Atatürk için bir zamanlar Koç Grubu gazetelere “Olmasaydın, olmazdık” diyen abartılı reklamlar vermişti. Bu söz dün gelen bir habere tam uydu. Kraliçe Elizabeth’in haziran ayında 100 yaşında basacak eşi, Edinburgh Dükü Prens Philip, 99 yaşında hayatını kaybetti.
İngiliz Kraliyet ailesinde dük olan prensin prensliği, Yunan ve Danimarka Kraliyet ailelerinden geliyor.
Çünkü Crown izleyicileri iyi biliyor ama Prens Philip Yunan. 1921’de Korfu Adası’nda, Yunan kraliyet ailesinin bir mensubu olarak doğdu. Doğduğunda amcası Konstantin tahttaydı. Ama hem Kral Konstantin hem de babası Prens Andreas (Andrew) Anadolu’da savaştaydı.
Babası Prens Andrew, Sakarya Meydan Savaşı’nda Yunan Orduları’nın 3. Kolordu Komutanı’ydı. Onun komutasındaki Yunan orduları Haymana önlerine kadar ilerlemişti. Ama hevesli Prens Andrew, Yunan ordularının başkomutanı tecrübeli Papoulas’ın talimatlarını dinlemeyip ordusunu maceralara sokunca, Türk ordusu onun kolordusunu darmadağın etmiş, ancak kalan adamlarıyla Sakarya ırmağından sessizce geçerek kurtulmuştu.
Bizim İstiklal Harbi dediğimiz zafere, Yunan tarihinde Küçük Asya Bozgunu deniyor. Bunun öfkesiyle, İzmir’in düşmesinden önce Anadolu’dan ayrılıp Sakız adasına giden Albay Plastiras ve Midilli adasında Albay Gonatas liderliğinde kurulan cunta İzmir’in kurtuluşundan iki gün sonra 11 Eylül’de darbeyle Kral Konstantin ve hükümeti devirdi.
Bir ay sonra Plastiras ve arkadaşları, Altılar Mahkemesi adı verilen davada yanlış kararlarıyla yenilgiden sorumlu tuttukları isimleri yargıladılar. Yargılananlar arasında Sakarya Meydan Savaşındaki yanlış komutası yüzünden suçlu bulunan Kral Konstantin’in kardeşi Prens Andrew de vardı. Hakkında idam kararı çıksa da akrabaları olan İngiliz Kraliyet ailesi devreye girdi ve Prens’in cezası sürgüne çevrildi. 1922’de ailesiyle bir İngiliz zırhlısına binerek Yunanistan’ı terk etti. Henüz 1 yaşında bebek olan Prens Philip o zırhlıda bir portakal kasasından bozma beşikte yolculuk etti.
Aile önce Paris’te sefil bir hayat yaşadı, sonra Danimarka pasaportu aldı, sonra Prens Philip ikinci dünya savaşında İngiliz ordusuna katıldı ve ardından savaş kahramanı, soylu ve yakışıklı bir prens olarak Elizabeth ile tanıştı… Gerisi Crown’dan malum. Yani eğer İstiklal Harbi ve Atatürk olmasaydı, Prens Philip, Kraliçe’nin kocası ve Edinburgh Dükü de olmazdı…
Ayasofya imamından yedi aylık hızlandırılmış laiklik kursu…
Ayasofya, 1934’de müzeye çevrildiği tarihe kadar 567 yıl İstanbul’un en önemli camisiydi.
Sadece büyüklük ve mimari ihtişam olarak değil, Cuma, Bayram namazları, Kadir Geceleri İstanbullular Ayasofya’da toplanırdı.
O yüzden bu caminin imamları ve vaizleri bizzat padişahlar tarafından seçilir, zamanının ilimde en itibarlı isimlerine bu görev verilirdi.
İmam ve vaiz dışında, devrinin en itibarlı alimi Ayasofya’nın kürsü şeyhi olur, orada sohbetler eder, dersler verirdi.
Hala Çırağan’da dergahı ve türbesi ziyaret edilen Yahya Efendi, 16. yüzyılda Ayasofya’da verdiği vaazlarla ünlenmişti.
Evliya Çelebi’ye göre onun Ayasofya’da vaazlarını dinlemek üzere halk üç gün önceden hazırlıklara başlar, camide adım atılacak yer bulunmazdı.
1860’larda Yeni Osmanlılar’ın “Sarıklı ihtilalci”si Ali Suavi, Şehzadebaşı ve Ayasofya’nın kürsüsünden ve minberinden verdiği vaazlar ve okuduğu hutbelerle yabancı elçilik yazışmalarında “İslami ajitatör” olarak geçmişti. Zehirli ve acıtıcı oklarını Babıali iktidarına böyle yöneltmenin bedelini sürgünlerle ödemişti:
“Ey Babıali! Tırnaklarıyla toprak kazarak senin zevk ve sefana para yetiştiren Türkceğizlerin bir kerecik enin-i hazini dinle. Sonra pişman olursun ha!”
“Cenab-ı hak ümmet-i merhumeyi zaleme elinde bırakmaz., elbette bir gün sahabi zuhur eder… Zalimin şeran def’i lazımdır. Cümlemiz ma’ruf ile memuruz.”
“Müslümanlar ya Bilal ve Selman gibi olacaklar ya da sümüklü böcekler gibi zalimlere karşı başlarını saklayarak gezeceklerdir.”
Ayasofya’nın son kürsü şeyhi Manastırlı İsmail Hakkı’ydı.
23 Temmuz 1908’de Hürriyet’in İlanı ile birlikte Ayasofya’da vaazlara başlayan Manastırlı, 1912’de öldüğünde, vaazlarının ve sohbetlerini takip eden Mehmet Akif “Manastırlı da bu diyarın en mütebahhir bir âlim-i nihriri idi” diye yazmış, Eşref Edip vaazlarını kitap haline getirmişti.
Hürriyet’in ilanından sonra Ayasofya’da irad ettiği ilk Cuma hutbesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne övgüler yağdırmış ve hürriyet mesajları vermişti:
“Biz zulüm içinde istibdad dalgaları arasında çalkalanıyorduk. Şeriatımız hürriyeti, adaleti, müsâvâtı emrediyor. İslâmiyet’te hukuk-ı beşeriyyeye muzır bir şey yoktur. Bütün ahkâmı mizaca muvâfık, adalete mukârin, hürriyete mutâbık. Diğer taraftan Fransada öyle. Onlar da bu hürriyeti memnuniyetle telakkî ederler. Elhamdulillâh Rabbimiz bu hürriyeti ihsan buyurdu. Hâinleri kahr u tedmîr etti. Bir bâd-ı hidayet bütün istibdat bulutlarını sürükledi götürdü. Memleketimiz nurlarla, hürriyet, adalet, müsâvât nurlarıyla doldu. Bu halin bekâsına, hürriyetin devamına dua etmeliyiz…”
“Adalet edin. Müsâvât üzere hareket edin ki düşmanlarınız size düşmanlık ederlerken dost olur. Allah Gafûru’r-rahîmdir… Meşvereti niçin bana emrediyor? Bittabi ümmete rahmet için. İlâ yevmi’l-kıyame ümmetim meşveretle hareket edecek. Meşveret onlara bir düstur-i esasî olacak. Herkese vahiy gelmiyor semâdan. Herkese Cebrail Kur’ân getirmiyor. Hulefa-yı Raşidîn devrinden başladı usul-i meşveret. Hatta bunun için müstakil bir sure nâzil olmuştu. Şûra namıyla tesmiye kılınmıştır..”.
“Bir memlekette ki efkâr-ı umumiyye yok, daima büyükler küçükleri ezer, insan sayılmaz onlar. Devlet-i Âliye Avrupa komisyonlarında insan sıfatıyla anılmazdı. En âdi milletleri millet sayarlardı. Bizi insan saymazlardı. Bir iki kişinin idaresi altında yaşarlar, insan mı onlar, bu mu insanlık? derlerdi…”
“İçimizde milel-i gayrımüslime de var: Ermeni, Rum, Bulgar, Musevi… Onlar da bu heyet-ten cüz’dür. Onlar bize Allah’ın vedîasıdır. Kendimizden ziyade onların hukukun muhafazaya çalışacağız. Zerre kadar rencide olmamalarına gayret edeceğiz. Dinimiz böyle emreder.”
(Kaynak: Abdullah Taha İmamoğlu- Osmanlı Modernleşmesi Sürecinde Vaazların Meşruiyet Aracına Dönüşmesi ve Manastırlı İsmail Hakkı’dan Bir Vaaz Örneği)
112 yıl önce devrin bütün siyasi atmosferini yansıtan Ayasofya’nın başimamı Manastırlı İsmail Hakkı’nın okuduğu bu hutbeden, görevden alınan Ayasofya başimamının tweetlerine…
Kuran aynı Kuran, din aynı din.
Ama 112 yıl öncenin siyasi havasında Ayasofya’nın başimamı İslam’dan meşvereti, adaleti, eşitliği, Kanuni Esasi’yi, Meclisi, gayrimüslümlerin haklarını çıkarırken, 112 yıl sonra Ayasofya’nın başimamı İslam’dan “kadın cinayetleri demek propagandadır”, “ailenin reisi erkektir”, “kısasta hayat vardır”ı ve iktidarın yol açtığı bir ekonomik krizle boğuşan halkı sabretmeye, azla yetinmeye çağıran ayetleri çıkarabilirdi, laikliğin anayasadan çıkarılmasını savundu, Merkez Bankası başkanının görevden alınmasıyla yaşanan ekonomik çalkantıyı bile faiz ayetleriyle destekledi.
Her ne kadar bazı İslami çevreler, cesaretini övüp “dinin gereklerini hatırlattığını, hakkı söylediğini” iddia etse de bir Müslüman alimin bugünün Türkiye’sinde söylemeye cesaret etmesi gereken esas “hak”lar herhalde bunlar olmasa gerek.
Kadınlar, laikler, ekonomistlere yeten cesareti camisinde Cuma imamlığı yaptığı vakıf üniversitesini kendisinin ve yüzlerce hoca ve öğrencinin başına yıkanlara tek kelime etmeye yetmedi.
Kuran’dan iktidar sahiplerine adalet, tasarruf, mütevazilik, haram yememe nasihatleri çıkaramazken, ekonomik sıkıntılarla boğuşan halk iktidarı eleştirirken karşılarına sabrı, aza kanaati tavsiye eden ayetleri çıkardı.
Siyasi tartışmalara o kadar müdahil oldu ki AK Parti sözcülerinden bile açık tepkiler aldı.
Nihayet #başkomutanErdoğan yazmasından 12 saat sonra da başkomutan Erdoğan’ın isteğiyle görevden alındı.
Türkiye’de laik devlet 70 yıl boyunca dindar halka laikliği anlatmayı beceremedi. Çünkü laiklik dinsizlik değildir derken, dini sosyal hayattan da silmeye çalıştı, doğrudan insanların hayat tarzlarına karıştı.
Bu yüzden 70 yıl boyunca okullarda verilen onca derse rağmen laiklik dindarlar için korkutucu bir kelime oldu.
Kurdukları partiler, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olmaktan kapatıldı, kapatılmaya çalışıldı.
Ama 70 yılda cumhuriyet rejiminin başaramadığını, son 7 yılda AK Parti iktidarı, Fethullahçılar ve diğer İslami gruplar başarmış olabilir.
Laikliğe devletin bir sopasıyken buğz edenler, artık laikliğin devlet yönetiminde bir ihtiyaç olduğunu fark etmeye başladı.
Ayasofya imamı da hızlandırılmış laiklik kursu gibi olan bu 7 aylık performansıyla 70 yılda Kemalistlerin yapamadığını yaptı. AK Partililere bile “Herkes kendi işine bakmalı” dedirtti.
Aslında AK Parti sözcülerinin Ayasofya imamına isyan ederken söyledikleri bu söz laikliğin de kısa tarifi sayılır.
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, İsa’nın hakkı İsa’ya” nın 2021 yılında yeniden keşfedilmiş hali.
Ayasofya imamı “anayasadan laiklik çıkarılsın” derken, toplumu ve insanların hayatını dizayn eden ve artık CHP’nin bile uzak durduğu laiklik anlayışı yerine, din ile siyaset arasında mesafeyi koruyan bir laikliğin anlaşılmasına yardım etti.
Ekonomik krizi bile savunmak için ayetleri süngülerin başına geçirmenin sadece devlete değil, dine de zarar verdiğini bizzat Ayasofya’dan gösterdi.
Kim derdi ki 86 yıl müzeyken Türkiye’deki dindarların laikliğe karşı diş bilemelerinin motivasyon kaynağı olan Ayasofya, camiye döndürüldüğünde laiklik propagandasının odağı haline gelsin…
O Norveçli polis bizde olsaydı…
Aşısı bulunmuş koronavirüs günlük vaka sayısından her gün acıtıcı rekorlar kıran, dünyanın ilk üç sırasından inmeyen Türkiye’nin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, “Vaka sayılarında ciddi artış var. Bunda mutasyon tabii ki etkili ama sadece mutasyonla açıklayamayız. Önlemleri gevşettik maalesef” dedi. “Gevşettik maalesef” sözü herhalde önce halka dönük bir suçlama değil, bir özeleştirisi olmalı.
Ama Türkiye gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti olsaydı, o kadar kolay “gevşetemezlerdi.”
Dün Norveç’in gündemi Başbakan Erna Solberg’e pandemi yasağını ihlalden kesilen 20 bin kronluk cezaydı. Başbakan lebaleb parti kongreleri topladığı ya da binlerce kişinin katıldığı cenazelerde bulunduğu için bu cezayı almadı.
Sadece 60. yaş gününü ailesiyle geçirmek istedi. Geçen şubat sonunda Oslo’ya 250 kilometre uzaklıktaki kayak merkezi Geilo’ya ailece gitmeye karar verdiler. Oradaki bir lokantada doğum günü kutlaması için eşiyle birlikte yakın ailesinden 13 kişiyi davet etti. Ama son dakika gözünde bir rahatsızlık çıkınca hastaneye gitti ve doğum günü yemeğini kaçırdı. Ertesi gün kayak merkezine gitti, kaldıkları evde yine aileden 13 kişinin davetli olduğu bir Suşi partisine katıldı.
Geçen hafta bu küçük tatil haber olunca polis soruşturma açtı. Çünkü Başbakan, kendi koyduğu pandemi yasakları ve zorunlu olmadıkça şehir dışına çıkmama tavsiyelerine uymamıştı.
Norveç pandemi kurallarına göre restoranlarda 10 kişiden fazla kalabalık olarak toplanmak yasak. Başbakan kendi davetine icabet edemedi ama 13 kişiyi o restorana davet eden kişi olarak 20 bin Norveç kronu ceza almaktan da kurtulamadı.
Medyanın önüne çıkıp, pişmanlığını, kendisine olan kızgınlığını dile getirdi.
Başbakan’a ceza kesen polis şefi ise kahraman muamelesi görüyor. Yani Tromso’ya falan sürgüne gönderilmedi.
“Herkes eşit olmayabilir ama kanun önünde herkes eşittir” diyerek cezasını savundu.
Norveç gazeteleri bu cezanın “hukuk devletinin zaferi” olduğunu yazıyor, “Norveç için harika bir gün” başlıkları atıyor. Hatta sadece Başbakan’a ceza kesilmesi ve eşi ve akrabalarının cezadan azade olmasını eleştiriyorlar.
Eğer bizde de bir polis o kongreler için Cumhurbaşkanı’na, o cenazelere katıldığı için Sağlık Bakanı’na pandemi cezası kesebilseydi, bugün rakamlar böyle acıtıcı ve açıklanamaz olmazdı. Tam da bu yüzden demokrasi, hukuk devleti bir lüks değil, hayati bir ihtiyaç.
NOT: Bundan sonra Cumartesi günleri parçalı formatta yazılarla karşınızda olacağım. Tek parça uzun yazılardan şikayet edenlere duyurulur. Bu arada Emre mektubunu aldım. Osmaniye’ye çok selamlar…