Sene 1971, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde İnşaat Fakültesi öğrencisiyim. Yaşım 19. Yaz aylarında Ayaş-Beypazarı arasında İlhan Çayı üzerinde inşa edilmekte olan karayolu köprüsü şantiyesinde stajımı yapıyordum. 45 gün devam eden stajım sırasında, Ankara’da bir öğrenci yurdunda kalıyor ve her gün otobüsle şantiye mahalline gidip geliyordum. Ayaş’ı bu vesile ile tanımıştım. Çok gelişmemiş küçük bir ilçeydi. Ayaş hakkında fazla bilgi sahibi olamadan ilçenin içinden otobüsle geçip gidiyordum.
61 yaşımda Ayaş’ı detaylı olarak ele aldığım “24 Nisan 1915 İstanbul, Çankırı, Ayaş, Ankara” başlıklı kitabım yayınlandı. Kitapta, 24 Nisan 1915 ve sonraki günlerde İstanbul’da tutuklanan Ermeni aydınların bir kısmı Çankırı’ya götürülürken, daha önemli görülen diğer kısmının Ayaş’a götürülüp hapsedilmelerini detaylı olarak anlattım. 92 Ermeni aydının götürüldüğü Ayaş’tan sadece 17’si sağ kurtulabilmiş, 75’i öldürülmüştü.
Ben Ayaş ile ilgili bu gerçekleri çok uzun yıllar bilmeden yaşamıştım. Bu gerçekleri öğrendikten sonra 2013 yılında yine bir Haziran günü Ayaş’ı eşimle beraber ilk defa ziyaret ettim. Kitabi bilgilerimle, el yordamıyla Ayaş’ı keşfettim. Şimdi 17 Haziran 2021’de yerel bir dostun daveti üzerine iki arkadaşımla birlikte daha bilinçli bir gözle Ayaş’ı yeniden ziyaret ettim. İlk gördüğümden beri bayağı büyümüş; 1950’li yıllardaki çorak görünümü Ayaş’ın mevsimin de uygun olmasıyla bugün yeşil, şirin bir yerleşim olduğunu gördüm. Hatta Ankaralıların Ayaş ve civarından arazi alıp, yazlık veya kır evleri yaptırdığını öğrendim.
1950’li yıllarda çekilen sayfada gördüğünüz birinci Ayaş fotoğrafında, tam karşıda ve üstte yatayda görülen yolun sol başında ve sağ başında bulunan iki binadan oluşan Ayaş’ın eski kapalı hapishane binaları görülüyor. Eski hapishanenin bulunduğu yerde, şimdi bir okul binası ve konutlar bulunuyor. Ayaş’a yüksekten bakan, havadar bir konumu var. İkinci fotoğrafta aynı yatay yoldan güncel bir görüntü yer alıyor. Yolun sağ tarafında eski kapalı hapishanenin yerine inşa edilen yeni yapılar görülüyor. Sol tarafta az ileride bugün yerinde olmayan eski çamaşırhane bulunuyor.
Ayaş Hapishanesine İstanbul’dan getirilen Ermeni tutuklular arasında düzeni ve organizasyonu sağlamak üzere seçimle bir başkan ve yürütme komitesi oluşturulmuştu. Bu komite tutuklular arasında seçtikleri kişilere özel görevler vermişti. Tutuklu ve sağ kurtulan Ermeni aydınlarından Doktor Avedis Nakaşyan anılarında anlatıyor:
“Grubumuzun en şanslıları Tuvalet Sekreteri olarak atandı; bir diğeri Çamaşırhane Sekreteri, bir diğeri de Temizlik Bakanı. Her grubun sırayla yemek yapması ve bulaşıkları yıkaması için beş kişilik bölüklere ayrıldık. Şehre gitmek ve birkaç grup için yiyecek satın almak üzere bana izin verildi. Özetle, ben Tedarik (Satın Alma) Bakanıydım, ama bu resmi seyahatlerde bana daima iki asker muhafız eşlik ederdi.”
Ermeni tutukluların içmek için su aldıkları çeşme, Kaymakamlık binasının bulunduğu tepenin altındaydı. Suyu çeşmeden doldurup getirmek üzere her gün sırayla sucu ekibi oluşturuluyordu. Çeşmenin suyu kesildiğinde, yeniden suyun gelmesi için beklenen süre, o günkü sucu ekibin şansına çıkan kıymetli dakikalardı.
Ermeni tutuklular kaplıcaları ünlü olan Ayaş’ın sıcak suyundan yararlanamıyordu. Bugün hala ayakta olan hamama ancak beşer kişilik gruplar halinde gidilebildiğinden, yıkanmak için günlerce beklemek zorundaydılar. Kir doğal olarak bitlenmeye yol açıyordu. Doktor Avedis Nakaşyan, “Bizim son derece sınırlı alanımızı işgal eden en korkunç düşmanımız, bir tane değil, panik verici sayıdaydı. Tahtakuruları ve bitler nerede olduğumuzu öğrenmişler, yüzlerce ve binlercesi yakınlarımıza girip yerleşmişlerdi. Bir saat süre ile sağlam uyumak imkânsızdı” diye anlatıyor.
Ve devam ediyor: “Yürütme komitesi özel bir oturum düzenledi. Bir şeyler yapılması gerekiyordu; böylece hemen Tahtakurusu ve Bit İşleri Bakanlığı tayin edildi. Bu koltuk, en kötü sorunumuzun ciddiyetine yakışır şekilde, seçimle son derece seçkin bir beyefendiye verildi. Neyse ki onun liderliğinde, kısa bir süre sonra, hafif sıkletlerden ağır toplara doğru değişen tüm işgalcilere karşı katliam başladı; bazısı iyi beslenmiş ve halinden memnun, bazısı bir deri bir kemik ve diğerleri yırtıcı. İddialara göre, kadın ve erkek, evli veya bekâr, birkaç takım tahtakurusu ve bit imha edildi, ama ben onlara inanmıyordum. Ancak, ihtiyar olanları gençlerinden ayırt edebiliyordum.”
Bitlere karşı mücadele için tutuklular üzerinde yattıkları döşekleri her gün güneşin altına sererek havalandırma yoluna gittiler.
Çocukluk yıllarında kapalı cezaevinin hemen yakınındaki evlerin birinde oturan Ayaşlı dostumuz Sezai Işık anlatıyor:
“Ben 10 yaşlarındaydım, 65’li yıllardaydı. Şeyh Muhittin Mahallesi’nde iki ayrı binadan oluşan kapalı Ayaş Hapishanesi bulunuyordu. Sol tarafında bizim çamaşırhane vardı. Mahallede su yok, elektrik yok. Suyumuzu bu çamaşırhaneden taşırdık. 7-8 kadın evin önünde otururken, ben de annemin yanında oturuyordum. Kulağımla duydum, kadının biri anlatmıştı: ‘Sabaha yakın namaza kalktığımda, on metre ileride bulunan kapalı cezaevinden sürekli ağlama sesleri, bağırtılar geliyordu. Merak ettim evden dışarı çıktım. Ne var diye seslendim. Bir Osmanlı jandarması yaklaştı, teyze sen içeri gir, bunlar Ermeni diye beni uzaklaştırdı. Sabah olunca sesleri kesildi. Sabaha kadar dövmüşler, tutukluları hapishaneye yerleştirmişlerdi.’ O gece Ermenileri öldürmemişler, sadece yerleştirmişlerdi. [Demek ki kadının anlattığı olay, tutuklu Ermenilerin geldiği ilk gece cereyan etmiş]. Öldürme olayları, eski yol üzerinde olmuş. Ankara’dan gelen eski yol, şimdiki yoldan değil, Başayaş tarafından geliyordu. [Ayaş’a 5 kilometre mesafedeki] eski Başayaş Köyünün orada [Ayaş Beli adı verilen] bir sırt var, orada halkı, köylüleri [Ankara’ya götürülmek üzere yola çıkarılan 27 Ermeni aydının üzerine] saldırtmışlar. Jandarmanın kendisi tabanca veya tüfekle öldürmemiş. Etraftan getirilen köylüler kazma kürek ile saldırarak Ermenileri öldürmüşler. Bir zaman sonra da ölüleri bir yerlere gömmüşler. Ama gömüldükleri yeri biz bilemiyoruz.”
İşte Ayaş ve İstanbullu Ermenilerin 1915 yılındaki hazin öyküsü kısaca böyle. Esasında öykü çok daha hüzünlü, ama bir Ayaş ziyareti üzerine hüzünlü bir yazı yazmak içimden gelmedi.