Arafta Düet’i (Dipnot Yayınları) zevkle okudum. Yazarları Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener’in çok sevdiğim iki kişi oluşu beni ne kadar etkiliyor, diye okurken ara ara aklıma gelmedi değil, ama daha ilk sayfasından itibaren, bir anlamda polisiye roman tadındaki bu akıcı kitap insanı alıp sürüklüyor.
İtiraf edeyim; Arafta Düet’i okurken ara ara, hangi yazarın hangi kısımları yazmış olabileceğine dair tahminlerde bulunmaya çalışmıyor değildim. Her ikisinin de mizaha ne kadar yatkın ve ironi-sever kişilikler olduğunu, ayrıca ikisinin de politik görüşlerini bilen biri olarak, umarım bu merakım doğal ve mazur görülebilir… ama eminim kitabı okuyan herkesin zihninde bu merak oluşacaktır, ister istemez.
Düet
Kendim amatör bir müzisyen ve piyanist olarak, çeşitli vesilelerle “düet”in bir tarafı olmuşluğum var: Farklı ortamlarda çeşitli kemancılarla, flütcülerle, şancılarla, hatta bir klarinetçiyle birlikte çok çeşitli eserler yorumlamıştım geçmişte.
Arafta Düet’te de iki ana karakterin düetine tanık oluyoruz: Yaşlanmış, inzivaya çekilmiş emekli bir işkenceci general, Ayvaz, ve orta yaşlı insan hakları savunucusu avukat, Sinan. Kitabın hikâyesini çok da elevermek istemiyorum; Arafta Düet bu iki farklı insanın ayrı ayrı solo hikayeleriyle başlıyor, sonlara doğru da düet olarak ivme kazanıyor.
Fakat romanın iki karakterinin yanısıra, işin bir boyutu daha var: Kitabın iki yazarının düetine de tanık oluyoruz.
Düet, yani iki kişinin birlikte bir müzik eserini icra etmesi, her zaman kolay değildir. Diyelim ki söz konusu eser, müziğin tatlı bir soru-cevap sohbeti şeklinde ilerlemesini gerektiriyor. Egosu şişkin bir kemancıyla çalıyorsanız sizi kemanıyla silindir gibi ezip geçer; soruyu soran da, cevabı veren de odur. Ortaya çıkan müzik bir düete, yani iki kişi tarafından ortaklaşa oluşturulan estetik bir yapıta, sanata dönüştürülememiştir. Sadece tek kişinin sesi duyulmaktadır; iki ses harmanlanamamış, birbiri içinde eriyememiştir.
Düette eldeki aletleri ve malzemeyi iyi tanımak da önemlidir. Acemi veya elindeki flütün bütün imkanlarını kullanamayan bir flütçüyle çalıyorsanız, siz piyanonuzla istediğiniz kadar parçayı çalışmış ve en duyarlı biçimde yorumlamaya hevesli ve hazır olun; düetteki diğer kişi sürekli falso veriyorsa, habire yanlış notalar çalıyor veya ritmi veya tempoyu tutturamıyorsa, dangul dungul ilerliyorsa, yani iki sanatkarın icraatı birbirinde hemhâl olamıyorsa, buna da düet denemez bence.
Buna karşılık düet yaptığınız kişi de, sizin gibi, sadece kendi “öz enstrümanı”nda usta olmakla kalmayıp başka enstrümanlar da çalabiliyorsa, yani ikiniz de düetin şart koştuğu dilin ötesinde bir çokdilliliğe sahipseniz, bu bilişsel üstünlükle oluşturacağınız kalitedeki müziğin tadından yenemeyecektir.
Arafta Düet, bu açılardan değerlendirilirse, gerçekten de çok başarılı bir “düet”; bir “dil düeti”: Tek bir yazarın kaleminden çıkmış gibi bir yapıt. Ellerindeki malzemeyi, kelimeleri, dili mükemmel kullanan icracıların hiçbiri -ki bu beyler, iki güçlü karakter- kendini ön plana atmaya kalkışmamış; hiçbirinin sesi baskın değil. Bu karşılıklı tevazudan, kendini okura hiç hissettirmeyen tül dokunuşlu paslaşmalardan dolayı Selahattin Demirtaş’ı da, Yiğit Bener’i de içtenlikle kutlarım.
Bunları yazarken gayri ihtiyari, Selahattin bey’in, 2016’de Dünya Anadil Günü vesilesiyle yaptığı bir konuşmasında zikrettiği Finlandiyalı çevirmen, araştırmacı, yazar Antti Jalava’nın şu sözlerini hatırlıyorum: “Anadilim derimdir, diğer diller giysilerim. Kişi istediği zaman arzusuna göre giysilerini değiştirebilir, ama derisini değiştiremez. Anadilim sadece derim değil, ruhumdur, özümdür.”
Acaba bu bağlamda anadil, “öz enstrüman” olarak görülebilir mi, diye aklıma takılıyor.
Arafta Düet’in hikayesine dönecek olursak: Romanın iki ana karakterinin politik düetine arada sırada “yan sesler” de katılıyor: Romanın tek fay hattı siyasî değil; işkenceci general de, hak savunucusu avukat da evlatlarından ve genel olarak gençliğin halinden yana dertli. Eh, doğrusu gençlerin de yaşlılara pek hayran olduğu söylenemez. Kuşaklararası çatışma meselesi, romanın içinde ara ara mini-düetler oluşturuyor.
Kitabın ele aldığı bazı konular beni pek çok açıdan düşündürdü: Hangi tip suçlar affedilebilir? Hangileri hesaplaşma gerektirir, hangilerinin kan davasına dönüştürülmesi caizdir, böyle bir “caizlik” varsa? Peki, “iyi hal” ne demektir? Yıllarca zalimliğiyle, “kasap” lakabıyla ün salmış biri, “iyi hal”den paçayı kurtarabilmeli midir? Argümanı ne olursa olsun, böyle birinin yaşlılığında sevecen bir tonton amcaya dönüşmesi, geçmişin dehşetini ne derecede flulaştırabilir? Peki, toplumsal bir yara bireysel bir yara üzerinden tartışılmaya başlandı diyelim… Böyle bir hesaplaşma, “düet” sayılabilir mi?
Araf
Son yıllarda çok başvurduğum “araf”ın, kitabın başlığında kullanılması çok ilginç geldi bana. “Araf” kelimesini yazı ve konuşmalarımda hep, kutuplaşmalardan uzakta, ortalarda bulanık bir yerlerde olmak, anlamında kullandım.
Kendimi arafta sayarken düşündüğüm, şudur:
İçine doğduğum ailem ve nüfus kağıdımda beni tanımlayan sıfatlar, yurtdışında geçen çocukluğum boyunca beni tanımlayan kimlikti: Türk (beyaz!), Müslüman (“ulu Tanrı”!), laik, seküler, vs. Ben ne Kürt ne Alevi ne Ermeni meselesini bilirdim, ne tek bir başörtülü akrabam vardı (anneannem ve babaannem namaz kılan ama başı açık kadınlardı) ne de namaz kılan anne babam. Milli maçlarda Türkiye kazansın isterdim. Oysa bugün, hangi takım iyi, âdil ve ahlaklı oynuyorsa o kazansın isterim. En yakın dostlarımın önemli kısmı artık mütedeyyin kesimden.
Kürtlere gelince, Türklerin onlara yaptıklarını öğrendikçe kendimi onlarla öyle özdeşleştirdim, tanıdıkça da öyle sevdim ki, kendileriyle gerçek anlamda “düet” yapabilmek amacıyla 3 yıldır Kürtçe öğrenmekteyim. Benim “araf”ım bu.
Arafta Düet dolayısıyla sözlüğe baktım. Vikipedia’ya göre “araf, bazı din ve inançların ahiret kavramlarında yer alan, kötüler ve iyilerin sınıfına sokulamayan, inançlı günahkarların veya günah ve sevapları eşit olanların gideceği geçici arınma yeri, nihai ahiret mekanları arasında olduğuna inanılan yer, çoğunlukla dağ”.
Bu karmakarışık mekan tarifinin içinden kaybolmadan hep beraber selametle çıkabilmemiz için “geçici arınma yeri” kısmını cımbızla seçeyim, çıkartıp önümüze koyayım.
Arafta Düet romanındaki karakterler, bu dar anlamda, arafta olma çabasındalar. Karakterlerin özellikle kitabın sonlarında yoğunlaşan siyasi tartışmaları, hepimizin yıllardır bildiği, işin içine derin acılar ve yüklü duygular da girdiği için çözümü çok da kolay görünmeyen, ağır meseleler.
Yaşları kemale ermiş, amiyane deyişle kaşarlanmış ve fikirleri taşlaşmış bu iki zıt adamın yaptıkları tartışmalar, bana yer yer, bu ikisinin aslında ne kadar ideal, idealize edilmiş, neredeyse sürreal tipler olduklarını düşündürdü. Onlar tartışadursun, sorunlar hiç değişmiyor; ne Kürtlere yaklaşım değişti, ne devletin uygulamaları. Yıllardır kesişim noktalarımız da, tartışma konularımız da hep aynı: Romanda zikredilen isimler, olaylar hep bildik, tanıdık şeyler: 12 Eylül, Akkuyu Nükleer Santrali, Özal, AKP, KHK’lar, vs. –
Arafta Düet’deki bu iki karakter farklı farklı nedenlerle ağır düş kırıklıkları yaşamış ve zaman zaman depresif olsalar da, yine de umutlular. (Aslında bu kısımlar bence eğlenceli: Generalin kaygısı, “kahraman Türk ordusu eski baskın rolünü yitirdiğine göre vatan artık kimlere emanet?”; oğluna Can Yücel ismini vermiş olan avukatın ise derdi, “ne olacak bu solun hal-i pür melâli?”!)
Avukat arada minik özeleştirilerde bulunsa da, bu düette generalin geçirdiği dönüşüm, çok daha dramatik. Örneğin, şöyle düşünceler geçebiliyor aklından:
“Dilini, kültürünü, geleneğini, coğrafyasını bile doğru dürüst bilmediğimiz milyonlarca insanı kendimize benzetmeye… Hadi adını tam koyalım, Kürtleri Türk yapmaya çalışıyorduk.” (sh. 147).
Fakat Arafta Düet’in kitap olarak önemi ve değeri bence bu adamların ne düşünüp konuştuklarından ziyade, sembolikliğinde. Biliyoruz ki huzura, barışa giden yol, anlamaktan geçer. Anlamak ise ancak tanıyarak olur. İnsan olarak tanıyarak – zaaflarıyla, düş kırıklıklarıyla, aşklarıyla, aile hayatıyla…
Geçmişin ağır duygusal yükü, kırgınlıkları, öfkeleri ancak karşı tarafı tanıyarak bir nebzecik de olsa hafifleyebilir. Ancak insan olarak tanıyarak karşımızdakinin hikayesini merak eder, onu açık zihinle dinlemeye başlarız, ama bunun için de önce karşılaşmak gerek.
Kitap, işte bu karşılaşmaya zemin hazırlıyor.
Bu iki karakter şimdi hesaplaşacaklar mı? Birbirlerini anlayacaklar mı?
Hesaplaşma kavramı, kişinin kendi acısının, kendi uğradığı zararın yükünü de barındırır.
Ama anlamak? Anlamaya çalışan kişi kendini bir kenara koyar; sadece ötekine, ötekinin mağduriyetine, ötekinin acılarına odaklanır. Konforlu kutbundan çıkıp “araf”ın gizemli bilinmezliğinde kaybolmayı göze alır.
Yiğit Bener ve Selahattin Demirtaş
Çok sevdiğim iki insan, Yiğit Bener ve Selahattin Demirtaş. Biri çok iyi bir çevirmen, diğeri çok iyi bir siyasetçi. Pırıl pırıl iki zihin, pırıl pırıl iki insan.
Kitabın yazılış sürecini düşündüğümde, arafta bir buluşmuşluk canlanıyor hayalimde: Birbirini tanımayan iki insan, yoğun sislerin içinde, hiçbir şey göremeden kollarını açmış, bir düet oluşturmak için paslaşıyor, birbirine göndermede bulunuyor; düetin kendine düşen payını hakkıyla ve hak yemeden tamamlamaya çalışıyor. Kitap böyle şartlarda yazılmış olmalı.
Yiğit Bener, liseden çok değerli can dostum: İkimiz de yurtdışından lise sonu okumak için Türkiye’ye gelmiştik. Sudan çıkmış iki balık, tam bir kültür şoku yaşıyorduk. Mizah duygularımız, saatlerce kahkaha atabildiğimiz şeyler, hayata – olaylara bakışımız, her şeyimiz örtüşüyordu. Yiğit benim en yakın arkadaşım olmuştu. Yıllar sonra “iktidarsiz.com” edebiyat sitesi etrafında kenetlendiğimizde dostluğumuz bambaşka bir boyut kazandı.
Çok garip, ama Selahattin Demirtaş’ı da yıllardır tanır gibiyim. Hayranlıkla izlediğim bu siyasetçiyle henüz hiç karşılaşmadık ama biliyorum ki karşılaşacağız, karşılaştığımızda da kırk yıllık dost gibi birbirimize sarılacağız. Kitaplarını okurken hep fırlama, sevimli, sıcacık bir çocuk canlanır gözümün önünde. Hapiste olması beni hep öfkelendiriyor çünkü sadece Selahattin bey değil; hiç ama hiç kimse fikirlerinden, sarfettiği sözlerden, yazdıklarından dolayı hapiste olmamalı, evinden, ailesinden ayrı kalmamalı.
Hiç karşılaşmamış bu iki sevdiğim insanın oturup birlikte bir roman yazmış olduklarını duyduğumda ne kadar sevindiğimi siz tahmin edin! Bu kitabı yazmanın ikisi için de çok mutluluk verici olduğunu hayal edip ben de mutlu oluyorum.
6 Temmuz 2024, Edirne’ye, Selahattin bey’i ziyarete ikinci gidişimdi. (İlk gidişim 1 Haziran 2024’de “Ortak Yaşam Ağı” ve “Biraradayız Yanyanayız” gruplarının düzenlediği, Selahattin bey’le dayanışma ziyaretiydi.) Bu ikinci Edirne ziyaretim, bir grup yazar ve gazeteciyle Arafta Düet’in lansmanı için ve kitabı Selahattin bey’e sembolik olarak teslim etmek içindi.
Edirne’deki tarihî Mihran Hanım Konağı’nda düzenlenen törende iki yazar koltuğu konmuştu. Birinde Yiğit oturuyordu; diğer koltuk, Selahattin beyinki, boştu… şimdilik.
Arafta Düet’in sonunda, kitabın iki yazarı, Yiğit ve Selahattin bey, uzun uzun “politik kurtlarını dökerek” düette senkronize oluyorlar.
Fakat bence bu düetin hâlâ bir eksik yanı var: Yazarların biri kitabı kendi derisinin içinde yazmış, diğeri giysileri içinde.
Kalpten dileğim ve tatlı hayalim: Çok geçmeden yeni bir kitap lansmanında Selahattin bey, şu anda boş duran koltuğunu dolduracak. Yiğit’le birlikte şakalaşıp çaylarını yudumlarken, iki yazar da kendi derileri içinde, kendi “öz enstrümanlarını” kullanarak Arafta Düet & Li Erafê Duet eş-adını taşıyan, bir sayfası Türkçe bir sayfası Kürtçe bu yeni kitabı imzalayacak.
Arafta düet böylece tamamlanacak.
Çizim: Melisa Benakay