Ana SayfaManşetZohrab Efendi’nin mezar taşı

Zohrab Efendi’nin mezar taşı

Son zamanlarda, Türk siyasi dostlarının bakışları ve sözlerinde biraz değişiklik olmuştu, ama bunun geçici olduğuna inanıyordu. Yine birlikte bahar günlerinde Alemdağ’a, Adalar’a gidip kurtlarını dökeceklerdi. Kırda tavla ve iskambil oynayıp, birlikte fıkralara gülüp eğlenecek, fasıl yapacak, yaprak dolmalarını yiyeceklerdi. Kardeşler, hatta baba oğul arasında bile bazen soğukluk olmaz mıydı?

1915 yılında Haziran ayının ilk günlerinde yaklaşmakta olan yazın habercisi parlak güneşli bir gün. Zohrab Efendi, Ayazpaşa’da Azaryan Apartmanı üçüncü katın sol tarafındaki dairesinde eşi Klara Hanım’la karşılıklı kahvaltı masasındalar. Geç kalmış kahvaltının sonuna gelmişler, Zohrab Efendi günlük gazeteleri karıştırıp haber başlıklarını okumaya başlamış.

Salon penceresinden dışarı tam karşı yöne baktığında, İstanbul’un yemyeşil tepeleri alabildiğine uzanıyor. Savaş nedeniyle ilan edilen sıkıyönetimin sansüründen dolayı, gazete haberlerinin hiçbir keyfi olmuyor. Sansür heyetinin denetiminden geçen ve her şeyi tek yanlı ele alan haberler gazeteleri doldurmuş. Zohrab Efendi, balkondan kafasını uzatıp aşağıdaki yolda tek tük geçen arabaları ve fazla acelesi olmadan yürüyen insanları seyrediyor.

Meclis-i Mebusan tatile girdiğinden beri İstanbul Mebusu Krikor Zohrab’ın boş zamanları fazlalaşmış. Günde birkaç saat uğradığı Karaköy’deki avukatlık yazıhanesinin de bu günlerde işleri oldukça azalmış. Ancak Patrikhane’de haber çok ve Anadolu’dan gelen önemli haberlerden sonra, Siyasi Meclis’in toplantılarına katılmak için Zohrab Efendi’nin eskisine göre daha fazla zaman ayırması gerekiyor. Tutuklanan ve İstanbul dışına gönderilen Ermenilerin, yardım istemek için başvuran ailelerinin sayısı da günden güne artıyor.

Zohrab Efendi, gazeteleri bir kenara koydu, dışarı çıkmak için giyinmek üzere dairenin arka odasına geçti. Arka odanın manzarası ön odadakinden çok daha güzel. Zohrab Efendi, sağ tarafta Sarayburnu’ndan başlayarak, sola doğru uzanan Boğaz, karşı tarafta Adalar ve Üsküdar manzarasını, daha önce hiç bakmamış gibi uzunca bir süre seyretti. İstanbul’un ne kadar güzel olduğuna bir kere daha kanaat getirdikten sonra, beyaz gömleğinin kol düğmelerini takarken, bu güzel manzara karşısında dışarı çıkmanın anlamsızlığını düşündü bir ara.

54 yaşını bitirmesine çok az kalmıştı. Yoğun ve dolu dolu geçen bir hayatın yorgunluğunu hissetti birden. Denizde seyreden Şirket-i Hayriye vapurlarına bakarken, daha düşük yoğunlukta bir yaşamın zamanının gelip gelmediğini düşündü. Kısıtlı da olsa, maddi olarak ömrünün sonuna kadar kendisini ve ailesini götürebilecek imkânlara sahipti. Zaten, mevcut çevresinden her zaman gelebilecek davalarla, bu konuda dara düşeceği bir durum görünmüyordu.

Çocukların hepsi büyümüştü. Erkeklerden en büyük olanı Vahan, zaten evden ayrılmış ve yurt dışında birtakım işler yapmaya başlamıştı. Vahan ile arası iyi değildi, hatta uzun zamandır görüşmüyorlardı, ama neyse evlat işte. Küçük oğlan Aram ise 20’sine gelmiş, Fransa’da burslu olarak okumakta ve aileye hiçbir yük getirmemekteydi. Aram’ın da okulunu bitirdikten sonra İstanbul’a dönüp dönmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktu.

Şimdilik kızlar yanındaydı. O çok sevdiği kızları da artık büyümüşler ayrı havalara girmişlerdi. Zohrab Efendi, üzülerek de olsa onlara artık misafir gözüyle bakıyordu.

Biraz para kazanabilseydi, istirahat etmek ve yalnız kalabilmek için Prinkipo’da (Büyükada) büyük bahçeli küçük bir ev satın almayı hep istemişti. Avukatlık diplomasını aldığı 1884 yılından beri 31 sene insanlarla ve onların dertleri ile uğraştıktan sonra, bahçe ile uğraşmayı, çiçekler ve meyveler yetiştirmeyi çok arzu etmişti.

Yaz gelse de Büyükada’ya gitsek diye düşündü Zohrab Efendi. Hem artık, Ada’da Klara ile daha uzun zaman kalmak da çok iyi gelecekti. Temiz havasıyla, deniz banyolarıyla Ada, tam bir dinlenme yeriydi. Hem son yıllarda siyasete ayırdığı zamanın fazlalaşması, onun çok sevdiği edebiyatla uğraşmasını bir hayli engellemişti. Hâlbuki kafasında ve tuttuğu notlarda, yazmayı planladığı ne hikâyeler kendisini bekliyordu.

İttihatçı hükümetin, Almanlarla anlaşıp ülkeyi bir oldubitti ile savaşa sokmasına canı sıkılmıştı. Onlar da belki kaybedilen toprakları geri alırız düşüncesiyle, kazanacağını düşündükleri tarafa oynamışlardı. Savaşın iyisi olmazdı. Kazansan da sonunda yine kaybederdin. İnşallah savaş çok sürmez, çabuk biterdi.

Hayırlısıyla, Anadolu’nun Ermenileri de bir huzura kavuşsaydı. Onlar huzursuz oldukça, gelen haberler İstanbul’daki Ermenileri de huzursuz ediyordu. Dert küçük değildi, ama halledilmeyecek gibi de düşünmemek lazımdı. Zohrab Efendi, Ermenilerin sıkıntılarından kurtulup düzlüğe çıkacağına inanıyordu. Bu güzel memleket hepimize yeter diyordu.

Ah şu Taşnaklar da ortalığı karıştırıyorlardı. Geçen sene, savaş çıkarsa, daha önce Balkan Savaşlarındaki gibi davranacağız diye karar almışlardı. Sonra her şey altüst oldu, bir kısmı bu karara uymadılar. Bunu Talat’a, Halil’e nasıl anlatabilirsin?

Son zamanlarda, Türk siyasi dostlarının bakışları ve sözlerinde biraz değişiklik olmuştu, ama bunun geçici olduğuna inanıyordu. Yine birlikte bahar günlerinde Alemdağ’a, Adalar’a gidip kurtlarını dökeceklerdi. Kırda tavla ve iskambil oynayıp, birlikte fıkralara gülüp eğlenecek, fasıl yapacak, yaprak dolmalarını yiyeceklerdi. Kardeşler, hatta baba oğul arasında bile bazen soğukluk olmaz mıydı? Bu da böyle, gelip geçici bir şeydi. Şu kısa ömürde paylaşamayacak ne olabilirdi ki? Zohrab Efendi, farklı bir dine mensup olmaktan başka hiçbir fark hissetmediği, bu toprakların insanlarından biriydi.

Batılıydı ama gezip dolaşmak, orayı örnek almak için. En sevdiği şey, bir süre özledikten sonra İstanbul’a dönmekti. Burada doğmuş, büyümüş, kazanıp ailesine bakmıştı. Kafası buranın sorunları ile dolmuş, çözümleri için çaba sarf etmişti. Ermeni olsun, Türk olsun, hangi milletten olursa olsun bütün sevdikleri buradaydı. Rahmetli babası ve annesi de buradaydı.

Zohrab Efendi, ceketini giyerken gözü duvarda asılı takvime takıldı. Takvim o günün Haziran’ın 2 si olduğunu söylüyordu. Klara ile vedalaştıktan sonra evden çıktı. Sokağa indiğinde kendini bir çocuk gibi hafif ve mutlu hissediyordu. Yoldan bir araba çevirdi, çevik bir hareketle binip, şoföre gideceği yönü söyledi. Araba hareket ettiğinde Zohrab Efendi’nin aklında akşama uğramayı düşündüğü kulübü vardı.

Aynı dakikalarda Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, emniyet müdürünün getirdiği evrakları imzalıyordu. Evraklara tek tek bakıp imzalarken, birisinin Meclis-i Mebusandan çok iyi tanıdığı ve dostum dediği iki Ermeni milletvekilinin tutuklanması ile ilgili olduğunu gördü. Daha önce talimatını kendi verdiği bu evrakı tereddüt etmeden imzaladı. Bu milletvekillerinden birisi Krikor Zohrab’tı.

Paşa akşam uğradığı Cercle D’Orient’te yüzyüze gelince, Zohrab Efendi’nin güler yüzle masasına davetini geri çeviremedi.  Son oynadıkları iskambil oyununda kozlarını paylaşamamışlardı.     

O gece başlayan tarih bir sel gibi aktı. Zohrab Efendi de bu selin alıp götürdüğü yüz binlerce Ermeni’den sadece biri oldu.  İstanbul mahkemeleri dururken, Diyarbakır mahkemesinde yargılanmak üzere tutuklandı. Tutuklu Zohrab Efendi’nin İstanbul’dan Diyarbakır’a yolculuğu 47 gün sürdü. Ama yine de Diyarbakır’a ulaşamadı. 19 Temmuz 1915 günü Urfa’dan yola çıkarıldıktan bir süre sonra ıssız bir yerde Ermeni mebus arkadaşı Vartkes ile birlikte başı ezilerek öldürüldü.

Bugün iki mebusun da üzerine çiçek konabilecek bir mezarları bile yok.  Şimdi aradan geçen 106 yılda selin sebepleri ve sonuçları tartışılıyor. Ancak mağdur Zohrab Efendi’nin tartışılacak hiçbir yanı yok, her şeyiyle dimdik ayakta ve ortada duruyor.

- Advertisment -