Dilin zenginliğini sohbetine de taşıyan annem bazı insanları “bedzeban” kelimesiyle tanımlardı. Anlamını sorduğumda “pis ağızlı, ağzı pis insanlar” dediğini iyi hatırlıyorum. O tarifi belleğime uzun süre “küfürbaz” kelimesinin eşanlamlısı olarak yerleşti. “Ağzı pis” insanların çok daha geniş, ayrıntılı bir karakteri anlattığını dile, kelimelere merak sardığımda öğrendim.
Farsçadan Osmanlıcaya da yerleşen bedzebanın kökenindeki zebanın sözlük anlamı, dil, lisan, konuşma… Başına “bet-bed” geldiğinde kelimeyi kötülük, fenalık, çirkinlikle anılan birleşik bir sıfata dönüştürüyor. Bedzebanın haznesi onunla da sınırlı kalmayarak, bazı insanların ruhsal portresini tüm ayrıntılarıyla resmediyor. Hani görünce tanırsın… Sözlükte eşkâli belirli: “Pis, ‘kötü’ sözler söyleyen, insanları o pis ağzıyla hicveden, edepsiz, sayıp sövücü, karalayıcı, nefretle, lanetle söylenen, gevşek ağızlı, boşboğaz, ahlaksız, terbiyesiz…” Cehennemin bekçisi zebânînin elindeki listeden okuyorum sanki. Bu tabiatın ayrımcılığı, etiketlemeyi, zalimliği, kibri, sevgisizliği de emzirdiğini düşünüyorum.
Meksikalı dildaşlar…
Rahatsız değilim böyle bir kelimenin varlığından… Âlem buysa, kelime de bu! Ekranlarda, medyada o lisanı ana dili olarak pervasızca benimseyenleri gördükçe, bedzebanı en ağır, sunturlu kelimelerimin arasına yerleştiriyorum. Ağız dolduran fonetiği, melodisi de bana iyi geliyor. İşine gelmeyenleri, fikrine uymayanları sayıp söverek karalayan, nefretle, lanetle söylenen, “hicvini” her daim küçümseyen bir alaycılıkla ortaya küfür gibi bırakanların diyarında böyle okkalı tariflere ihtiyaç var.
Bedzebanın vesikalık fotoğraflarını karşıma koyunca, o turnikede itiş-kakış biriken kalabalık beni şaşırtmıyor. Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’e göre dünyanın en küfürbaz insanlarının, İspanya’yı geride bırakan Meksikalılar ile Türkiyeliler olmasının da beni şaşırtmaması gibi… (¹)
Bedzebanı bir romanın kötücül karakteri misali tüm detayıyla anlatan kelimeler, pis ağızlarda hiçbir sıfatını sektirmeden yerini buluyor. Ve küfürbazlık o kötücüllüğü anlatmakta güdük kalıyor. Zira kirli, karanlık bir ruh hâlini, habisliğin lisanını, lugatını da ortaya koyuyor. O yüzden sözlükteki anlamları içinde doğrudan yer almasa da, bedzebanın kapsamına o eksende kullanılan, nefretle, lanetle okunan bedduanın da girdiğini düşünüyorum.
“Keh, keh” emojisi
Küfür ve beddua nefretin, kötücül duyguların ana enstrümanı. Zihni o enstrümanların kakofonisiyle kuşatıyor. Öyle ki kin, intikam, düşmanlık, lanet neşesini, keyfini, mutluluğunu o fasılda buluyor. Bu fasıl “Yurttan Sesler” repertuarını her an genişletiyorsa, küfrü sadece bir küfür, bedduayı sadece bir beddua olarak sıradanlaştırmanın doğru olmadığına inanıyorum.
Bakın ekrana, sosyal medyaya… “Karşı”sındaki herkese küfrü, hakareti, bedduayı ve o balçıkla sıvanmış iftiraları sakınmadan sıralayan pis ağızlı assolistlerinin, sevincini, neşesini, coşkusunu saklayamadığını, hatta gizlemeye bile gerek duymadığını görürsünüz. Kurduğu hemen her cümlenin sonunda, Japon mucidinin bile duygusunu yeterince veremeyeceği “Keh keh keh…” emojisi var. Neredeyse fotoğrafından bile tanıyor, anlıyorsunuz ki, onun yüzü bizzat o emoji zaten. Kısık gözlerinde, içten-dıştan pazarlıklı habis sırıtışında yeni bir emojinin vesikalığı asılı.
Dünyevî-uhrevî küfür
Beddua yani Farsça kökeniyle “kötü, çirkin, fena dua” ve küfür, dilin tarihi kadar eski olmalı. Etimolojisi ise belki hiçbir kelimenin, kavramın gelişimsel dağarcığıyla kıyaslanmayacak kadar hareketli, “zengin”. Emiroğlu, “Küfrün öznesiyle nesnesi arasındaki ilişki küfrün etimolojisinde sırıtıyor, hakaret kişisel kalırken küfür toplumsallaşıyor” diyor. (¹)
Lâkin bizde “afedersiniz” hakaretin de toplumsallaştırılmış hâlleri mebzul. Küfür dile getirdiği eylem üzerinden benli-bizli, daha fiilî seyrederken, beddua karanlık dileklerini, öfkeli umudunu daha rûhânî desteklerde arıyor. Yani ilkinin daha dünyevî, ikincisinin daha uhrevî olduğunu söylemek mümkün. (Küfürlerine de mutlaka “kutsal”, uhrevî bir şeyler kattığı söylenen İspanyollarla Meksikalıları ayrı bir yere koyuyorum)
Tutacağına dair beklentim, korkum olmasa da, beddua bazen küfür kadar rahatsız ediyor beni. Zira yürekten, hevesli beddua, o bela, lanet bombardımanı, insanın içerlerindeki duygu silsilesini getiriyor aklıma. Birisi dolu dolu, ana misyonu oymuş gibi “Kahretsin, belasını versin, boynu altında kalsın, eti dalda çürüsün” tekerlemesine girse… “Deme öyle” diyorum yahut öyle geçiyor içimden. “Olur a nefesi sağlamdır, bir aksilik çıkmasın” gibilerinden düşündüğüm için değil. İnsanı öyle dolu dolu beddua ettiren o duygu hâli, o hâlin karanlık geri planı hoşuma gitmiyor.
Mazlumun bedduası
Beddua hemen herkesin diline uğruyor elbette. Spontane bir küfür, cümleyi tamamlayan bir “ulan” gibi yerleşiyor, refleks gibi ağızdan çıkıyor. Dile öyle yerleşmiş ki, insanın kendine de beddua, küfür edesi geliyor. Ayağını sehpaya çarptığında bile bir “Kahretsin…” nidası yankılanıyor evin içinde… Öyle anlarda gerisini küfür de tamamlıyor; “Hay benim kafama…” Hiç istemesem de benim de dilimin altındaki kuru baklayı o dağarcıktan çıkardığım oluyor bazen. (Örnek veremeyeceğim)
Asıl derdim daha çok insanî kabahatleri kapsamına alan “insanlık hâli” beddualar, anlık söylenmeler değil. Öte yandan “Elin ekmek, belin kuşak, soyun uşak, yuvan ocak görmesin” gibi halk edebiyatının “veciz” örneklerinin, beddua “koşma”larının bazen koyu çaresizliklerden, zulümlerden kaynaklandığını, her türden ezici otoriteye karşı eldeki tek silahın o yakarış olduğunu da düşünüyorum. Dilini benimsemesem de oradaki kabahatin faturasını mazluma, ezilene çıkartamıyorum.
Bir kelime, bin nefret
Ataerkil kültürün, kapalı gökyüzünü andıran o çatının altındaki her türden otoritenin, dilindeki küfür, beddua ise mühimmatı tabiatından gelen bir yaylım ateş. Kimi en alt rütbeden en üstüne komutanı, kimi askeri; eller hep tetikte… (²) Bir nefret antrenmanı, tatbikatı gibi geliyor bana. Bohçasını açtığında öyle akla gelmez tekerlemelere, öyle coşkuyla, “keh keh keh”lerle giriyor ki, her gece yatmadan küfre, bedduaya çalıştığına, nefretlerini dizelediğine yemin edersin.
Küfrü, hakareti, bedduayı bedzebanın alanıyla buluşturanlar, hiçbir edep, ahlak tanımadan, tırnak kadar vicdan taşımadan sürdürüyor uğraşısını. Alaycılığı da o kapsamda, sayıp sövücülüğü, karalayıcılığı da… Bedzeban karakterlerini hastalanan, hatta öleni bile o dille, o dileklerle uğurlayarak, tek tabanca muhalifine bile o kötü, çirkin, fena duaları, dilekleri gözünü kırpmadan sıralayarak, her kelimesine bin nefret sığdırarak alkışlar içinde sahneliyorlar.
Onların hedef aldığı insan(lar)ın “arzu/hayal ettiği” sonunu böylesine detaylandırmasına hayretle bakıyorum. Ve o bombardımanının, içerlerinde nefret dolu, kapkara bir karşılığı/zemini olduğunu görüyorum. (Evet, bu cümleyi yazarken benim de aklımdan bu mevzuda tavan yapan Fethullah Gülen geçiyor. Birçok insana trajikomik, youtube fenomeni gibi gelen ama içerlerindeki nefretin bombardımanıyla derinliği, karanlığı, kıvamı ortaya çıkan o meşhur beddua tiradı…)
Detaycı kötülük
Nefret ettiği insan(lar)ın felaketini, sonunu, ölümünü hevesli bir detaycılıkla tasvir etmek nasıl masum, ya da en azından normal görülebilir? Neden bir insanı, kahır, bela vs. gibi soyut ama ölümcül bir kadere, onun distopyasına yakışır bir evrene yollamayı yürekten dileyelim? Nasıl bir duyguyla?
Dileğimiz gerçekten buysa… Kimse bilmese, görmese ve kimse bizi asla cezalandıramayacak olsa, beddua ettiğimiz o insana o detaylı tasvirimizdeki gibi “işkence” edecek miyiz? Acılar içinde inim inim kıvrandırıp, yerlerde süründürecek miyiz? Ocağına incir dikecek miyiz, keyifle? Böyle soruların karşısında bir an tereddüt ediyorsak, tarihimizde yaşanan acılardan, dünyadan bihaberiz demektir.
Belki diyeceğiz ki, “Nefretimin, acımasızlığımın somut, haklı nedenleri var”. “Yahu adam tecavüzcü, adam acımasız bir katil” diye dikleneceğiz… Yine de cezasını kendi öfkesince, kinince kesen bir nefreti ne meşru kılabilir? Nefret, o içi beni, dışı seni yakan cinnet hali, fiiliyatta haklı görülebilir mi…
Adaletin terazisini tekmeleyip kılıcını elimize alırsak… Öfkeyle, kinle, nefretle bilersek…
Bu bizi kahraman yahut adil değil, olsa olsa Kurtlar Vadisi’nde cinai bakışlı figüran yapar. Zihnimize o eski darağaçlarını kurar, kulağımıza “Sallandıracaksın birkaç tane…”yi fısıldar.
Bedduanın, ağız dolusu kahretmenin denk geldiği durumlar da olabilir. Belasını istersin mesela, komalık olur. “Bak, gördün mü, ayağına dolandı, layığını buldu” dersen, keyifle… Bu “Bak ben demiştim” sıkıcılığından öte bir şeydir. Nefret dolu dileğin yerine geldiğinde bedduandan mutlu oluyorsan… Nefretin taammüdendir.
Azaltarak bırakmak…
TV, sosyal medya ekranlarında her an, her durumda trend olabilen, insafa gelmeyen küfür, beddua, şahsımızda, yakın çevremizde böyle dipsiz örneklerle yer almayabilir. Ama “Allah belasını versin, kahretsin” filan dediğimizde… Yine beddua külliyatının, o alanın dilini kullandığımız da pek aklımıza gelmiyor. Gelse de önemsemiyoruz belki. Azıcık, “kararında” yahut dil alışkanlığından küfür, beddua etmek bizi bu işin solistlerinden, o profesyonel kategorilerden, bedzebanlıktan külliyen ayrı tutuyor mu bilemiyorum. O lafın gelişi hâller masum gibi gözükse de, hepsi aynı sudan içiyor, aynı sofradan besleniyor zira.
Bedzebanın birini çevrenden, selamından uzaklaştırmak hiç zor değil de, artıkları dilinden tümüyle ayıklamak sebat istiyor. Böyle zihniyetleri değiştirmek uzun soluklu bir mücadele… Ama o zihniyetin dilini kendi söyleminden ayıklamak, en azından o konuda o ortaklığı sonlandırmak zor değil. Sigarayı azaltarak bırakmaktan kolay olduğu tecrübeyle sabit…
Şimdi kuracağım cümleden, ironisinin götüreceği yerden asla emin değilim ama… Ehven-i şer bir yolu da küfrü, bedduayı, tek başına ya da onlarla da iki-üç başına kalabildiğin çok yakın arkadaşlarınla mahremdeyken, mesela sadece televizyon seyrederken kararında tüketmek olabilir (mi acaba). Bazı tiryaki arkadaşların sigarayı artık sadece içki içerken yakması gibi… Hani dili tümüyle yoksun bırakmamak, böyle bir ülkede durma karşılaştığın inanılmaz vakalara karşı yoksunluk krizine girmemek açısından.
Kalabalık(ta) yazdığım ve muhasebesini tam yapmadığım için bu acabamdan vaz geçiyorum… Tümüyle ayıklamak, bünyenden şeytanı çıkarmak, bedzebanla arana fersahlarca mesafe koymak elbette en güzeli. Algılamak, önemsemek, dikkat etmek, o pis ağzın dilinin ucuna geldiğinde bulaştıracağı tadı bilmek yolun yarısından da ötesi… Bir süre sonra öyle küfürlerin, bedduaların, öyle etiketlemelerin, kelimelerin, nefret söylemlerinin, içindeki, bilinçaltındaki temelleri de sarsılıyor, yıkılıyor zaten. İçindeki şeytan beslenemiyor. Buna da gücün, iraden yetmiyorsa, “Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın…” desem, olmayacak.
BİR ŞARKI/BİR GÜFTE
Beddua şarkılarda, türkülerde, şiirlerde de kullanışlı. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Kıskanç” şiirinden dilimize dolan bir şarkı mesela: “Dilerim tanrıdan ki /Sana açık kucaklar /Bir daha kapanmadan /Kara toprakla dolsun /Kan tükürsün adını candan anan dudaklar /Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun”.
Yahut bir bağrı yanık türküde; “En güzel elbisen tabutuna sarılsın /Yılan akrep yuvasına mezarın kazılsın /Mezar taşına veremlidir yazılsın /Okuyan olmasın, okuyan olmasın…”
Bazen de bir şiirde; “Soyunun uğradığı bütün felaketlere /yas tutacak kadar uzun olsun ömrün /insan kalbinin bütün afetlerini yaşayasın /sonsuza dek uyku haram olsun nankör gözlerine /o kadar uzun yaşa ki /bütün sevdiklerinin ölümlerini görsün gözlerin /bütün yakınlarının yıkımlarına yansın yüreğin.”
Kadın cinayetlerindeki o bildik “Çok seviyordum, öldürdüm Hâkim Bey” ile…“Nefret ediyordum, öldürdüm” arasındaki fark yahut benzerlikler, neyi hafifletir? Nefretin nedenleri, beslendiği yer ve sonuçlarından masum değil…
(¹) Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi.
(²) Bu arada “çerbzeban”ın yaltakçı, “çerb”in ise yağlı, semiz, uygun, yumuşak anlamlarına da geldiğini söylemeliyim.