka dayandırır. Meşruiyet talebinin gerçekleşebilmesi adına her eylemi yargı tarafından denetlenebilir. Sosyal adalet sunan ve herkes için eşit bir düzlem yaratmaya çalışan modern devletin aksine politik feodalizmin Devlet’i sadece vergi toplayan, meşru şiddetin yegâne sahibi niteliğiyle öne çıkıyor.
Politik feodalizmin Devlet’inin bir diğer ayağı güvenlikçiliktir: Meşru şiddet tekelinden ibaret olan bu Devlet, zorunlu olarak güvenlikçi bir biçimde örgütlenir. Bir defa bu aşamaya girildiğinde artık Devlet’in ve Devletlû’nun her söylemi güvenlik meselesini kendine konu alır. Beka-yı Devlet önermesi, toplumsal müşterekler ve menfaatleri elinde bulunduran bir elitler rejiminin tasarrufuyla üretilir. Geniş kitleleri tesiri altına alan güçlü şok dalgaları, arzulanan ve fakat asgari meşruiyet talebinin varlığından ötürü normal şartlar altında bahis edilemeyecek her türlü değişikliği hayata geçirmekte fazlasıyla işlevsel olur. Güvenlikçi jargon hakimiyetini ilan ettiğinde artık her türlü mesele, bir kavgada olduğu gibi araya alınır; meseleleri gerçekçi bir şekilde ve ayakları yere basarak ele almak yerine hamasi nutuklar atılır. Her cümlenin sonunda muhakkak güvenlik kelimesi zikredilir. Ne zaman ki politika akmaya ve devinmeye teşebbüs ederse, yoğunluğunu artıran politik doğruculuk ve hakkında konuşulamayan milli mukaddesat duvarlarına çarpar.
Her güvenlikçi devlet, bir iltimas rejimi yaratır. Düşmanların, yerli ve milli olmayanların, ötekilerin varlığı içeride safları sıklaştırmak için en münasip atmosferi hazırlar. Nasılsa düşman ayan beyan ortadayken ve düşmanla cenk edilirken yapılandan sual olunmaz. Nasılsa savaşta her şey mübahtır. Sadakat kuralıyla işlemeye başlayan çarklar iltimaslarla hızlanır. Düşmana karşı tahkimat yapmak en asli vazifedir; o tahkimatı ise ancak güvenilenler ve sadıklar yapabilir. Halkı da bu doğrultuda dönüştürür ve halkın varoluşunu yalnızca basit bir savunma-saldırı mekanizmasına indirger.
Eğer bir yerde güvenlikçilik hakimse, özgürlükçülük için; kutsal Güçlü Devlet vaazı varsa, hukuk devleti için; güvenlikçi jargon politikanın önünü kesmenin aracıysa, ileri demokrasi için gösterilen çaba tarihin, toplumun ve politikanın önünü açabilir. Cumhuriyet tarihi boyunca tekerrür eden döngüler ancak böyle bir konjonktürde politikanın yapısal dönüşümüne kitlelerin iştirak etmesiyle kırılabilir ve yeni bir patika ortaya çıkabilir.
15 Temmuz sonrasının 14 Mayıs sonrasında da devam ettirilmeyeceğinin güvencesi nerede yatıyor? “Devlette devamlılık esastır” anlayışı bastırılmış bir hayalet gibi Altılı Masa etrafında dolaşıyor. Sert bir devletçilik ve güvenlikçilik vurgusu; mevcut İçişleri Bakanlığı’nın söylemlerine benzer söylemler masadaki partilerin üst düzey mensuplarının dilinde. Devletin arzuladığı bu devamlılığı kırıp ileriye doğru atılmanın tek koşulu, Türkiyeli vatandaşların politik alanda sürekli bir katılımla irade sergilemesidir. Türkiye’nin düşük eğitimli, düşük gelirli ve düşük kültürlü olmaya mecbur bırakılan vatandaşlarının bu iradeyi gösterebilmek gibi bir zorunluluğu var. Aksi halde aynı politik feodalizm bu sefer daha iyi ve daha laik bir görünüm altında ortaya çıkacaktır.
_________________
Yusuf Manav, 2003 senesinde Maraş’ta dünyaya geldi. Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde okuyup IBDP programını tamamladı. Halihazırda Koç Üniversitesi’nde hukuk okumaktadır.