33. dakikada sahanın karışması, oyunun değil ama maçın talebini karşılamaya çalışan ağır psikolojinin, kendini sansürsüz biçimde dışa vurduğu andı. Bereket o kabadayı anlar kısa sürdü ve dört sarı kartla atmosfer yumuşatıldı. Maçın ilk yarısının egemen gücü, akıl, plan ya da kurgusal tasarım değildi; aşırı derecede baskılanmış ve katı bir yoğunluğa ulaşmış, saf psikolojik etkilerdi.
Yokuş aşağı hızla inen, freni patlamış bir tır ne kadar kontrollü ise, ilk yarıda iki takım da o kadar kontrollüydü. Bu duygusal iklimde değil on bir kişilik sıkı bir iş birliği gerektiren futbol oyununu oynamak, tenis gibi, atletizm gibi, hatta güreş ve boks gibi sportif etkinlikleri bile oynamak mümkün değil.
Söz konusu psikolojinin nedenleri elbette var ve o nedensellik zincirini uzun uzadıya anlatmak mümkün ama şimdi konumuz bu değil. Kabaca söylemek gerekirse, vasat yönetimlerin, vasat teknik adamlarla iş birliği içinde kotardıkları ve vasat taraftarın meşruiyet sağladığı bir tuhaf rekabet psikolojisi bu vaziyet. Her şey rağmen söylemek lazım gelir ki, bu psikoloji gayri insani ve oynayanı zehirleyen bir meyvedir. Esası da psikolojik şiddete dayanır.
Normal koşullarda dünyanın bilinen diğer derbileri, kendine özgü tarihsel özgünlüklere sahiptir. Etnik, sınıfsal, dinsel ve mezhepsel ihtilafların birikimlerini temsil ederler; dolayısıyla, bu derbi rekabetlerinin sahici ve geçerli nedenleri vardır. Ama Galatasaray – Fenerbahçe rekabetinin temelinde, ideolojik bir aykırılık bile yoktur. Kendi başına sportif bir rekabet hiçbir ülkede ve hiçbir atmosferde bu kadar büyük ve şiddetle sarmalanan bir psikolojiye evrilmez.
Şimdi doğal olarak soru olabilir; iki takım arasında süren ezeli rekabet, bu oyunun temel prensiplerine uygun bir zemin oluşturuyor mu? Diğer bir ifade ile bu iki takım, bu oyunu, oyunun taşıdığı değer bakımından, sürekli gelişip, mükemmelleşerek mi rekabet ediyor? Bu soruya verilecek yanıt kocaman bir hayırdır çünkü her biri yüzyıllık zaman dilimini geride bırakmalarına rağmen, ne bu oyunu geliştirmekle ilgilenmiş ne de bu oyunun dünya seviyesiyle. Daha da kötüsü, aradan geçen bir yüzyılın başarısız pratiğinin bir özeleştirisi bile yapılmamıştır.
Aslında oyun sanki daha önce icat edilmemiş bir tavırla başladı. İki takımın da odağında rakibe zaman ve alan bırakmamak vardı. Bunun için seçilmiş yöntem ise, yakın ve temaslı oynamaktı. Bir de bu anlayışa ilkel bir düz ve dikine hücum planı eklediğimizde, maçın kendi yakasını kaostan neden kurtaramadığı daha kolay anlaşılıyor.
Fatih Terim, utangaç bir kontra plan ile gole gitmeyi murat etmişti. Ve doğal olarak her topu uzun kullanmayı ve bir an önce topu üçüncü bölgeye atmayı arzuluyordu. Ama böyle bir oyunun gerektirdiği koşullar da ortada yoktu. Düz, doğrudan ve dikine bir oyun için her şeyden önce atletik oyuncular gerekir. Bu yetmez, topu biran önce rakip ceza sahasına yollamak için, o topu kenara taşıyıp, ceza sahasında pozisyon alacak en az üç oyuncuyu mutlaka beklemek gerekir. Bu da yetmez; çünkü ortalanan topa rakibin vurma ihtimali en az topu atan takım kadar yüksektir. Rakipten seken ya da rakibin uzaklaştırdığı topları, ikinci top olarak kazanmak için, yine ceza sahası çeperlerine en az üç oyuncu daha konumlandırmak şarttır. Bu yetmez, ani bir kontra atak yeme ihtimaline karşı da, rakibin bütün oyuncularını kademeli olarak kontrol altına almak bir zorunluluktur.
Ne Galatasaray ne de Fenerbahçe bu temel prensibe itibar eden takımlar değil; olmadıkları için, ne rakip yarı sahada baskıyı yoğunlaştırabiliyor ne de rakipten kolay kontra yemenin önüne geçebiliyorlar. Taraftarların büyük heyecan duydukları ‘’topun bir o kalede bir bu kalede olmasının’’ sebebi de budur. Bu sebep bir başarı değil, kesinlikle başarısızlıktır. Takımların her iki dakikada birbirbirlerini kalelerinde tehdit ediyor olması, futbol oyun prensiplerine itibar edilmediğini anlatır.
Nihayet, iki takım oyuncuları, 60. dakikada yorulunca, iki teknik adamın ne planladığını anlamak mümkün hale gelebildi. Kabaca söylemek gerekirse, Fatih Terim, rakibin arkasına sarkabilmek için Feghouli, Halil ve Kerem ile başlamış. Bu üçlünün tehdit potansiyelini kullanarak, koşu yolları açmak ve bu koşu yollarına Morutan ve Cicaldau’nun atacağı yönü ve şiddeti iyi ayarlanmış paslarla sonuç üretmeye yatırım yapmış. İlk gol bir bakıma bu planın uygunluğuna cevaz verdi. Ama bu oyun sadece hücumdan oluşmuyor. Bu oyunun diğer yüzü rakibi karşılamayı gerektiriyor. Hem hücum hem de savunmada denge sağlanmadığı zaman da zaaflar ve zayıf planlar sırıtıyor. Özetle, Terim bu maçı kestirme çözümlerle kazanmak istedi ve kendi kestirme çözümlerine yenildi.
Pereira, Terim’in bu maçı nasıl yorumlayacağını doğru okumuş; o nedenle dörtlü savunma ile oyuna başladı. Amaç alan savunmasıyla markaja gerek olmadan, Galatasaray hücumcularını etkisiz hale getirmekti. Plan kısmen başarı oldu. Kısmen diyorum, zira Fenerbahçe yer yer sanki üçlü savunma ile oynuyormuş gibi pozisyonlar aldı. Bu pozisyonların hepsinde savunmanın merkezini kapatmakta zorlandı. Pereira birinci bölge ve ikinci bölge iş ve ilişkilerini çözmüş gibi duruyor ama hücum bölgesi, hala doğaçlama. Ve bu bölgeye Mesut Özil, merkez alınmadan da bir planlama yapmak gerçekçi olmaz. Ya hücum Mesut’un nitelik ve yeteneklerin göre planlanır ya da Mesutsuz başka bir planlama yapılır. Başka da bir çözüm görünmüyor.