[28-29 Ağustos 2020] R.Ç.’yi de içine alan bir kaba solculuk hâlesinin, avadanlığını nerelerden devşirdiğini kurcalamaya devam ediyorum. Paslı, miadını doldurmuş bir yığın hırdavat söz konusu. Pervazından büyük menteşeler, çalmayan saatler, açılmayan kilitler, dönmeyen anahtarlar, birbirine uymayan vidalar ve somunlar. Toptan eritilebilse keşke. Ama insanlığın düşünce tarihinde öyle olmuyor. Tortular, fosiller… hiçbir şey yokolmuyor. Gene de görüyorsunuz; hafif bir “bilgi arkeolojisi”ne yarıyor.
Sıra, “tek yol devrim”ciliğin devamı ve nerelere vardığında. Buraya nereden geldik? Sosyalist veya sosyal demokrat partiler içinde bir ayrışma, daha 19. yüzyıl sonlarında kendini hissettiriyordu. Marksist olmayan sosyalistler, demokratik olanakların genişlemesinden yararlanarak işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi için mücadele etmeyi, aksi nasıl düşünülebilir ki normalliği içinde karşılıyordu (2010’da ve bugün Yetmez Ama Evet’çiler de anayasanın hiç olmazsa bazı maddelerinin olumlu yönde değişmesini desteklemeye, aksi nasıl düşünülebilir ölçüleri içinde yaklaşmışlardı).
Fakat bugün gibi o zaman da, kafaları basit aklı selime basmayacak kadar karışmış olanlar vardı işte. Bu kafa karışıklığının nedeni de hayat ile teori arasındaki çelişkiydi. Her ne kadar zamanla bölünseler ve içlerinden teorinin cenderesinden biraz olsun kurtulmuş Bernstein’lar çıkarsalar da, Marksistler genellikle çok daha doktrinerdi, Marksist olmayan sosyalistlere göre. İşçilerle gerçek ve yaşamsal bir özdeşlikleri yoktu. Onları işçiseverlikleri değil devrimseverlikleri belirliyordu. Bütün anlı şanlı lâfların ardında, işçi sınıfı bir enstrümandı onlar için. Devrim yapmaya yarayacaktı. Temel vizyon buydu. Emekçiler üzerindeki baskı ve zulmün biraz olsun hafiflemesi, hayatlarının biraz olsun iyileşmesi devrim olasılığının zayıflaması anlamına gelecekse, onlar işçilerden değil devrimden yanaydı. Ama tabii bunu, “işçi sınıfının gerçek ve uzun vâdeli çıkarları” diye rasyonalize etmeyi çok iyi biliyorlardı.
Fakat biliyor musunuz, Marksist teorinin bağlayıcılık ölçüleri içinde, çok da yanlış sayılmazlardı. Çünkü bir, daha 1848’de Komünist Manifesto, devrim vaadi ve umudunu işçilerin “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmaması”na bağlamıştı. Tersten söylersek, kapitalist gelişmenin sağladığı (sağlayacağı) refahın biraz da işçi sınıfına yayılması halinde sınıfsal devrim potansiyelinin zayıflayabileceği düşüncesi burada bile imâ ediliyordu (ve nitekim gerek Lenin’in, gerek Stalin’in Batı Avrupa’da neden devrim olmadığına ilişkin açıklamalarına, daha doğrusu apolojilerine, kuvvetle yansıyacaktı).
Lâkin iki, daha da önemlisi sosyalistlerin kendilerinin ne yapacağı, neyle uğraşacağıydı. Bu demokratik olanaklar ve reform çabalarına mı dört elle sarılacaklardı? Yoksa parlamentoya ve başka her türlü yasal faaliyete “legalitenin istismarı” gözüyle bakıp, dikkatlerini asıl hedef ve görevden, zorunlu ve kaçınılmaz devrimi hazırlamaktan ayırmayacaklar mıydı? Lenin kendi paradigması çerçevesinde haklıydı bu noktada: tek ve aynı parti içinde ikisini birden yapmak olanaksızdı. 19. yüzyıl koşulları içinde devrim demokrasiden ayrışmıyordu. Şiddete dayalı bir yasadışılık, bir anormal politika eylemi olarak iktidarın devrim yoluyla fethi, 1789’dan beri her yerdeydi zaten. Hayır, olan tersiydi; parlamento, seçimler, yasalar ve demokratik olanaklar gelişip güçlendikçe, Marx ve Engels’in öngörmediği bir demokrasi alternatifi vücut buluyor — ve kendi pratiğini, dolayısıyla kendi örgütünü yaratıyordu.
Bu tesbit, Çarlık rejiminin amansız koşullarıyla birleşince, Lenin’i kendini tümüyle ihtilâle adamış, dolayısıyla aslen illegal, yönetici çekirdeği itibariyle illegal, demir disiplinli diye tarif edilen, yani militan-militer karakterde “yeni tip parti” teorisi ve pratiğine götürdü. O da Birinci Dünya Savaşı’nın hazırladığı çok olağanüstü koşullarda Ekim Devrimi’ni mümkün kıldı. Bolşevikler kazandı kazanmasına. Ama onların zaferi, insanlık tarihinin kaybı oldu. İstisnadan, genel kurallar türetilmek istendi. Felâketli sonuçlara yol açtı. Ütopya, yerini distopyaya bıraktı.
1960’larda Guevara “devrimcinin görevi devrim yapmaktır” diyordu. Yani doğrudan, hemen, derhal ihtilâlin içine çağırıyordu. Kestirmeden, olabilecek en dar anlamda ihtilâlci bir pratiğe çağırıyordu. Bir “devrimci sol” (izquierda revolucionaria) vardı, bir de “reformcu sol” (izquierda reformista). Küba devrimini yapan kadro kendini “devrimci sol,” buna karşılık Latin Amerika’nın eski komünist partilerini bile “reformcu sol” olarak görüyordu. Aradaki fark, silâha sarılı sarılmamaktı. Türkiye’de, THKO ve THKP-C gibi örgütler ile sonraki türevleri de aynı kafadaydı. Normal siyaset, “aynılar” ile “ayrılar”ı karıştırıp birleştirebilmeyi gerektirir. Buna karşılık Ruşen Çakır’ın, dolaylı yoldan Mahir Çayan’dan ödünç aldığını geçmişte kendisinin anlattığı ve çok beğendiğini söylediği “aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde” sloganı, bu Lenin ve/ya Guevara tipi ayrışmacı ve kutuplaşmacılığın yansımasıydı.
Burada amacım, solun genel serüveninin gözden geçirmek, 19. yüzyıl Marksizminden 20. yüzyıl Leninizmi ve türevlerine nasıl geçildiğini bir bütün olarak irdelemek değil. Sadece, solcu kimlik değerlerinin formasyonu ve sürekliliğini kurcalamak.
60’lar ve 70’lerde çoğumuz sol-maceracılığın çeşitli biçimlerine savrulduk. Çok zararımız oldu topluma ve demokrasiye. Ben kendimde, kendimizde asıl bunları affetmiyorum. Gene de geriye değişmeyen bazı şeyler kaldı. Kendi payıma, o yıllarda da Guevara’nın sözünü içi boş bir totoloji olarak algıladım. Ne demekti, devrimcinin görevinin devrim yapmak olması? Tek bir tanımı mı vardı devrim yapmanın? Ama hayır, çok somut bir kasıt ve niyet söz konusuydu. Guevara bir bakıma Lenin’in sadık bir takipçisiydi. Yani nasıl Lenin, Marx’ın en iyi ve tek doğru yorumcusu olduğunu iddia edebilmişse, Guevara da aynı şeyi Lenin’le ilişkisi için yapabilirdi pekâlâ. Şu anlamda: “tek yol devrim”in ve “yeni tip parti”nin daha da aşırı bir uzantısıydı. Başından itibaren ve her aşamada, her bir noktada, sadece ve sadece devrimci, sadece ve sadece ihtilâlci çizgide durmak gerektiğini savunuyordu.
Adı “parti” olan, ama silâhlı bir savaş örgütü olarak kurulup gelişen PKK’nın da bu açıdan nerede durduğu âşikâr olsa gerek.
Yeter ki fikirlerimiz nesilden nesile geçsin, demiyordu Guevara. Yeter ki partimiz nesilden nesile geçsin de demiyordu. Yeter ki mitralyözlerimiz elden ele geçsin diyordu. Lenin bu kadar silâh-indirgemeciliğe, siyasetin bu kadar militarize olmasına ve “yeni tip parti”sinin bir adım ötede gerilla foco’suna dönüştürülmesine itiraz edebilirdi kuşkusuz. Ama tohumlarını kendisi atmıştı. Yaşasaydı, ektiğini biçmekte olduğunu farkeder miydi?
Mao da silâhın partiye değil, partinin silâha kumanda etmesi noktasında çok ısrarlıydı. Acaba ne derdi, PKK örneğinde silâhın siyaseti hep ipotek altında tutmasına?
Fakat hepsinin bir ortak yanı vardı. Ve hâlâ da var. Bir miras. Bir zihniyet yapılanması. Devrimciliğin ayrılığı, özelliği, kutsallığı.