Ana SayfaManşetBen bi gideyim

Ben bi gideyim

Tam alıp başını gidecekken, yokuştan ağır ağır çıkan, hasır şapkalı, pardesülü adam, elindeki köylü sigarasından kuvvetli bir nefes çekip, soracak sana: “Hemşerim, nereye?” “Bi bilsem, bi bilsem” diyeceksin. Durup… Belki de bir daha hiç geri dönmeyecek, seni bir daha çağıramayacak “son kuşlar”a bakacaksın.

İnsana bazen “Ben bi gideyim” hâli gelir. Bilhassa baharda… Benim gidiş-geliş tarifemde, bahar gelince, yaz gidince güzeldir zaten. Ve mevsim yahut edebiyat ortalamalarına göre, bahar gelince gelir, gelenler… Öyle derler. Güzel, yerinde bir bahane…

Lâkin “Ben bi gideyim”, daha uzun boylu, mevsimsiz bir meseledir aslında. Uzun boylu dediysem… Bu hâl, bir masadan kalkıp gitmek şeklinde de tezahür edebilir. Ama Edip Cansever’den mülhem, masa da masadır ha… Kalkıp gitmek bazen irade, bazen de masada ya da bünyede kuvvetli arıza gerektirir.

Bir evden, bir şehirden, hatta bir ülkeden giderek de “Hoşçakal” diyebilir insan. Ateşin düştüğü yeri yakması navigasyonuyla, adresi pek de fark etmeyebilir aslında. Hayatındaki ağırlığı, önemi, uzaklaşılan kilometreyle değil, yüreğine basan okkasıyla ölçülür çoğu kez.

Aslolan, neyi geride bıraktığındır. Sevgilidir, yârdır herhal yamanı; mesela terk edilmişliğe elindeki gurur valesiyle sürkontur çekip uzaklara gitmektir. Yahut terk etmişsindir ki, öyle böyle değil. Terk edilmişlikten hissiyle, misliyle beter…

Bazen de nereden nereye gittiğin öne çıkar. Daha çok taşınmaktır o… Her şeyi göze alan örneklerini saymazsan, öyle abartıldığı kadar büyük mesele değildir zannımca. Zira kendini de götürürsün, taşınırken. Kedi biblonla, pufla yastığını da… Ki, bu örnekte önce aklıma denizsiz, ufku belli Ankara’dan, deniziyle ekstra her şey dâhil İstanbul’a yahut kimliğini denizinden alan kıyılara göçmek gelir.

Aşırısı bir nevi Kolomb Sendromu gibi seyreder… Aradığı sabit olduğu için, bazen bulduğunun, keşfettiğinin de kıymetini bilemez insan. İtalya’da doğar, Amerika’yı ulaşamadığı Hindistan gibi, kendince bildiği gibi yaşar, İspanya’ya gömülür.  

Dün, bugün, yarın, daima

Bana da gelirdi, bazen gelenler. Cümlemin -di’li geçmiş olmasına bakmayın. Böyle mevzular asla geçmez, geniş zamandır olsa olsa… Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dizelerinden Timur Selçuk’un seslendirdiği şarkıya “dün”ü de ekleyerek, bugün, yarın ve daima. Muhabbeti güzeldir ama gerçekleştirmesi, ne “simple”, ne “present”, ne de “tense”.

Mahçup mahçup, bazen de kafayı çekip yine geliyorlar arada: “Hayde gidelum hayde, dağa karayemuşa…” Oturup, kadehleri doldurup, konuşuyoruz hemen: “Ankara’daki evi sarımsaklasak da mı satsak…”  Önce cep ekonomisine, sonra cep haritalarından konumlara bakıyoruz.

En son Paraguay’da bulmuştuk şöyle geniş geniş, gönlümüzün köşküne, hayallerimizin seyranına uygun bir ev. Sonra baktık, o ülkenin denize kıyısı yokmuş. Yönetim biçimi de, kökü dışarıda demokrasi indeksinde bizden fersah fersah önde de olsa (67. sırada), “kusurlu demokrasi”ymiş maalesef.

En kızdığımız şair Kavafis

Fazla memleket hasreti çekmemek için indekste bizimle benzer (104) sıralarda, “karma rejim” grubuna, Uganda, Gambiya, Pakistan’a filan da bakıyoruz. Ama son on yılda en çok otoriterleşen ülkeler arasında Türkiye’nin üçüncü sıraya yerleştiği sıralamalar filan geliyor aklımıza. Keyfimiz, tadımız kaçıyor.

Gelenler kalkıyor, gidiyor sonra… Bir rehâvettir çöküyor. Kalıyoruz, günün ilk ışıklarının sızdığı o koskoca evde, mâzînin malikânesinde… Elini tutuyor bir şeyler, tembel tembel; “Gel dizime uzan” diyor. Kavafis’in dizeleri zaten apliği evin, uzanıyorsun loşluğuna: “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın /Bu şehir arkandan gelecektir.” Şairler arasında en çok ona kızıyoruz.

Bu birçok yönüyle kasaba azmanı ve “başkent” olmaktan öte giderek hiç bir şeye benzemeyen Ankara’da (çakılı)kalmak, burnunla iki kaval çalmak gibi bir “marifet” aslında. Başkent olması bence zaten başlı başına gitme nedeni… Yarın iltica talep etsen, nüfus kâğıdında “Ankara”yı görünce soruya-sorguya gerek duymazlar. 

Ona rağmen kalmak, seni onunla her atışmanda kucağına yatıran bir alışkanlık, vakumlanmış, dondurulmuş kıdemli nostaljiler, sevilesi kalabalık yalnızlıklar istiyor. Lâkin ömür öyle de geçmez, geçmemeli, bana sorarsan. Haklı da olsa bahaneler ömrü uzatabilir bazen ama “hayat”ı asla.

Ada deyince Burgaz…

Kaçmanın, “bi gitme”nin, bir de kendine sürgün hâlleri vardır ki, roman, senaryo yazmaya niyetlensem, başroldeki şahsımdan başkasıyla mutlu olmayan kızı, öyle, o sürgün yerlere kaçırırım. Filmim bir İskandinav kasabasında, Kaz Dağları’nda yahut küçük bir adada başlar.

Edip Cansever “içince bir korsan ağzıyla içmeli” der ya, “kaçınca”, “bi gidince” de rüzgârı ardına korsan yelkeniyle, pusulasız almalı… Ve korsan bayrağını çekmeli gönderine. Bayraksız da olur elbet… Farzımuhal bir adaysa film setim… Ada deyince bence Burgaz, kendine sürgün deyince Sait Faik.

Bugünlerde, baharda, 11 Mayıs’ta, 67 yıl önce, 48 yaşında öldü. Onun gittiği yaşta ben “ikinci, üçüncü gençliğimi” sürüyordum herhalde. Onun “Adası”, Burgaz, Adapazarlı çocukluğundan beri bir ütopya:  “Çocukluğumdan beri ne zaman bir haritaya baksam, gözüm hemen bir ada arar. Robenson Kruzoe’yu okumuşumdur herhalde; unuttum gitti.”   

“Robinson”, onu zamanında, neredeyse heceleye heceleye okuyan her çocuk için yaşanılası, özenilesi bir maceraydı muhtemelen. En azından bir gerilim, korku romanı, “Anneeee!” feryatlı bir kâbus gibi gelmemiştir fikrimce. Oynamıştır oyununda, kendi Adasındaki çocuğun tek sapan maceralarını… Ama Sait Faik’in de vurguladığı gibi unutursun işte. Oysa… İnsanın çocukluğundan, o müsvedde, kenarı yapma çiçeklerle süsletilmemiş, üzeri henüz işlenmemiş hayatından öğreneceği, devşireceği çok şey vardır.

“Meyus ve mahcup ölüm”

O çocukluk düşü müdür, yoksa İstanbul’un “her şey dâhil” iyice abanması mıdır, Sait Faik atar kendini Burgazada’ya. “Ada”sını, ölümünden iki yıl önce yayınlanan “Haritada Bir Nokta” hikâyesinde anlatır, okuyana küçükada”ları yaşatır. Burgaz’ı 30 yıldır bilirim ama “Kimbilir o zaman nasıldı?”yı en azından tasviriyle muamma kılmaz Sait Faik.

Onun adasında köpekler hemen insanların gözlerinin ta içine bakar (her şeye rağmen hâlâ öyledir Burgaz’ın iskele köpekleri). Abalar giymiş, az konuşan bir balıkçı, ağır ağır namuslu kulübelerin arasından geçer. “Büyükşehir”in tasavvurunu bile yaya bırakan İstanbul’un “sevgisiz, gönül yoran” hayatından sonra, “ömrünün sonunu burada kesik bir son nefesle bahtiyar” getirecektir.

O güzelim Adayı yaşayacak, tek satır yazmayacaktır. Kâğıtsız, kalemsiz, balığa çıkacaktır. On kuruşa kahve, yirmi kuruşa köylü sigarası içecektir. “İstanbul’da kaybettiği her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, saffeti, dostluğu, alınterini, sessizliği yeniden bulacak, bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektir.”

Son duraktaki küskünlük

Ada, son duraktır Sait Faik için. Çünkü “Tabiat çoğunca dosttur. Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkânları veren, yüz vermez bir babadır”. Adada, “dört tarafı suyla çevrili yerde, insanların büyük, sağlam dostluklar, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgârlar” vardır. Havası, kokusu, insana “çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu” öğretir.

Ama… Ama… Kavafis’in kehaneti negatifiyle gerçekleşir; şehir her “pisliği”, kaçtığı her gölgesi, hayaletiyle ardından gelir. Bir süre sonra sığındığı Burgazada da kırar, küstürür onu. Şehir, o kıyıya bıraktığı mazotu, atığıyla ulaşır Ada’ya da… Huyu huyunu, suyu suyunu bulur.

Gerçekten hüzünleniyor, asabileşiyorum sonraki satırlarını okurken. Gözümün önüne canlı, yaşayan örnekleri geliyor zira. O güzelim Sait Faik öykülerinin güzelim kahramanları ve zihnimdeki filmimin güzelim oyuncuları, güncel ekran şöhretlileriyle yer değiştiriyor. Ve Sait Faik yine ölüyor, filmin sonunda. Burgazada’da, 2003’de içler acısı yangın yaşanırken, bir arkadaşımın, çekingen bir fısıltıyla, “Ah” çekip, “Sait Faik Adasıyanık” deyişini hatırlıyorum.

Bir balığı çok görenler

Bir sabah Burgaz’da, balıktan dönen bir kayığa rastlıyor. İçindeki sekiz kişi kayığı temizliyor. Yedisi adalı, birisi de sarı, hastalıklı bir yaban. Ama içten bir sevgiyle çalışıyor, kayıkta. Balıkhanede beş kuruş etmeyen, hiç itibar görmeyen 10-15 dülger balığı da takılmış balıkçıların ağlarına… O yabancı da bir tane dülger alabilmek, o balığı hak edebilmek için elinden geleni yapıyor.

İş bitiyor nihayet. Reis, iki büyük dülger balığını kıçaltına atıyor; “Bunu bize götür sonra” diyor, tayfalardan birine; “Ötekilerini de pay yap”. Üçer tane alanlar oluyor. Adalı olmayan o adamcağız da, bir tanecik de kendine versinler diye bekliyor sessizce. Ama son balığı da, rıhtıma fırlatıyor pay eden. “Ne o, hemşerim?” diyor, “Dur bakalım. Dağdan gelip bağdakini kovmayalım.” Ve vermiyor bir balıkçık hakkını.

Kıyıdaki kahvede oturan bir Adalı dayanamıyor bu duruma, sesleniyor balıkçılara: “O adam da çalıştı. Veriver bir tane, ne olur? Kalkmış nerelerden gelmiş işte.” Ama kimse kulak asmıyor, kayıktakilerden hiçbiri kalkıp da, “Ayıptır yahu, ver adama” demiyor. Yabancı, “Zararı yok, hemşerim. Vermesinler…” diyor kendine destek çıkan adama… “Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek” ilerideki vapura doğru uzaklaşıyor.

“Yazmasam deli olacaktım”

Belki Orhan Gencebay kıvamında “Batsın bu dünya” diyemem ama “Batsın o kayık” diyorum: “Ama yeniden açıl(a)madan, kıyıda, herkesin gözü önünde batsın”. Fırsatını bulanların, gücü yetenlerin o emanet kibirli, eğreti adımları, o kıyıdan öylece, sırılsıklam dönerken, bata çıka aksasın. Kapaklandığında, kimse elinden tutmasın.

Hikâyesinin sonunu şöyle getiriyor Sait Faik: “Söz verdim yazmayacaktım. Burada namuslu insanlar arasında, sakin, ölümü bekleyecektim. Yapamadım. Koştum Üstünce’ye kâğıt-kalem aldım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra öptüm. Yazmasam deli olacaktım…”

Artık gelmeyen kuşlar gibi, o da küsüyor adaya. Ve bugünü ta 65 yıl önce görmüş gibi yazıyor “Son Kuşlar” hikâyesini: “Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler (kuşlar) göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin içi kötü olacak. Benden hikâyesi.”

Bu hikâyeyi yazdıktan iki yıl sonra ölüyor.

“Kötü edebiyat terbiyesi”

Sadece doğa mı kuşlarla giden, ya onların kanatlarında getirdikleri… Özgürlük mü, barış mı dersin, güvercin mi, “onun tedirginliği” içinde de olsa, “insan”a yakın yaşama umudu, sevinci, kırgın da olsa “insan”a güveni mi… Yoksa kanatlanıp da “Ben de gideyim, bi gideyim buralardan” esintileri mi?

Gidersin de, belki gideceksin de… Tam alıp başını gidecekken, yokuştan ağır ağır çıkan, hasır şapkalı, pardesülü adam, elindeki köylü sigarasından kuvvetli bir nefes çekip, soracak sana: “Hemşerim, nereye?” “Bi bilsem, bi bilsem” diyeceksin. Durup… Belki de bir daha hiç geri dönmeyecek, seni bir daha çağıramayacak son kuşlara bakacaksın.

Böyle işte… Sait Faik’in deyişiyle “Biz böyleyiz. Kötü edebiyat terbiyesi aldık, hemen şairleşmeye başlarız”. 

BİR ADA/BİR YAZAR

“HATALARI SEVEN ADAM”

Çocukluktan beri, “Ankara’da deniz yok ki!” bahanesine sığınmadan, sohbetlerimize sandalla gelen Sait Faik’i çok sevdik, hep sevdik. “Biz” diyorum kalabalık kalabalık; yani “Sait Faik’i çocukluğundan beri, en az Robin Hood, Kaptan Nemo, Kızılderililer kadar sevenler…” Derneği, çatısı filan yoktu fakat tahmin ötesiydi, parmakla sayılamazdı legal-illegal örgüt üyeleri…

Ama Sait Faik’ten, Ada’dan söz edince, onun yaşlarında giden gazeteci, bir dönem akademisyen, hep yazar Reha Mağden’i, adıyla, hakkıyla ayrıca, özlemle anmak şart. Sait Faik’e ömür boyu vefası, benzer özlemleri, hayalleri, onu da taşıdı Burgazada’ya.

Ordu’nun Boztepe’sinin yanına çocukluktan ilişen, yerini her yıl genişleten, sağlamlaştıran Burgazada tutkusunu öyle gerçekleştirdi, İstanbul’u bıraktı arkasında… O da yazıları, hikâyeleri, hayatıyla, Güldal Kızıldemir’in deyişiyle “hataları seven adam”dı.

Burgazada’yı hep anlattı da, oraya taşınınca gönlünce, uzun uzun yazmaya ömrü yetmedi. Elbette sızdı, adlı-adsız uğradı hep yazdıklarına. Birisinde Ada’daki bir doğum gününe değindi: “Partide Ada adlı birbuçuk yaşında pırıltılı küçük bir kız vardı. Annesinin cep telefonunun ekranında bir çiçek resmi gördü ve kokladı. Sonra benim, bir ismi de Ada olan onbir yaşındaki oğlum Arçil’e ‘abi…’ diyerek uzattı onu, o da kokladı…” (“Çiçeğin koktuğunu bilmek…”, Kalem Ele Küsmeden, Temmuz 2006)

Mağden de 15 yıldır, orada yatıyor. Ardında korusu, karşısında denizi, bir de yamacında, tam kıyıda öyle güzel, öyle çağıran bir camisi var ki, önündeki masalara tepeden bakınca küçük, sevimli bir sahil meyhanesi sanmıştık. Dervişin fikri-zikri filan demeyin… Gerçekten. Aklına düşse, yaşarken de prova kabilinden gider uzanırdı o mezarlığa… Ama ölüm değil, o bilgiyle hayat, “Yaşamak inadına güzel” provası.

Geride aynı yazısının finalinde dile getirdiği hasreti de kaldı: “Gelecekte toplumu umarım ‘çiçeğin koktuğunu bilenler’ kurarlar. Yoksa ‘eminim’ mi diyeyim?” “Gelecek” 15 yıl geçse de, hâlâ kipiyle tipiyle gelecek. Sıksan dişini, “Bir 15 yıl daha” desen de zor görünüyor. Zira öyle gelecekler, onu özleyen insanın ömrünün aritmetiğiyle gelmiyor kolay kolay. Tabii kuvvetli hayaller, şimdiki zaman değilse…

Yazı resmi: Fatma Erkuş.

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik