[5-6 Kasım 2020] Ayrı bir “İslâmi bilim” olup olamayacağını kurcalayışımın dördüncü ve son (söz veriyorum, kesinlikle son) yazısı beklesin birkaç gün daha. Azıcık içimi dökmek ihtiyacını duyuyorum.
Bu hayatımın üçüncü kritik seçimi, sırf tuttuğum tarafın kazanması veya kaybetmesi heyecanıyla değil, aynı zamanda haksızlığa karşı büyüyen bir öfkeyle yaşadığım. İlki 14 Ekim 1973’teydi, 12 Mart (1971) rejiminin pili tükenirken. Memduh Tağmaç cuntası parlamentoyu feshetmemiş, onun yerine kukla bir hükümet atamış ve Adalet Partisi’nin Meclis çoğunluğuna dayanarak yönettirmeyi seçmişti. Bunun nedenlerini ayrıca tartışabiliriz; herhalde TBMM o sırada 12 Eylül 1980’e gidiş sürecinde olduğu kadar yıpranıp gözden düşmediği, demokrasinin hiç olmazsa şeklî prosedürlerinin henüz meşruiyetini koruduğu ve dolayısıyla parlamentosuz yapabilecekleri generallerin de aklına gelmediği için.
Önemli yanı şu ki, (bugünlerde çok moda olan deyimiyle) bu “hibrid” çözümün ilk bakışta hemen akla gelmeyecek bir sonucu oldu: Süleyman Demirel’i ve partisini halkın gözünde suç ortağı konumuna soktu, sıkıyönetimleri, işkenceleri ve idamlarıyla askerî diktatörlüğün. Bu da, İsmet İnönü’yü deviren Ecevit’in bir devlet partisi olmaktan biraz olsun uzaklaştırdığı yeni, Ortanın Solu CHP’sinin katalizörlüğüyle birleşince, kamuoyunda demokratik bir bilinç patlamasına yol açtı. 1973 sonbaharının CHP seçim mitingleri, “Kahrolsun Faşizm!” sloganının yankılandığı bir kitle hareketine dönüştü. Ve sandıktan sürpriz çıkıverdi.
Sürprizdi, çünkü Türkiye 1950’den beri daha çok merkez sağa oy veriyordu ve 27 Mayıs’ın gölgesindeki 1961 seçimleri hariç, bu çizgi 1965 ve 1969’da da tekrarlanmıştı. Dolayısıyla AP emindi zaferden. Kazanacak ve orduyla işbirliği daha üstü örtülü biçimde devam edecekti. Ama oylar sayılmaya başladığında bu rehavet ve kendinden hoşnutluk altüst oldu. Hemen 14 Ekim Pazar gecesi ve ertesi gün ortaya çıktı ki, CHP önde gidiyor ve giderek açıyor arayı. Fakat o ne? TRT ısrarla hep AP’nin önde olduğu yerlerin sonuçlarını vermeye başladı, cunta ve Demirel açısından “olmaması gereken”e tepkisi içinde. O sırada 26 yaşımda ve Mamak’ta, 28. Tümen içindeki askerî cezaevindeydim, olmayacak devrim hayallerimiz ve illegalist gençlik maceracılığımız yüzünden. Gazeteler geliyordu ve okuyabiliyorduk gerçek durumu. Ama o zamanlar tek kanal, tek mecra olan TRT kör bir inatla reddediyordu hakikati. Hiç unutmam; erken sonuçlar itibariyle AP’nin milletvekili sayısında hâlâ önde olduğu son durum 87-82 idi. Radyo takılıp kalmıştı sanki oraya. Spiker “şimdi genel seçimlerde son durumu bildiriyoruz” gibi bir cümleyle başlıyor ve koğuşun duvarındaki hoparlöre kulak kesiliyorduk ister istemez. Lâkin ardından hep aynı açılan sandık, sayılan oy, AP’nin aldığı, CHP’nin aldığı, iki tarafın yüzdeleri vb rakamlarını aynı bıktırıcılık ve biteviyelikle okuyor; sonunda gene 87-82 diyordu. Nasıl bir ahmaklık ve ahlâksızlıktı! İki küsur yıldır hapishanede yaşadıklarımız bir yana; bu aptalca yalancılık büsbütün sinir ediyordu hepimizi.
Buna benzer ikinci olayı, tabii 31 Mart 2019 yerel seçimleri bağlamında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçiminde yaşadık. Hemen aynı tür bir rezaletti, tarihten hiç ders çıkarmamışçasına. (Hoş, biliyorlar mıydı 1973’te ne olduğunu, o da ayrı mesele.) Daha baştan ve uzun süre, Binali Yıldırım’ın önde olduğu yerler verildi hep. Bir ara fark yüzde 57-43 oldu. Bazı çokbilmiş TV panelistleri tamam, bitmiştir bu iş, buradan geri dönüş olamaz buyurdu. Derken İmamoğlu yetişmeye başladı adım adım. Büyük ilçelerden toplu oylar geldikçe hızla arayı kapatıyordu ve besbelli, son anda ve kıl payıyla da olsa geçecekti Binali Yıldırım’ı. Ancak o anda çok tuhaf iki şey birden oldu her nasılsa. Anadolu Ajansı sonuçları vermeyi kesiverdi ve Binali Yıldırım da alelacele bir basın toplantısı yapıp seçimi kazandığını ilân etti.
Şimdi düşünüyorum da; Trump’tan önce Trump gibiydi bir bakıma. Hayretten dilim tutulmuştu ekran karşısında. Herkes biliyordu doğru olmadığını. Ama AA da yapıyordu ve Binali Yıldırım da yapıyordu işte. Ertesi sabah gerçek ortaya çıktı mamafih. Fakat o zaman da ilk andan itibaren yazılar döşenmeye başladı iktidar medyası, hangi hilelerin yapıldığı ve AKP oylarının nasıl çalındığına dair. Gene çok “biliyor”du, yüzde yüz “emin”di bazı köşe yazarları; “bu kadar tecrübem varsa…” gibi kocaman lâflar ediyorlardı, sonradan hiçbiri için özür dilemeyecekleri. Çünkü (aynen 1973’te Süleyman Demirel gibi) 2019’da AK Parti’yi asla kaybedemez zannediyorlardu. Dalavera diye diye, kendileri nelere başvurdu bu uğurda! YSK’ya zorla seçimi tekrarlatmaya kadar gittiler — ve sonra da seçimin tekrarına onay verenleri ödüllendirmekten, karşı oy kullananları ise cezalandırmaktan çekinmediler. (Trump’ın çeşitli yargıç atamalarını hatırlatıyor mu size?) Ancak halktan, seçmenden karşılığı bu sefer 26 Haziran’da 806,000 oy ve yüzde 9’un üzerinde farkla kaybetmek oldu.
Ve şimdi üçüncü böyle “vaka”yı yaşıyoruz, Türkiye’de değil binlerce kilometre uzakta, Amerika’da. Fakat Amerika diye geçmeyelim; bütün dünyanın kaderi biraz buna bağlı. Dünyada azıcık olsun iyilik olabilmesi, hiç olmazsa bu sefer, bu kötünün yenilmesine bağlı.
Zira evet, bu Trump kötünün kötüsü bir adam. Hoyrat, kaba, küstah, terbiyesiz. Mendeburun, şarlatanın, ahlâksızın teki. Her türlü çamura yatabiliyor; mızıkçılığın, şımarıklığın, yalancılığın hepsi onda. Bir de sevimli ve eğlenceli buluyormuş bazıları. Bu nasıl sevimlilikse, bilemedim artık. Belki, Orhan Veli’nin “Hitler amca! / Bir gün bize de buyur. / Kâkülünle bıyıklarını / Anneme göstereyim” mısralarındaki gibi sarkastik bir sevimlilik biçmektir. Ya da Şarlo’nun (Charlie Chaplin) bütün dünyayı güldürmesi gibi Diktatör’e.
Zira çok âşikâr ki Adolf Hitler gibi Donald Trump da demokrasiyi ve hukuk devletini dümdüz edecek (edecekti), elinden gelse. O nefretle dolup taşıyor. Daha baştan FRAUD (SAHTEKÂRLIK) diye başladı aylar önce, posta oylarına ve erken oy kullanmaya karşı. Başkan ve diğer Cumhuriyetçi liderler, aylar boyu ellerinden geldiğince sınırlamaya çalıştılar, vatandaşlarının oy kullanma hakkını. Seçmeni korkutup sandıktan uzak tutmayı denediler. Seçme Hakkı Yasası’nı (Voting Rights Act) kısmen güdükleştirdiler. Sandık listelerini temizlediler. Posta İdaresi’nin fonlarını dahi kıstılar, sırf posta oylarının hepsi zamanında sayım yerlerine ulaşamasın diye. Ve habire sandık hilelerinden söz ederek kamuoyunun seçimlere güvenini sarsmak istediler. Dahası, örneğin Pennsylvania eyaletinde, posta yoluyla gelen erken oyların Seçim Günü’nden, yani 3 Kasım’dan önce sayılmasına yasak koydurttular. Böylece sayım sürecinin 3 Kasım’dan çok sonrasına sarkıp sürekli dâvâ ve gerilim konusu olmasının önünü açtılar.
Gene de Amerikan halkı pek benzeri görülmedik bir katılım yüzdesiyle koştu oy kullanmaya. Ve ardından Trump’ın yeni numaraları geldi. Alelacele A BIG WIN (BÜYÜK BİR ZAFER) ilân etti daha seçim gecesi (Binali Yıldırım misali). Ve hemen aynı anda, Yüksek Mahkeme’den STOP ALL COUNTING (HER TÜRLÜ OY SAYIMINI DURDURUN) talebinde bulundu (Anadolu Ajansı misali). Zırvalığın doruğuydu. Bir, yasal olarak kullanılmış, damgalanmış, karşılığında deftere imza atılmış oylar sayılmasın da ne demek? İki, Yüksek Mahkeme’ye, bırakın sözlü (veya başka herhangi bir biçimde) “talimat” vermeyi; gerekli usullere uygun olması gereken yazılı bir dosya dışında, Yüksek Mahkeme’ye müracaatın başka bir yolu var mı? Üç, bu talimat havası ne oluyor? Bir karışıklık mı var acaba, Yüksek Mahkeme (ABD) ile Yüksek Seçim Kurulu (Türkiye) arasında? Yüksek Mahkeme Trump’ın emir ve telkinlerine açık mı ki, ânında selâm durup istediğini yerine getirecek? Nitekim çağrısı Cumhuriyetçi Parti ileri gelenlerinden de tepki alınca Trump hemen kesti bu telden çalmayı. Onun yerine, başka yöntemleri öne çıkardı. Bunların en başında sahtekârlık teranesi geliyor; ikinci sırada ipe sapa gelmez, çoğu zaman en ufak bir kanıt dahi gösterilmeyen, sırf iddiadan ibaret (İstanbul 2019 medyası misali) mahkeme başvuruları, üçüncü sırada bazı eyaletlerde bütün oyların yeniden sayılması talebi yer alıyor. Hepsinin ortak yanı, oyalamak ve geciktirmek, olabildiğince. Cılkını çıkarmak, seçim sürecinin (ve demokrasinin). Taraftarlarından da abuk subuk davranışlar eksik olmuyor bir yandan. Bazı yerlerde (örneğin Arizona) gerideler diye COUNT ALL VOTES diye bağırıyorlar (BÜTÜN OYLARI SAYIN). Başka bazı yerlerde ise (örneğin Detroit) STOP COUNTING diye bağırıyorlar (SAYMAYI KESİN), en azından Michigan eyaletini kaybettikleri kafalarına dank edinceye kadar. |
Peki ama bu nasıl bir şirretlik, nasıl bir çifte standartlılık? Doğruluğun, adaletin, hakkaniyetin,“fair play”in yanından bile geçmemiş bu adamlar – Trump ve Trumpçılar. Namussuzluk adına ne ararsan var, sırf kazanmak ve ne pahasına olursa olsun kazanmak uğruna. Neyse ki Amerikan demokrasisi başka bazı ülkelere göre çok sağlam. Başkanlık sistemi kadirikül bir başkan demek değil. Onun da denge ve denetleme mekanizmaları. Ve sistem, bu denge ve denetleme mekanizmalarını yoketmeye yönelik tüm saldırılara karşı dayanıyor. Pennsylvania örneğine dönelim. Trump ve ekibi, posta oyları sayılırken Cumhuriyetçi oylarının yokedildiği iddiasında bulunmuştu. Buna karşı eyalet valisi Tom Wolf her oyun tek tek, sonuna kadar sayılacağına yemin veriyor: “Pennsylvania’da âdil bir seçim yapılacak ve dış etkilerden bağımsız olacak. Şahsen ben ve hepimiz, Pennsylvania’nin oyuna tecavüz anlamına gelecek her girişime canla başla karşı çıkacağız.”
Halen Trump’ın avantajının 600,000’lerden 18,000 dolayına düşmüş olduğu eyalette, (ben Cuma sabahı bu satırları yazarken) daha sayılmadık 270,000 kadar oy var. Ve sayımın, en geç 3 Kasım damgalı bütün posta oylarının sayılabilmesi için, Amerika saatiyle Cuma akşamına (bu akşama) kadar devam edeceği açıklanmış bulunuyor.