Ana SayfaManşet"Annem beni yerle yeksan ediyor"

“Annem beni yerle yeksan ediyor”

Rilke uzmanları, Rilke’nin şair olmasında da, kadınlardan kaçan o ince ruhunun dünya acısıyla baş edemeyip yalnızlığına sığınmasında da annesinin etkisinin olduğunu söylüyor. (…) Anne daha şaşalı ve seçkin bir yaşamı olduğunu çevresine kanıtlamak uğruna oğlunun yoksul yaşamasına izin veriyor.

Hâlâ yumuşağım ve senin ellerinde bal mumu gibi olabilirim. Beni al, bana bir şekil ver, beni bitir…

Yalnızca Almanca dilinin değil, modern zamanların en büyük şairlerinden biri sayılan Rilke’nin ilk eserlerinden “Ewald Tragy”de anneye böyle bir yakarış var. Otobiyografik olan hikayede Rilke, erken gençlik yıllarında ailesinin itirazlarına rağmen şair olmak isteyen bir gencin aileden kopuşunu ve kendi hayat yoluna koyuluşunu anlatıyor. Yakarış, kendini anne sevgisinin ellerine teslim edip, ondan beni mükemmel insan yap isteğini değil, bir isyanı taşıyor. Çocuğunu biçimlendirmede Tanrısal bir güce sahip olan anne, aynı zamanda bağımsız bir varlık yaratma yetersizliğine de sahip. Bu yetersizlik, şekillendirmenin annenin isteği doğrultusunda, yani anneyle bir olması anlamını taşıyor.  Onun için Rilke’nin kullandığı “bitir” sözcüğünün de çift anlamı var: “Beni hazırla” ve “beni öldür”.

Rilke’nin annnesi Sophia Entz, sanayici ve kraliyet danışmanı olan Karl Entz’in kızı. Prag’ın barok saraylarından birinde yaşamış, koyu dindar, iyi eğitimli, maceracı ve seyahat etmeyi seviyor. Sophia aynı zamanda, seçkin sosyal ilişkiler kurma hırsı taşıyan bir kadın. Ama nasılsa bir aşkın peşinde sürükleniyor, bulunduğu sosyal katmana ait olmayan, Alman kökenli yakışıklı Josef Rilke’yle evleniyor. (Evlendikten sonra ona isminin kısaltılmış haliyle Phia diye hitap ediliyor) Ancak evliliği uzun sürmüyor. Reiner sekiz yaşındayken ayrılıyorlar. Askeri bir kariyer hedeflemiş, bir türlü subay olamamış ve demir yollarındaki memurluğunu da bırakmış olan baba Rilke, Phia’nın sosyal hayallerini gerçekleştirememenin yarattığı çöküşle oğlunu anneye bırakıp gidiyor. Annesiyle kalan Rilke’nin babasız geçen bir çocukluğu var. Anne ise mutsuz ve sürekli arayış içinde elit ilişkilerde başarılı olmanın peşinden koşuyor.

Rilke’nin annesiyle yazışmaları 2009 yılında bir kitapta toplandı. O mektuplardan yansıyan kavgalı, çekişmeli ilişki,  Rilke’nin hikayelerinde ve romanında anlattığı anne oğul birlikteliğine hiç uymuyor. Buna rağmen sürekli annesinden söz etmesi, annesinin onu sahiplenmesiyle, onun için iyi bir oğul olamama suçluluğu ve yalnızca onun oğlu olmaktan kurtulmaya çalışma karmaşasını yansıtıyor.

Baba evim yok benim

ve asla kaybetmedim;

Beni annem getirdi dünyaya.

İşte şimdi dünyadayım ve daha da

iniyorum dünyanın derinine.

Mutluluğum da var, dertlerim de var benim,

her birine tek başına sahibim.

Phia, ilk kız çocuğu öldüğü için oğulunun çoklu ismine bir de Maria ismini ekliyor (Reiner Karl Wilhelm Johann Josef Maria Rilke) ve onu altı yaşına kadar bir kız çocuğu gibi yetiştirip, kız elbiseleri giydiriyor. Daha ilk okula giderken Reiner’e Friedrich Schiller’den şiirler okuyor ve Fransızca öğretiyor.  Rilke uzmanları, Rilke’nin şair olmasında da, kadınlardan kaçan o ince ruhunun dünya acısıyla baş edemeyip yalnızlığına sığınmasında da annesinin etkisinin olduğunu söylüyor. Seyahat tutkunu, nevrotik kişilikli, gösteriş peşindeki Phia, oğlunu amcasına bırakıp seyahatlere çıkıyor. Reiner amcasının yanında büyüyor. Anne daha şaşalı ve seçkin bir yaşamı olduğunu çevresine kanıtlamak uğruna oğlunun yoksul yaşamasına izin veriyor. Rilke’nin kadın imajı ve yaşama tercihleri annesiyle hem büyük tezatlar, hem de benzerlikler gösteriyor. Oğul, korunmak istiyor, sosyal açıdan güçlü, çok yaklaşmak zorunda kalmayacağı kadınların himayesinin peşinde. Psikolog Lou Andreas-Salomé ve Ellen Key sayesinde psikanalizin tedavi gücünden yararlanıyor. 1901 yılında Fransız heykeltıraş Aguste Rodin aracılığıyla tanışıp evlendiği heykeltıraş Clara Westhoff’la kısa bir beraberlikten sonra kızları Ruth’u ona bırakıp tekrar Paris’e gidiyor.

Rilke daha sonra annesiyle çok sık görüşmemesine karşın sürekli yazışıyor. Annesinin olumsuz karakter özelliklerini açığa vuran mektupların yanında, ona şükran duygularını belirttiği mektupları da var. Aralarında zor günlerin ortak dayanışması ve birbirlerini korumaya dayalı sıkı bir bağ var. 1904 yılında Freud’un öğrencisi ve yakın dostu psikolog ve yazar Lou Andreas-Salomé’ye yazdığı mektupta şöyle diyor:

Annem de Roma’ya geldi ve hala burada. Onları nadiren görüyorum, ama biliyorsun, onu her görmem bir şeylerin nüksetmesi demektir. Bu kayıp, gerçek dışı, ilgisiz, bir türlü yaşlanmayan kadını görmek zorunda olduğumda ondan çocukken uzaklaşmaya çalışmamı hissediyorum ve bu beni korkutuyor. Yıllarca sonra, o kadar uzaklaşmaya çalışmama rağmen hala uzak değilim. (…) Ve ben hala onun çocuğuyum…

Aslında mektubun böyle derin ruh hallerinden bahsetmesinin nedeni Lou’nun bir psikolog olması, ikincisi de Rilke’nin ona aşık olması. Erkekler aşık oldukları kadına anneyi anlatırlar. Ancak on yılda yazdığı tek romanı Malte Laurids Brigge’nin notların’da çizdiği anne portresi ise yumuşak başlı, uyumlu, melek gibi bir kadın. Bu tiplemenin Lou’ya anlattığı anneyle yakın uzak hiç bir benzerliği yok. Rilke romanda hem hayatın, hem ölümün meyvesini taşıyan anne olacak kadınları Tanrısal bir mertebeye çıkarıyor.

Ve hamile olduklarında kadınlara öyle hüzünlü bir güzellik veren şey, ayakta dururken, ince ellerini istemsizce üstüne koydukları o büyük karınlarındaki iki meyvenin varlığıdır: Bir çocuk ve bir ölüm. Tamamen arınmış yüzlerinde beliren yoğun, adeta besleyici gülümseme, bazen ikisinin birden büyüdüğü anlamına gelmiyor mu?”

Kadın, anne olduktan sonra yüzündeki o besleyici gülümsemeye ve  koşulsuz verici olmaya mahkum kalır. Babanın ise hep koşulları vardır. Çocuk sevmeyi esas olarak anneden öğrenir. Rilke, anne ve babanın tutumlarındaki farklılığı, romandaki küçük Malte’nin gözüyle anlatıyor. Ateşi çıkan küçük Malte ağlayarak yaygara koparınca, onu bakıcıya bırakıp, kraliyet balosuna gitmiş olan anne ve babaya arabacıyla haber gönderiliyor.

…annem  üstündeki balo kıyafetine hiç aldırmadan koşar adım geldi, sırtındaki kürkünü arkaya doğru yere düşürdü, beni çıplak kollarına aldı. Ve daha önce hiç olmadığı kadar şaşkın ve hayran, saçlarına, küçük bakımlı yüzüne, kulaklarındaki soğuk taşlara ve omuzlarının kenarındaki çiçek kokan ipeğe dokundum. Ve öylece durup, ince ince ağladık, babamın orada olduğunu, ayrılmamız gerektiğini hissedene kadar birbirimizi öptük. Annemin ürkek bir sesle ‘ateşi var’ dediğini duydum ve babam elimi tuttu, nabzımı saydı. ‘Fil Nişanı’ olan güzel geniş, su mavisi bantlı avcıbaşı üniforması giymişti.  ‘Bizi çağırmak ne kadar saçma’ dedi, bunu bana bakmadan odanın içine doğru söyledi. Ciddi bir şey değilse geri geleceklerine söz vermişlerdi. Ve önemli bir şey yoktu. Ama yorganımın üstünde annemin daha önce hiç görmediğim dans kartını ve beyaz kamelyaları buldum, ne kadar havalı olduğunu anlayınca da gözlerimin üstüne koydum.”

Romandaki anne, çocuğu kendisinden bir parça sayarak ona maraz bir sevgi ve düşkünlük de göstermiyor. Ya da kendi gücünü sergileme ve sahip olma isteği de yok. Kayınvalidesinin baskısını bile güler yüzle idare eden bir kadın. İnsanca zaafları var, hatta evin idaresini kayın validesi kadar iyi yapamadığını bile itiraf edip yönetimi ona bırakıyor. Gerginlikleri kahkahayla yumuşatıyor, gülümsüyor, sürekli gülümsüyor.

Ey merdivendeki sessizlik, yan odalardaki sessizlik, yukarıda tavandaki sessizlik. Ey anne, ey geçmişte çocukken bütün bu sessizlikleri gizleyen biricik. Sessizliği üstlenip ‘korkma benim’ diyen kadın. Tam gecenin ortasında, korkan, korkudan perişan olan için sessizlik olma cesareti gösteren kadın. (…) O sensin, sen iyi sade ve net, hiç art düşüncesi olmayan, sıradan candan şeylerin ışığısın. Ve ne zaman duvarın bir yerinde bir tıkırtı ya da döşeme tahtalarında bir ayak sesi olsa yalnızca gülümser, gülümsersin, sanki sen onunla bir olmuşsun ve her belli belirsiz sesin sırrını biliyormuşsun, uzlaşıp anlaşmışın gibi seni inceleyen aydınlık fondaki o endişeli yüze dupduru gülümsersin. Dünyevi erkler arasında senin iktidarına benzeyen bir iktidar var mı?”

Pek çok şair biyografisinde annelerin kişiliği özellikle analiz edilir. Goethe’nin neşeli annesi, Boudelaire’in soğuk annesi, Nazım Hikmet’in sanatçı  annesi.. Hepsi oğulların bilinçdışına hükmeden güçlü kadınlar.  Rilke’nin, annesiyle anlaşmazlığı nedeniyle Münih’teki evini terk etmek zorunda kalmasından sonra 1915’te yazdığı sertlikte bir anne şiiri kaleme alan var mı aralarında, bilmiyorum.

“Ne yazık ki annem beni yerle yeksan ediyor

 tek başıma taş üzerine taş koydum,

ve nihayet küçük bir ev gibi durdum,

tek başına bile olsa, etrafında gün akıp gidiyor.

Şimdi anne geliyor, gelip beni alaşağı ediyor.”

Bu yerle yeksan eden annenin yerine Rilke’nin, büyük ölçüde otobiyografik olan romanında yarattığı oğluna hayran yumuşak başlı anne, Malte (Rilke) henüz çok genç yaştayken ölüyor. Şair önce kendi istediği anneyi yaratıyor ve sonra o anneyi oğlunun ilk gençlik yıllarında, tam bağımsızlığını kazanacağı, dünyanın derinlerine inmek için yola çıktığı bir yaşta öldürüyor. Gerçek annesi Phia ise oğlunun ölümünden sonra beş yıl daha yaşıyor, Reiner’in toplu eserlerinin basıldığını görüyor ve baş ucunda torunu Ruth varken 1931’de Weimar’da seksen yaşında hayata veda ediyor.

- Advertisment -