Serbestiyet: Berat Albayrak’ın istifasının ardından dile getirilmeye başlayan hukukta ve ekonomide reform vaadine ilişkin iyimser beklentiler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “bir öyle bir böyle” çıkışlarından sonra tavsamaya başladı gibi. Başlangıçtaki iyimserliği ve şimdiki kötümserliği nasıl yorumlamalı?
Başlangıçtaki aşırı iyimserliği de aceleci buluyordum, şimdiki aşırı kötümserliği de. Benim için mesele, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın reform vaatlerinde ne kadar samimî olup olmadığı değil. Mesele, siyasetin öngörülmesi imkânsız bütün viraj ve kıvrımlarıyla akacağı mecra; çeşitli alt-mücadeleler sonucu bürüneceği somut şekil. Tarihi büyük ve güçlü kişiler, Hegel’in “cihanşümul birey” ya da “tarihşümul birey” dedikleri yapmıyor, tek başlarına. Onlar ve onların iradesi vektörlerden sadece biri. Buna bir yığın başka, kâh zıt, kâh aynı yönde, kâh diyagonal kesen vektörler de ekleniyor ve ortaya belirli bir akış yönü çıkıyor. Bu anlamda, Millî Mücadele ve Cumhuriyet tarihini Mustafa Kemal “yapmadı” örneğin. Atatürk dahil ordu, bürokrasi, eski İttihatçılar, yeni Kemalistler, radikaller, muhafazakârlar, Meclisteki Birinci ve İkinci Gruplar, dost-düşman Türkler, Kürtler, Rumlar, Yunanlılar, Venizelist megali idea sahibi Yunan milliyetçileri, İstanbul’daki sultan ve saray, Anadolu’ya geçmeyen ama alttan alta sempati besleyen paşalar, İtilâf işgalcileri, İngiliz istihbaratı, İtalyan isteksizliği, Fransız kamuoyu ve daha binbir faktör… hep birlikte “yaptı.” Yol kâh oraya, kâh buraya büküldü ve nice tesadüflerden geçerek nihaî şeklini aldı.
Aynı şekilde, 2020-2021’de AK Parti iktidarı ekonomi ve maliyenin ötesinde bazı reformlara tanık olacaksa (veya olmayacaksa), bunları da aynı anlamda Recep Tayyip Erdoğan “yapacak” veya “yapmayacak” değil. Plehanov’un bir zamanlar Napolyon için yazdığı gibi, en tepede tek başına, yapayalnız yer aldığı bir illüzyon. Bir optik yanılsama. Güçlü, belki çok güçlü, ama yalnız değil. Etrafında, bizatihi iktidara yürüme ve tutunma sürecinin yarattığı çeşitli halkalar, aygıtlar, kadrolar, mekanizmalar var. İnanmışlar, biat etmişler, her sözünü emir bellemişler, dolaylı veya dolaysız bir işaret almaksızın hiçbir şey yapamayan ve yazamayanlar, troller, tetikçiler, iletişimciler, tweet’çilerden oluşan bir apparat ve apparatçik’ler, gösterilen her hedef ve düşmana saldırmaya hazır bir hassa ordusu var. Bir adım ötede medya patronları, cemaat liderleri, yeni Müslüman burjuvazinin mensupları, nüfuzlu aileler, ultra-muhafazakâr ideolog, köşe yazarı ve kanaat önderleri var. İki adım ötede kendi partisi ve tabanı var. Üç adım ötede Cumhur İttifakı, MHP ve ulusalcılık var.
Bunların hepsinin derece derece kendi statükoları, kendi ataletleri (inertia’ları), harekete geçme konusunda kendi “sürtünme” ve enerji kayıpları söz konusu. Politika bir bale veya buz pateni gösterisi değil. Solist birkaç santimetre içinde çok keskin bir dönüş yapabilir ayak burnunda, pointe üzerinde. Ama büyük bir konteynır şilebi veya tanker, hele yüklüyse ve tam yol gidiyorsa, yukarıdaki şemanın da gösterdiği gibi, ancak derinlemesine 700-800 ve enlemesine 900-920 metre büyüklüğünde bir dairemsi alanda dönüşünü tamamlayabilir.
Sırf Türkiye’nin mevcut Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi değil, hemen bütün iktidarlar böyle birer süper-tanker veya konteynır gemisidir bir bakıma. Ağırlıklarla yüklüdürler. Belirli bir noktaya kadar izledikleri çizgiyi ansızın değiştirmeye kalkarlarsa, o çizgiye çok bağlanmış, kendi “müktesep hak ve çıkar”larını o çizgiyle özdeşleştirmiş kesimlerden, “hoop, iyiydik ya, şimdi ne oluyoruz?” tarzı itirazlar yükselir. Bazıları daha yumuşak, bazıları daha sert olabilir. Ama hiç olmaması düşünülemez. Kırgınlar, suskunlar, şimdi bu yeni çizgiyi nasıl savunacağız diye kara kara düşünenler zuhur eder. Hepsinin bir şekilde teskin ve/ya idare edilmesi gerekir. Üstelik, reform veya değişim kararı çok da fazla istişare yoluyla değil, oldukça ânî ve merkezî bir şekilde, Etyen Mahcupyan’ın ifadesiyle bürokrasiden gelen bir tür “mini darbe” sonucu alındıysa, sonradan yatıştırma ihtiyacı büsbütün artabilir. Dolayısıyla elbette bir elin verdiğini ertesi gün diğer el geri alabilecek; çeşitli mavi boncuklar dağıtılacak; faraza kendi kampından “erken öten horoz”lar (Bülent Arınç) istiskal edilecek; buna karşılık müttefiklere iltifat yağdırılacak (Devlet Bahçeli); işlevsizleşme korkusu içindeki (Pelikanlar gibi) bazı gruplar ziyaret ve onore edilecektir. Önemli olan, Nevzat Tandoğan sendromudur (“bu ülkeye sosyalizm gerekirse onu da biz getiririz”). Reform lâzımsa, o da hiçbir hatâ kabul etmeksizin, pürüzsüz bir gelişme içinde, “sosyalist sistemin daha da mükemmelleştirilmesi” havasında gerçekleştirilmelidir. Ama bu bile belirli bir konjonktürde (olumsuz bir rol oynayabileceği gibi) olumlu bir rol de oynayabilir.
Onun için, sırf Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son salvosuna, Osman Kavala veya Selâhattin Demirtaş hakkında tekrarladıklarına bakarak hukuk ve siyaset alanında reform fikrinden hemen ve toptan vazgeçtiğine hükmedecek durumda değilim. Kuşkusuz vazgeçmiş ve reform denemesi, hele hukuk alanında (şimdi derece mahkemeleri ne yapacak ki Kavala veya Demirtaş hakkında?) daha başlamadan bitmiş olabilir — ama daha geniş bir anlamda, bitmiş olmayabilir de. Herhangi bir tezi — meselâ muhalefetin zihinsel tembellik ve hazırlopçuluktan kaynaklanan başarısızlığı, buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın durumu kolayca toparlayabileceği (ya da bunun tam zıddı) gibi tezleri — ispatlamaya kalkmaksızın, sabırla bekleyip görmek istiyorum.
Serbestiyet: Otoriter yönetimlerde reformlar kaçınılmaz hale geldiğinde başvurulan iletişim dili hakkında, tarihsel tecrübe bize bir şey söylüyor mu? İlk bakışta, bu yönetimlerin doğası gereği dilin böyle “gitmeli gelmeli” olması makul görünüyor ama, tecrübe ne diyor?
Belirli bir dinî veya seküler ideolojiye, ya da o ideolojiden türetilmiş (öyle gözüken) bir siyasî çizgiye dayalı bütün akım, parti ve iktidarlarda böyle bir viraj ve söylem sıkıntısı yaşanır. Hıristiyanlıkta yeni mezhep sahipleri, Papalığın veya Patrikliğin resmî çizgisinden saptıklarını kesinlikle inkâr eder; en iyi Katolik veya en iyi Ortodoksların kendileri olduğunu ispatlamaya çalışır (ve tabii aynısı Müslümanlıkta da gözlenir). Martin Luther hem Kiliseye başkaldırır. Hem de, her türlü otorite ve aidiyete karşı çıkıyor (veya düşmanla işbirliği yapıyor) olabileceği endişesine karşı garanti verir: köylü isyanını mahkûm etmek ve Osmanlılara lânet yağdırmak suretiyle.
Millî Mücadele sırasında BMM’de İkinci Grubu oluşturan ılımlı-muhafazakârlar, 1925’te ayrı bir parti kurar Kemalist radikallere karşı. Ama gerici değil ilerici olduklarını ve asla saltanat yanlısı olmadıklarını çok yüksek sesle ilân etmek ihtiyacını da duyarlar: partilerinin adına “Terakkiperver” ve “Cumhuriyet” sözcüklerini (henüz Halk Fırkası’nın adında bile yer almazken) sımsıkı oturtmak suretiyle. Hoş, ne TCF’yi ne de Serbest Fırkayı (tam adıyla Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı) kurtarmaz gerçi. Ama hangi korunma ihtiyacından ötürü denemiş oldukları önemlidir.
Marksist sosyalizmin tarihi özellikle trajik ve ironiktir bu açıdan. İster muhalefette, ister iktidardaki sosyalist ve komünist partiler içinde zaman zaman ortaya çıkan muhalif, aykırı düşünürlerin çektiği sıkıntıların sonu gelmez. Büyük tehlike, korkunç tehlike, “revizyonizm”le ve dolayısıyla “burjuvazinin saflarına katılmak”la suçlanmaktır. 19. yüzyıl sonlarında tepelerine Marx ve Engels’in, 20. yüzyıl başlarında Lenin’in bu tür suçlamaları, sonra Stalin’in ve Mao’nun (suçlamaların da ötesinde) devlet ve diktatörlük yumruğu inebilir. 1930’lardan 1980’lere kadar sosyal bilimler alanında kitap yazanlar, konuyla ilgisi olsun olmasın, önce eserlerinin başına bir “Marksizm-Leninizmin doğruluğu” önsözü koyar ve ancak sonra, kendilerini ortodoksi ve partiye sadakat açısından güvene aldıklarında, asıl metne geçerler. 1950’lerde Kruşçev ilk destalinizasyon ve reform adımlarını attığında, bir yandan kendi politbürosundaki Suslov’ların, Andropov’ların, Gromiko’ların neo-Stalinist, diğer yandan Çin Komünist Partisi’nin Maoist ideolojik demarşlarına maruz kalır. Bu ikili teorik muhafazakârlık karşısında, bir türlü kendi gerçek platformunu oluşturamaz. Çin’in Mao sonrasındaki gerçek reformcuları da, Hu Yaobang’ın kanserden ölümünün ardından, Cao Ziyang’ın şahsında Tiananmen gösterileri ve katliamı etrafında ezilip tasfiye edilir. Aynı tür “kılıfına uydurma” ve asla “revizyonizm” suçlamasını kabul etmeme gösterileri, dolayısıyla yapmacık “devrimcilik” yarışmaları, Türkiye solunun küçük kadro örgütlerinde karikatür düzeyinde cereyan eder.
Soruna biraz daha geniş bakarsak, bütün inkılâplar, devrimler, reformlar… yapmaya kalkanları neye sadık kalacakları sorunuyla yüz yüze getirir. 1908’de Hürriyet vaadiyle iktidara gelen İttihatçılar, sonrasında “Hürriyet mi, İmparatorluk mu” ikilemiyle karşılaşır. İmparatorluğu tercih ederler. Bu, onları Türkçülüğe, Türk milliyetçiliğine iter ve Hürriyet vaadinin sonu anlamına gelir. 1956’da Kruşçev de önce reform der. SBKP’nin 20. Kongresinin kapalı oturumunda, Stalin’in suçları konulu raporunu okur. Ama sonra Macaristan’da Imre Nagy (= Bülent Arınç? Ali Babacan? Ahmet Davutoğlu?) başkaldırdığında, işte o Suslov ve Andropov’lar tarafından “karşı-devrimi önlemek ve sosyalizmi kurtarmak” adına Macaristan’ı işgale zorlanır. Bu da bir İmparatorluk tercihidir ve statükoya dönüş demektir.
Aksi yöndeki bir tercihin yakın tarihteki bildiğim tek istisnası, Gorbaçov’un sonuna kadar tutarlı reformcu kalması; demokrat kalmak, tekrar statükoyu ve İmparatorluğu savunmamak uğruna kendi iktidarını feda etmesidir.