[5 Eylül 2020] Son yazılarımda, Marksist sosyalizmin ve onun içindeki bir damardan türeyen komünizmin, doğrudan doğruya kendi programı ve paradigması ölçülerine göre uğradığı tarihî yenilgiyi kurcalıyordum. Burada, özel bir sonucuna kısaca değinmek istiyorum.
Evet, devrimler, daha doğrusu “planlı” devrimler, işçi sınıfı devrimleri gelmedi peş peşe. Hattâ 20. yüzyıl sonlarında, Sovyetler Birliği dahil mevcut komünist partisi yönetimlerinin büyük çoğunluğu çöküntüye uğradı. Küba, Vietnam ve Kuzey Kore’yi saymazsak, aslında geriye bir tek Çin kaldı. Fakat Çin de kapitalizmden ayrı ve farklı bir “sosyalist üretim tarzı” iddiasını terk etti büyük ölçüde. Tek parti diktatörlüğü altında bir tür karma kapitalizm uygulamaya girişti. Enternasyonalizm gütmüyor artık. Son derece milliyetçi, neo-emperyalist bir Büyük Çin vizyonu peşinde koşuyor.
Özetle, 20. yüzyılın ilk çeyreği dolarken, yeryüzünde bir sosyalizm alternatifinden söz etmek mümkün değil. Ekonomik düzeyde, kapitalizm evrensel. Fakat bu, ortak bir siyasî kimlik ve aidiyet demek değil. Tersine, büyük parçalanma ve dağılmalar söz konusu. Batı hâlâ bir blok mu? Çok şüpheli. Clinton’dan “W” Bush’a, ondan Obama’ya ve sonra Trump’a, ABD eski hegemonik konumunu yitirmesine kâh Demokrat kâh Cumhuriyetçi yönetimler arasında dalgalanarak çözüm arıyor, ama bulamıyor. En önemlisi, moral (manevî) önderlik kapasitesi kalmadı. Bir zamanlar Atlantizm vardı. Soğuk Savaşla birlikte doğmuştu. Sona erdi. Başlıca enstrümanı olarak kurulan NATO, oluşan ideolojik boşlukta kendini yeniden tanımlayamıyor. Madalyonun diğer yüzünde, Avrupa Birliği de hem Amerika’nın gölgesinden çıkamıyor. Hem küresel göçlerin tetiklediği yeni milliyetçilikleri altedip insanlığa ciddî bir alternatif sunamıyor.
İki dünya savaşı arasındaki (1918-1939) belirsizlikler alacakaranlığı gibi bir dönemden geçiyoruz, açıkçası. Ve bu çağın da kendi fırsatçıları var. En başta, Çin ve Rusya, George Orwell’in 1984’ünden fırlamış berbat, zalim, hayasız, ahlâksız polis rejimleri. ABD’ye, genel olarak Batıya ve bu arada liberal-demokratik değerlere topyekûn düşmanlık güdüyorlar. Anti-emperyalizm adı altında, kendi nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyorlar. Eski KGB albayı Putin hunhar, hedonist katilin teki. Rusya’dan da fazla Çin, kendi Konfüçyüsçü itaat ve mutlak merkeziyet geleneğini bir medeniyet alternatifi olarak sunuyor.
Bir dizi diğer ülke, evrensel değer ve kuralların çok zayıfladığı, uluslararası yaptırımların uygulanamaz olduğu bu ortamdan, “her koyun kendi bacağından asılır” veya “gemisini kurtaran kaptandır” mantığıyla yararlanmaya çalışıyor. Dünya kamuoyunu hiçe sayıyor. Olanaklarını aşırı zorlamak pahasına, ben bu kaostan ne kapabilirim diye bakıyor.
Bir de bunların eteklerine yapışmaya çalışan çok daha bilinçli, çok daha habis borazancılar var. Bir şekilde, bunlar da gelmeyen devrimin başka türlü ikamecileri. Solda kendilerine yer bulabilmek için, son elli yılda atmadıkları takla kalmamış. Bir ara müthiş anti-Kemalist, sonra Kürtçü, sonra anti-Kürtçü, sonra müfrit Kemalist kesilmişler. Derken AKP karşıtı ve derken hararetli AKP taraftarı olmuşlar. Son haftalarda gerek Libya, gerekse Ege ve Doğu Akdeniz sorunları yüzünden Türkiye ile Yunanistan’ın arasının yeniden, Türkiye ile NATO’nun ve AB’nin arasının ise daha da fazla açılmasını değerlendirmeye çalışıyorlar. Türkiye’nin Batıyı tamamen terkedip kaderini Rusya, Çin, Suriye, Mısır ve İran’la birleştirmesini savunuyorlar.
Adını koyalım: bu yeni bir faşist akım. Atatürkçülükten türemiş Avrasyacı-ulusalcı faşizm. Bir zamanlar Reşat Fuat Baraner, Turancı akımlara karşı En Büyük Tehlike broşürünü yazmış, Faris Erkman’ın adıyla yayınlamıştı (1943). Günümüzün en büyük tehlikesi de bu Avrasyacı-ulusalcı faşizm. Dağılan bir dünyada iktidarı çok meşum yerlere çekmek istiyor. İki dünya savaşı arasının Nazi hayranları ve işbirlikçileriyle aynı rolü oynuyor.