[7-8 Kasım 2020] Aşağıdaki resimde, bir dönemin sonu. Dün, yani 7 Kasım Cumartesi, kendi kulübünde saatlerce golf oynayan Donald Trump’ın, “gün ererken akşama” çok bozuk halde Beyaz Saray’a mutad ve âdeti olduğu üzere ön kapısından değil, fazla görünmeksizin yan kapısından girişi.
Bunu da kaydedelim ve şimdi gelelim, Trump’ın Türkiye’deki destekçilerine. Sesleri çok çıkıyordu, 3 Kasım öncesinde ve hemen ertesinde. Trump’ın seçilmesi ile Türkiye’nin “yükselişi” (?) birbirine bağlanıyordu genellikle. Sosyal medyada, bu yüzden heyecanlanıp Allahüekber diye tekbir getirenlere bile rastlamıştım.
Nereden kaynaklanıyordu (kaynaklanıyor) bu çok sıkı Trump destekçiliği? Görünüşte bunun nedeni dış politika ve “Türkiye’nin yararı.” Hükümet o kadar çatıştı ve kapıştı ki, başta ABD ve Batı olmak üzere neredeyse bütün dış dünyayla… Kuzey Suriye’yle başladı: PKK, PYD, IŞİD’le kim dövüşecek? Irak’taki Kürdistan Özerk Bölgesi’nin seçim yapıp yapamayacağından geçti. Afrin, İdlib, güvenlik koridoru hayali ve Barış Pınarı harekâtına uzandı. Herkesin gözünde Türkiye, toptan Kürt düşmanı bir hüviyete büründü. Suriye’de nihaî çözüme ABD üzerinden dahil olmaya çalıştı, olmadı. Rusya ve İran üzerinden dahil olmaya çalıştı, gene olmadı. Derken Libya’daki iç savaşa dalındı. Aynı sıralarda Mavi Vatan projesi, tartışmalı sularda doğal gaz ve petrol arama çalışmaları ve NavTex ilânı geldi. Kıbrıs, Yunanistan ve Fransa ile adım adım gerildi ilişkiler. “Neo-Ottomanist imparatorluk hayalleri”nden daha sık ve daha ciddî söz edilir oldu. Üzerine Dağlık Karabağ’da savaş ve Türkiye’nin Azerbaycan’a topyekûn destek vermesi, üstelik iktidar medyasının bununla bir hayli de böbürlenmesi geldi. Âşikâr ki Putin hayli bozuldu buna. Rus basınında Erdoğan’ın sınırlarını aştığı yolunda imâlı yazılar yayınlandı. Sergey Lavrov Türkiye müttefikimiz değildir dedi. İdlib’de bir hava saldırısı oldu. Ankara’nın desteklediği cihadist örgütlerden birine mensup 86 savaşçı tek bir hedefte can verdi.
Türk dış politikası, Ermeni sorunu yüzünden hep görece Cumhuriyetçi yanlısı olmuş, Demokratların 1915 soykırımını tanımaya yatkınlığına ise endişeyle bakmıştı. Üstelik, geçtiğimiz dört yılda Trump NATO’yu bile boşlamış, kendisine açıkça meydan okuyan AB’ye büsbütün sırtını dönmüş, böylece Batı İttifakı diye bir şeyin pek işlerliği kalmamıştı. Uluslararası hukukun çözülmeye yüz tuttuğu bir dünya, “gemisini kurtaran kaptandır” ya da “her koyun kendi bacağından asılır” fırsatçılıklarına açıktı. Diplomasi çökmüş, Sosyal Darwinizm geri gelmişti. Nitekim Trump, en azından görünüşte, hemen hiç aldırmıyor gibiydi Türkiye’nin başına buyruk girişimlerine. Fakat şimdi Joe Biden yeniden aldıracak ve karışacak ve taş koyacak, bu da “aleyhimize” olacak, yerli ve millî bir dış politika izleme olanaklarımızı kısıtlayacak, belki Türkiye’yi yaptırımlarla dahi yüz yüze getirecekti. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan’a otokrat dememiş ve muhalefeti destekleyeceğini söylememiş miydi sekiz ay önce (ki bence de klasik Batı-merkezci kibri yansıtan büyük bir hatâdır)? Rıza Zarrab dâvâsı da tuz biber ekiyordu bu ihtimallere. Trump’ın peşpeşe savcı azletmek yoluyla hasıraltı ettiği dâvâyı Biden pekâlâ canlandırabilir, bu yolla Türkiye’nin damarına basabilirdi.
Açık – örtük bunlar söyleniyor veya imâ ediliyor-du, günlerdir televizyonlarda. Bırakalım, şimdi iyimserliğin de, endişeli bekleyişin de sona erdiğini ve bu kişiler açısından en korkulu dedikleri ihtimalin gerçekleştiğini. Sırf bilgi, mantık ve etik açısından, var mı söyleyeceklerimiz bu tarz kurgu ve düşünceler hakkında?
Bir. En basiti: Türkiye’nin çıkarı, iktidarın çıkarı mı? İkisi aynı şey mi? Burada bir sözcük ve kavram hokkabazlığı söz konusu. Çoğulcu toplumlarda, dış politika da farklı ideolojik, politik, kültürel vb tercihlerin ürünüdür. Çeşitli partiler iktidara gelir ve kendi iç politikaları gibi kendi dış politikalarını da güder. Demokrasinin prensibi budur. Onun için mevcut (yukarıda özetlediğim) dış politika girişimleri, çok önemli bir anlamda “Türkiye” adında bir öznenin politikaları değildir. Türkiye adına hareket eden bir öznenin, mevcut iktidarın politikalarıdır. Dolayısıyla ABD’deki seçim sonuçlarından Türkiye’nin (dış politikasının) zarar göreceğini söylemek yanıltıcıdır. Bir zarar ve hasar doğacaksa, bir zorluk ve sıkıntı yaşanacaksa, iktidarın dış politikasında yaşanacaktır.
İki. Bunun ise iktidarın yanı sıra Türkiye için de kötü olacağı, hiç ama açık değildir. Mevcut iktidarın mevcut politikalarının Türkiye’ye iyi geldiğine o kadar emin miyiz ki, şimdi dış etkenler sonucu engellenmeleri ihtimaline korkuyla bakıyoruz? Eğri oturalım doğru konuşalım. Şimdiye kadar ne kazandı Türkiye bütün bunlardan? Sırf iktidarın kendi hedef ve amaçları açısından değerlendirdiğinizde dahi, Kuzey Suriye’den, Rojava’dan itibaren hepsi, tümüyle bir başarısızlık öyküsü. Her birinde, önce çok ama çok büyük lâflar edildi. Geliyoruz dendi. Siz yapmazsanız biz yapacağız dendi. Medyada büyük bir rüzgâr estirildi. Ama sonra olmadı. Küçük bir endeks kabilinden: 400×30 kilometre yerine 30×15 kilometrede kalındı. Ve sonra o propaganda rüzgârı dindirildi. İlân edilen zafere ulaşılamamasının üzerine sünger çekildi. Hiç olmamış gibi davranıldı.
Ama bu kısmî tökezlemelerle de kalınmadı ve hepsinin ötesinde genel bir tıkanma oluştu, gerek iktidar için ve gerekse yönettiği ülke için. Kapılar peş peşe kapandı. Bir tür rogue state, “kanun dışı devlet” muamelesi başlamadı gerçi. Ama Türkiye’nin etrafında hayli olumsuz bir hava oluştu. Amerika ile Rusya arasında fazla sık ve hızlı gidiş gelişler güvensizlik yarattı. Fazla bağırma ve parmak sallamalar bıkkınlık verdi. Sadece Macron değil, pek çok lider, politikacı, devlet adamı, hattâ sivil toplum mensubu, aydın, yazar, öğretim üyesi… şimdi ne yapacaklar diye bakar oldu. “Bize ne” denilemez. Çünkü sonuçta, Ay’da değil Dünya’da yaşıyorsunuz. Ayrıca ekonomi de giderek kötüleşiyor. Hem, bütün bu “sert güç” denemelerinin, milliyetçiliğe aykırı bir şey söylememek uğruna muhalefetin de (şimdilik?) sorgulamadığı muazzam bir maliyeti olmalı. Hem de siyasî öngörülebilirlik ve istikrarın aşınması, yanlış faiz politikasıyla da birleşince, dış yatırımların ve “sıcak para”nın uzak durmasına yol açıyor. Merkez Bankası bir yılda 100 milyar dolardan fazla satmak zorunda kaldı, TL’yi desteklemek gibi bir Mission: Impossible uğruna. Türkiye, Hazine ve Maliye Bakanına inat, keşke dolarla maaş alıyor olsak diyen insanlarla doldu. En basiti, sağlık sektörünün borçları yüzünden şu pandemi ortamında yeterli grip aşısı bulunamamakta. Günlük hayatımızdan kişisel bir anekdot aktarayım. Dün bir ampul sorunu yaşadık. Oturma odamız aynı zamanda kütüphane, okuyup çalıştığımız yer. Işık önemli. Ortaya çıktı ki yanan türden 250’lik ampul gelmiyormuş, getirilemiyormuş artık. Evimizin altındaki elektrikçi: Almanya’ya gidip gelen tanıdığınız varsa sipariş edebilirsiniz tavsiyesinde bulundu. Daha kimbilir böyle ne gibi ithalât darboğazları yaşanmakta. 1980 öncesindeki son Ecevit koalisyonunun kuyruklarını, yakıtsızlığını, çok üşüdüğümüz ve hep üşüdüğümüzün anısını unutamıyorum. Kuşkusuz kırk yıl sonra bugün, Türkiye ekonomisi çok daha dayanıklı bir noktada. Ama gene de bu tür sıkıntılar çoğalıyor. Bunlar da dış politika maceracılığıyla yakından bağlantılı.
Üç. Öyle mi/ydi acaba? Yani Trump hep böyle hayırhah mı devam edecekti, Türkiye’ye karşı? Her şey bir yana; geçmişte de hep hayırhah mı davranmıştı ki öyle devam edeceğini varsayıyoruz? Tabii hiç öyle değil ve nitekim bu noktada, belli belirsiz bir çatlak ve rahatsızlıktan da söz etmek mümkün, AKP etrafında halkalanan kesimlerde. Boş meydanlarda doludizgin at koşturabilmek, iktidarın ulusalcılaşan kanadının esas meselesi. Buna karşılık görece saf dindar-muhafazakâr kesimde, İslamofobi, Müslümanların tümüyle terörist muamelesi görmesi, nüfusunun çoğu Müslüman olan çok sayıda ülkeye konan ABD’ye seyahat ve giriş yasakları, İsrail’e topyekûn destek, Amerika’nın Kudüs’ü İsrail’in başkenti kabul etmesi… nisbeten daha büyük bir ağırlık taşıyor. İsrail Dışişleri Bakanı, Trump’ın kazanması için dua ediyorum diyor ve bu hiç yer almıyor merkez medyada. Gene aynı mecralarda, Biden’ın Erdoğan’a otokrat dediği hatırlanıyor da Trump’ın çok daha ağır ifadeler kullandığı meşhur mektubu, ya da meselâ Türkiye’yi ekonomik çöküntüyle tehdit etmişliği hiç hatırlanmak istenmiyor nedense. Oysa o tehdit ve hakaretler, olanca deliliği ve dengesizliği içinde Trump’ın, tekrar seçilseydi icabında neler yapabileceği hakkında bir fikir veriyordu.
Dört. Fakat asıl sorun bunların hiçbiri değil. Asıl sorun demokrasi ve hukuk devleti sorunu. Asıl endişe de agresif dış politikanın artık yürümeyeceği değil; Biden’in ve Biden tarafından bu konularda yeniden uyarılmış bir Batı’nın, Avrupa dahil, demokrasi konusunda, hukuk devleti konusunda, insan hakları konusunda Türkiye’nin daha fazla üzerine gelebileceği kaygısı. Osman Kavala (ve artık Henri Barkey) dâvâsı ya da Enis Berberoğlu dâvâsı gibi hukuksuzluk örneklerini bir yana bırakalım. Artık derece mahkemelerinin (somutta, İstanbul 14. ve 15. Ağır Ceza Mahkemelerinin) Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayı resmen, alenen reddettiği ve haftalardır bu konuda hiçbir gelişmenin olmadığı, Adalet Bakanlığı’nın hiçbir adım atmadığı, saldırı altındaki AYM’den de ses çıkmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu durum kırılgan bir tedirginlik yaratıyor. Üstelik bu demokrasi sorunu iki yanlı. Hem Türkiye’nin buralardan sıkıştırılabileceği korkusu var, hem de madalyonun diğer yüzünde, ABD’nin demokrasi sorununa zerrece aldırmazlık. Trump demokrasinin en temel direği olan seçimlere saldırdı günler ve haftalar boyu. Önceki yazılarımda anlattıklarımı tekrarlamayacağım. Olmadık rezillikler, yalanlar, iftiralar söz konusuydu. Tam bir dezenformasyon kampanyasıydı Trump’ın yürüttüğü. Türkiye’de Trump’ın kazanmasını arzulayanlar hiç aldırmadılar bu demokrasi düşmanlığı gösterimine. Kimbilir, belki bir teori uyduran da çıkar, Kongre’nin demokrasinin değil oligarşinin kalesi olduğuna dair. O zaman buna karşı Trump elbette en samimi demokrasinin garantisi olur.
Beş. Bir de tabii insanlık sorunları var, çevre, göç, ırkçılık, pandemi, WHO, Birleşmiş Milletler ve dünya yönetişimi gibi. Bunlara sonraki ve bu konuya ilişkin son yazımda değineceğim. Sadece şu kadarını kaydetmekle yetineyim: bütün bu ABD seçimi tartışmalarında, iktidara yakın konuşmacılardan hiçbirinin aklına, “dünya 5’ten büyüktür” fikrine Trump’ın ne kadar yatkın olabileceğini sormak gelmedi.
Şimdi nasıl özetleyelim bütün bunları? Bana sorarsanız, Trump’ı desteklemek, kazanmasını istemekten öte bir olayla yüz yüzeyiz; günlerdir televizyonlarda konuşan, gazetelerde yazanlar doğrudan doğruya Trumpçı — evet, Türk Trumpçıları; o kültürün bizdeki, aynı derecede fütursuz, çifte standartlı ve saldırgan karşılıkları. Okulları ve müfredatı soracak olsanız, “değerler eğitimi” diyecekler, ama zerrece ilgileri kalmamış herhangi bir ahlâkî değerle. Kültürlerinde buluşuyorlar ve tercihlerinde, ideolojilerinde, dünyaya bakışlarında buluşuyorlar. Temelde dış politika nedeniyle değil; bu kimlik ve aidiyet yüzünden kazanacağına seviniyorlardı ve şimdi kaybettiğine ağlıyorlar.
Küçük bir hatırlatma. Faşizmin enternasyonali olmaz. Mutlak despotik imparatorluğu olur. Dolayısıyla müttefikleri de olmaz. III. Reich gibi bugün de sadece kölesi, kuklası, Quisling’leri, Pétain’leri olunur.