[12 Kasım 2020] Önce şunu söyleyeyim ve bir kenara koyayım: Etyen Mahcupyan’ın iki gün önceki yazısı az kalsın beni tümüyle yoldan çıkartıyordu (10 Kasım: Beş yüz yıldır değişmeyen ‘şey’). Önceki Büyük yenilgi: kültürel hegemonya (27 Ekim) gibi, ana gövdesini oluşturan güncel tahlillerine hemen tamamen katıldığım, ikincil kalan bazı tarih görüşlerine itiraz ettiğim, Mahcupyan’ın da eleştirilerime karşılık verdiği (3 Kasım: Kültürel hegemonya: kökü nerede?), ama benim henüz bir rejoinder (cevaba cevap) yazamadığım bir yazı değil bu. Hemen tamamen tarihle, Osmanlı tarihiyle ilgili. Ve hemen tamamen yanlış. Bilgi olarak da yanlış, yöntem (kaynak analizi) bakımından da yanlış. En basiti, II. Selim’in kalabalık “av dönüşü” gösterisini de, İran elçisinin çemkirmesini de nasıl okuyacağını bilmiyor Mahcupyan. Elçinin (güya) “umursamaz”lığını Osmanlının (güya) kofluğunun objektif, gerçekçi, modern (bugünkü) bir eleştirisi gibi yorumluyor. Bütün bu törenlerin ve karşılıklı jestlerin, o çağ açısından evrensel ne tür kalıp-roller ve kalıp-tavırlar olduğundan habersiz. Sırf Osmanlıya özgü sanıyor. Ve sonuçta, öncekinden çok daha koyu, çok daha net biçimde Oryantalist bir düşünce ufkuna (ironik olarak, fazlasıyla modernist-Cumhuriyetçi denebilecek bir anti-Osmanlıcılığa) savruluyor. Bu da yirmi yıldır günümüze ne kadar anti-modernist bir perspektiften baktığıyla çok büyük bir çelişki oluşturuyor.
Demek, Etyen Mahcupyan’la o kadar çok konuda anlaşıyoruz ama tarih konusunda anlaşamıyoruz. Zaten 3 Kasım yazısında, tarih disiplinini görelileştirme ve önemsizleştirmenin; tarih konusunda tarihçilerin söylediklerini bir kenara itmenin teorisini de kuruyor, ufaktan ufaktan. İçimden çok geçti, başka her şeyi bırakıp derhal bu konuya dalmak. Kendimi zor da olsa tutuyor; şimdilik eh, ne yapalım, bu da böyle olsun diyor; önce şu “ABD seçimleri” dizisini, ardından daha önce başlamış olduğum “İslâmî bilim” serisini bitirmek istiyorum. Bir hafta sürer ve Mahcupyan’la tarih tartışmasına ancak ondan sonra dönerim sanıyorum.
* * *
Buradan gelelim Biden’a. Seçim kampanyası sırasında çok yazıldı, silik, vasat, fazla kibar, hitabeti yok, karizmatik değil, dinamik bir liderlik sergilemiyor, kitleleri peşinden sürükleyemez diye. Buna karşı, savunanlar da çıktı, özellikle sonlara doğru. T24’ten Cemal Tunçdemir’in Büyük liderler çağı ve Joe Biden yazısı Serbestiyet’te de yayınlandı (31 Ekim). Birkaç gün sonra Oral Çalışlar da aynı fikirlere yer verdi (3 Kasım: Biden’la birlikte lider tipi değişecek mi?). Tunçdemir temel tezini “Günümüzde siyasette en fazla değer verilen şeyden, yani bütün bu liderlik karizması ve kurtarıcı kahraman profilinden yoksun olması, aslında eksiklik ve kusur olmak bir yana Joe Biden’ı, belki de son yarım yüzyılın en değerli ABD başkan adayı yapan özellikleri” şeklinde özetliyor ve daha da ileri giderek, “Biden’ın şahsı hakkında aşırı iddialı olmayan, etik ve centilmenlik kurallarına saygılı uygar aday profili, belki de, Amerikan demokrasisinin de, Macaristan, Hindistan, Venezuela, Polonya, Rusya gibi ülkelerin son yıllarda yaşamakta olduğu girdaba yuvarlanması arasındaki tek şey” diyordu.
Başından itibaren biraz şüpheyle baktım bu yaklaşıma. Birincisi, “son yarım yüzyılın en değerli ABD başkan adayı” (şimdi başkanı) iddiasını hayli abartılı buldum. İkincisi ve çok daha önemlisi, şu “Amerikan demokrasisinin de… girdaba yuvarlanması”nı önleyen “tek şey” ifadesine takıldı kafam. İş nihayet seçim noktasına geldiğinde, farklı ve sakin, saldırgan olmayan, etik kurallara saygılı bir kişilik sergilemek tabii iyi bir şey. (Ben bu açıdan Amsrika’da Biden’ı da beğenebilirim, Türkiye’de benzer özellikler gösteren Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nu da.) Ama farklılık ile önleyicilik aynı şey mi? Bir seçimin, 3 Kasım 2020 seçimlerinin ötesinde, bugünkü adıyla Trumpçılığı, biraz daha açarsak Amerikan popülist otoritarizmini, daha daha açarsak düpedüz Amerika’nın ana akım neo-faşizmini önleyebilmek, kapının dışında tutabilmek aynı şey mi acaba?
4 Kasım sabahının ilk açılan sandık ve sayılan oy durumları geldi, bu düşüncelerimin üzerine. Benim hatâm: Trump’ı önde görünce korktum ve korktuğum için kızdım — ve sinirimi Biden’dan çıkarmaya kalktım. Silikliği, pısırıklığı yüzünden mars oldu diye sms’ler yazdım sağa sola (gördüğünüz gibi, hâlâ kendimle hesaplaşmayı bitiremedim bu yüzden). Çok erkenmişim ve durumu anlamamışım. Sonra, evet, yanlış çıktım. Kaybetmedi, kazandı ve yeryüzünün bütün demokratları gibi ben de rahat bir nefes aldım kuşkusuz.
Ama madalyonun diğer yüzünde, gene kabul edelim ki farklı da kazanmadı, kazanamadı. 1964’te bir başka aşırı sağcıya, Barry Goldwater’a karşı Demokrat Parti adayı Lyndon Johnson inanılmaz bir üstünlük sağlamış; 44 eyalet artı Washington DC’yi kazanmış (yani Goldwater’a sadece 6 “en güney” eyaletini bırakmış; bu temelde İkinci Seçmenler Kurulu’nda 486 – 52 çoğunluğa ulaşmıştı. Genel oy dağılımı ise 43 milyona 27 milyon, yani yüzde 61.1’e 38.5 şeklindeydi. 3 Kasım öncesinde Biden’ı yüzde 9-10 önde gösteren kamuoyu yoklamalarına bakıyor ve Trump benzer bir hezimete uğrar mı diye geçiriyordum içimden. Bu kadar şarlatanlık, sahtekârlık ve yalancılık, bu kadar ırkçılık, hele koronavirüs salgını karşısında bu kadar başarısızlık, benim gözümde öyle bir bozgunu hak ediyordu.
Tabii hiç öyle olmadı; bırakın bir çığ altında ezilmeyi, Trump gene herkesi şaşırtan bir performans gösterdi sandık başında. Katılım oranı yüzde 66.4 oldu ki bu, 1900’den bu yana en yüksek rakam. Bu çerçevede, Joe Biden 77 milyon oyla rekor kırdı gerçi. Ama Trump da 2016’ya kıyasla oyunu 9 milyon arttırıp 72 milyona ulaştı. Böylece, yaklaşık 150 milyon oy içinde fark 5 milyonda kaldı. Üstelik, 50.8’e 47.4 yüzdelerinin de işaret ettiği üzere, Hillary Clinton gibi Joe Biden da az kalsın İkinci Seçmenler Kurulu’nda gidiyordu okkanın altına. Önce Wisconsin ve Michigan döndü, sonra Pennsylvania (ve muhtemelen, hâlâ kesinleşmemiş de olsa, Arizona ve Georgia). Son ikisini de alırsa, Biden 306’ya da varabilir kuşkusuz. Ama bu kritik eyaletlerin hepsinin ancak oy sayımının çok ileri safhalarında Trump’tan Biden’a döndüğünü; ayrıca dördünde farkın halen de 12 – 14 – 20 -36 bin dolayında kalmış olduğunu unutmayalım.
Dolayısıyla bana sorarsanız, evet, Trump’ı püskürtebilmek tabii başarı ve sevindirici; ama bunun ötesinde öyle muazzam bir başarı yok, özellikle de Biden’ın benzersiz liderlik vasıflarına bağlanabilecek bir başarı yok ortada. Şu denebilir: yoldan çıkmadı, şanzımanı dağıtmadı ve kendisine emanet edilen görevi yerine getirip, kazanılabilecek seçmen kesimlerini kaybetmeden ipi önde göğüslemeyi başardı. Esasen buydu, Biden’ın Demokrat Parti adayı olmasının nedeni. Rakiplerinden çok üstün hasletleri olduğundan değil; tam da vasatlığı, fazla çıkıntı ve sivrilikler göstermeyen ortalama bir aday, bir New York Times yorumcusunun ifadesiyle “jenerik bir Demokrat” olduğu için. Başka bir deyişle, Demokratlar daha radikal bir adaydan korktuğundan. Biden’ın merkez ve merkez-sağ seçmenine Demokrat Parti’nin sol kanadı kadar batmayacağı, yani onları Trump’a kaptırmayacak en iyi formülü sunduğundan.
Nitekim öyle de oldu; şimdilik durumu kurtardı gerçekten. Ama ya dört yıl sonra? Trump bugün yenildi ama Trumpizm sürüyor. Bu arada Zeynep Tüfekçi’nin, daimî yazarları arasında yer aldığı The Atlantic dergisinde önemli bir incelemesi yayınlandı, America’s Next Authoritarian Will Be Much More Competent diye (6 Kasım). Alt başlığı da Trump was ineffective and easily beaten. A future strongman won’t be şeklinde. Özetle, bu otoritarizm eğilimi kalıcı, kolay kolay yokolmayacak diyor. Trump hep otoriterdi, hem beceriksizdi. Bir sonraki “güçlü adam” denemesi bundan dersler çıkarmış olarak gelecek ve hiç bu kadar beceriksiz olmayacak, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmayacak. Serbestiyet sayfalarında Alper Görmüş ve Etyen Mahcupyan da işin bu yönüne ısrarla dikkat çekiyor; Amerika’nın neredeyse yarısının (ve nasıl bir yarısının – bkz yukarıdaki başlık resmi) nasıl olup da Trump gibi bir adama oy verebildiğini kurcalıyor; bundan, sağ popülist akımlar karşısında günümüzde demokrasi açısından daha geçerli bir platformun ne olabileceğine dair dersler çıkarmaya çalışıyorlar.
Ben işte burada, bu noktada, Joe Biden ve benzeri liderlerin çare olmadığı, faşizme kayışı önleyici bir fark yaratamayacağı kanısındayım. Günümüzde dünyanın ve insanlığın sorunları çok daha büyük. Trump’ın yıkmaya çalıştıklarını Biden biraz tamir edecek kuşkusuz. Ama daha ileri bir vizyon ortaya koyabilecek mi? Şüpheliyim. Cemal Tunçdemir yaklaşımında bu vizyon ve program tartışması hiç yok. Devam edecek ve tartışmaya çalışacağım.