Arslan, Ankara’nın hiçbir dönemde Kürt meselesini insan hakları, adalet ve demokrasi açısından düşünmediği kanaatinde. “Şunu Ankara, asla kabul etmedi. Osmanlı’dan beri bu toprağa yerleşik topluluklar içinde Kürtler, hiçbir başka unsurla, azınlıkla mukayese edilmeyecek bir biçimde siyasi geçmişe sahipler. Osmanlı döneminde nerdeyse yarı özerk bir yapıyla idare edilmişler. Böyle bir gelenekten geliyorlar. Ankara bunu hesaba katmıyor. Meseleyi adalet, insan hakları boyutunda ele almadı, ele almaktan kaçındı.” (s. 452)
“Fakat bununla bir yere varılamayacağı belli; gözünüzü kapattığınızda herhangi bir sorunu çözmüş olmazsınız sadece kendinizi karanlığa gömmüş olursunuz. Ama meseleye insan hakları, hukuk, adalet penceresinden bakmaktan, demokrasi açısından bakmaktan istediğiniz kadar korkun, Türkiye demokrasi ile tanışmış bir ülkedir ve bunu uzun süre geriletmenin bir imkânı yoktur.” (s. 453)
Yakın geçmişte Türkiye’ye ve Kürtlere çok zarar veren birtakım hadiselerin arka planında devletin derinlerine işlemiş Kürt karşıtlığının rol aldığını söylüyor Arslan. Kitapta, bu bağlamda, bilhassa vurgulanan üç olay var: Kobani, PYD ile ilişkiler ve Dolmabahçe Mutabakatı.
“Genlerimize işlemiş Kürt karşıtı zihniyet”
Kobani, çözüm sürecinde sınırların bulanıklaştığını ve iki tarafın çözüme çok farklı manalar verdiğini ortaya koymuştu. Kobani olaylarında PKK’nin halkın duyarlılığını manipüle ettiğini belirten Arslan, buna karşı koyamayan devletin Kobani’de çok büyük bir fırsatı harcadığını düşünüyor:
“Devlet, Kobani’nin Kürtler tarafından kazanılmasından rahatsız olmakla birlikte bunu ifade edemedi. Destek vermek zorunda kaldı. Barzanilerin Türkiye üzerinden gelip yardımcı olmasını sağladı. Oysa Türkiye’deki Kürtlerin duyarlılığını görebilseydi, Kürt gençlerinin oraya gidip ölmeye hazır olduğunu görebilseydi, IŞİD’i geriletmek için daha önce destek verseydi, belki tarih başka türlü akardı; Türkiye, IŞİD’e destek veriyor diye suçlanmayabilirdi, ABD IŞİD ile mücadele edeceğim diye Türkiye’yi yok sayarak Kürtlerle anlaşmayabilirdi.” (s. 476)
Arslan’a göre Suriye’deki asıl uzlaşmazlık, Suriye Kürtlerinin nihayet kendilerini yönetecekleri bir alana sahip olma şansını gördükleri yerde, Türkiye’nin bunu kendisi için büyük bir tehdit olarak görmesi ve Kürtlere bu alanı vermeme konusundaki kararlılığıydı. Suriye Kürtleriyle sağlıklı ve her iki tarafın da kazanarak çıkabileceği bir ilişki tesis edilmemesinin nedeni buydu.
“Salih Müslim’in liderliğinde başlatılan örgütlenmenin önemini başlangıçta fark edemedik. Müslim buraya bir muhalefet grubunun lideri olarak birkaç kez gitti geldi. Bizim genlerimize işlemiş Kürt karşıtı zihniyet, Müslim ile daha yakın, daha samimi ilişki kurmamıza engel oldu. Yoksa Müslim, Türkiye ile ilişki kurmak, destek almak istiyordu. Bence eğer Türkiye ona samimiyetle kucak açsaydı, illâ PKK denetiminde bir yapı ortaya çıkmayabilirdi. Suriye’deki Kürt muhalefetiyle işbirliği Türkiye’nin uzun vadeli çıkarları açısından daha doğru bir politika olabilirdi. Öcalan da bunu savunuyordu. Kürtlere karşı olma değil, Kürtlerin yanında olma siyaseti.” (s. 474)
“Kürt koridoru”
Arslan, Türkiye’nin Suriye’deki gelişmeleri zamanında ve doğru okuyamamasını da “Kürt hassasiyetine” bağlıyor. Daha açık bir ifadeyle, devletin politikasına Kürtlerin Suriye’de bir kazanım elde etmelerinden duyduğu rahatsızlığın yön verdiğini ve bunun devleti sürekli olarak yanlışa sürüklediğini ifade ediyor.
“Ben, Türkiye’nin Suriye’deki gelişmeleri zamanında ve doğru okuyamadığı kanaatindeyim. En yakın komşumuz olduğu halde, ne demografik yapısı ne de ideolojik ve siyasi dengeleri hakkında sağlıklı bilgilere sahiptik. Olaya hamasetle ve geç kalmadan azami çıkar elde etme zihniyetiyle yaklaştık… Orada bir koridor oluşumundan bahsetmeye başladık. Sürçü lisan değil ama gerçek niyeti ifade eder şekilde ‘Kürt koridoru’ demeye başladık. Sonra ‘yanlış oldu, Kürt koridoru değil bu, terör koridoru’ dedik. Ondan sonra oradaki her şeye terör vasfı yakıştırıldı. İster Irak’ta olsun ister Suriye’de, Türk devleti her türlü Kürt oluşumunu kendine düşman olarak kabul etti. Öyle değerlendirdi. ‘Suriye sınırından kim gelirse gelsin, Kürtler olmasın’ demeye başladılar. Suriye temel politikası bu denkleme oturtuldu.” (s. 475)
Irak politikasını şekillendiren husus da Kürt karşıtlığıydı Arslan’a göre:
“Aynı zihniyet Irak’ta da Türkiye’ye çok şey kaybettirdi. Meselâ Kerkük olayında Barzaniler oraya hâkim olmasınlar da kim olursa olsun, varsın İran olsun. Bağdat ya da hiçbir zaman güvenmediği Tahran kaynaklı siyasete razı oldu. İran güçlerinin oraya inmesine razı oldu. Türkmen türküleri eşliğinde Kerkük’ü Kürtlerden alarak İran’a teslim ettik. Bundan Türkiye’deki Kürtlerin hiç etkilenmeyeceğini, Türkiye’de yaşayan Kürtler arasında bu tutumun bir kırgınlığa, duygusal kopuşa sebep olmayacağını düşündüler. Siz gözünüzü kapatınca herkesi kör sanabilirsiniz. Türkiye böyle bir politika izledi.” (s. 475)
“Vatandaşın başına bomba yağdırmak”
Arslan, hükümet ile HDP heyeti arasındaki Dolmabahçe Mutabakatını başlangıçta “Çağrılar güzel, bakalım araziye nasıl yansıyacak” diye karşılayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, sonradan bu mutabakatın arkasından çekilmesini birkaç sebebe bağlıyor. Bu meyanda genel seçimlerin yaklaşmasını, AK Parti’nin MHP’ye oy kaptırmasını ve Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” siyasetinin yıkıcılığını zikrediyor. Bununla birlikte Erdoğan’ın mutabakatı reddetmesinin asıl nedenini, mutabakattan sonra gelecek adımlardan duyduğu endişeye bağlıyor.
“Dolmabahçe, Kürtleri var sayan bir siyasal diyalogun tescili demekti. Bu, Kürtlerin yaşadığı yerlerde özerkliğin ya da federasyonun gündeme gelebileceği demekti. Artık bundan sonra müzakereler Kürtlerle Ankara, yani devlet arasında yapılıyor olacaktı. Artık iş, bir terör örgütü ile meseleyi pazarlık etmekten çıkmış olacaktı. Siyasi temsilcileriyle bu iş görüşülecek ve ister istemez görüşmeler not edilecekti, altına imzalar atılacaktı. Tayyip Bey bunu fark etti ve o ana kadarki her şey onun bilgisi ve onayı dâhilinde olduğu halde toplantıyı yok saydı.” (s. 480-481)
Dolmabahçe ve 7 Haziran seçimlerinin ardından taraflar arasındaki makas açıldı ve çözüm süreci bitti. PKK’nin samimi olup olmadığını sorgulamanın bir anlam taşımadığını ve örgütün hukuk içinde davranmasının işin doğasına aykırı düştüğünü belirten Arslan, çözümü üretmekle sorumlu makamın devlet olduğunun altını çiziyor. Zira bugün çözüm bulmamanın, gelecekte çok daha vahim neticelere yol açabileceğinin hesaplanması gerektiğini belirtiyor.
“Vatandaştan aldığımız vergiyle bir kısım vatandaşınızın başına bomba yağdırıyorsunuz, kendi dağlarınızı bombalıyorsunuz, on binlerce insanı mağdur ediyorsunuz. Devlet, bundan nasıl sonuç çıkacağının, gelecek kuşaklara bu nefreti, bu kan davasını bırakmanın nelere mal olacağını hesaplamak zorunda. Bunu önlemek devlete düşüyor. Çünkü bu sorunun devamı, kendi toplumunuzu ayrıştırmak demek, o çok korktuğunuz bölünmenin hızlandırılması demek. Onun için bu sorunu çözme sorumluluğu devlete aittir, diyorum.” (s. 489)
Erdoğan’ın çözümü
Peki, yirmi yıla yakın bir süredir iktidarı elinde tutan Erdoğan’ın kafasında bu problemi tamamen çözme iradesi var mıydı? Arslan’ın bu konuda şüpheleri bulunuyor.
“Tayyip Bey’in kafasında kalıcı bir çözüm var mıydı veya nasıl bir çözüm vardı, bunu tam olarak bilmiyorduk… Geriye dönüp baktığımızda, sorunu temelden çözmek gibi bir niyetin varlığından emin olamıyorum. Bunca yıla rağmen, bunca tecrübeye rağmen bugün bile, bu sorunu gerçekten çözmeye yönelik bir irade göremiyorum. Bu sorunun aslında siyasi bir sorun olduğunu kabullenmedikçe, yani teşhisi doğru koymadıkça alacağınız önlemler de sonuç vermeyecektir.” (s. 490-491)
Gerek Kürt meselesinin bölgesel bir karakter kazanması ve gerekse MHP ile kurulan ortaklık, AK Parti’nin tekrardan çözüme odaklı bir siyasete dönüşünü zorlaştırıyor Arslan’a göre.
“Daha önce iki ileri bir geri olunca ümit korunabiliyordu. Çünkü günün sonunda bir sürü ileri adım kazanılabiliyordu. Ama artık şu anda verdiğimiz kararlar, dökülen bunca kan, MHP ile yaptığımız ve kısa zamanda değiştirilmesi kolay olmayacak ittifak ve sorunun uluslararası bir hal alması, bizim çözüme tekrar dönme şansımızı elimizden alıyor gibi geliyor bana.” (s. 493-494)
Geri çekilme
Erdoğan ile her daim sıkı bir münasebet içinde olan Arslan’ın kitabı, muhafazakâr-dindar camianın sosyal-siyasi dönüşümünü, bu camianın dünden bugüne Kürt meselesine bakışını ve AK Parti’nin iç ve dış politikasını anlamak bakımından, içeriden kıymetli bilgiler içeriyor. Kitabın ve kitaba dair söyleşilerinin yayınlanmasının ardından Erdoğan, Arslan’a sert bir tepki gösterdi ve AK Parti Merkez Yürütme Kurulu da, Arslan’ı oy birliğiyle Disiplin Kurulu’na sevk etti.
Arslan, bunun üzerine, Hürriyet’e geri adım olarak nitelenen bir açıklama yaptı. Erdoğan’ın hem partinin hem de davanın lideri olduğunu, istemeden üzdüğü dostlarından helallik istediğini ve gereksiz bir tartışmaya sebep olduğu için de üzüldüğünü ifade etti. Oysa sebebiyet verdiği tartışma hiç de gereksiz değildi, bilâkis tam da yapılması gereken bir tartışmaydı.
Arslan’ın geri adımı, bir taraftan kendisi adına “üzücü” ve “hazin” bir durum ortaya çıkarıyor, diğer taraftan da AK Parti’nin geldiği noktayı göstermesi açısından önem taşıyor. Eğer AK Parti’den geriye Kürt meselesindeki reformcu tavrından pek bir şey kalmamışsa, bunda -Arslan başta olmak üzere- Kürt vekillerin süreklilik arz eden bu geri çekilmelerinin çok büyük bir payı olsa gerektir.
(*) Kürdistan 24, 09.12.2020