Suriye’de 26 Mayıs 2021’de başkanlık seçimleri yapıldı, cumhurbaşkanı Beşşar Esed yeniden, 7 yıllık bir süre için başkan seçildi.
Muhtemelen aşağı yukarı böyle kurulmuş bir cümleyle çeşitli medya organlarında bu haberi okudunuz. Haberin detaylarında da, Esed’in rakiplerini ezici bir farkla arkada bıraktığını, seçmenlerin %95 civarındaki oranının oylarını aldığını da öğreneceğiz.
Bu şekilde yazılmış bir haberde içindeki sözcüklerin sayısından daha çok yalan olduğunu, Suriye hakkında birazcık bilgisi olan herkes biliyor.
Öncelikle “Suriye” diye bir ülke yok artık.
Toprakları fiili olarak beş yabancı devletin kontrolünde 4 devletçik arasında bölünmüş bir eski Suriye var. Bu toprakların büyük bir bölümü Rusya ve İran’ın ve bu iki devletin uydusu durumundaki Esed rejiminin kontrolünde. Hem Rusya hem de İran ve Lübnan’daki milis gücü Hizbullah yetkilileri her fırsatta Esed’e bunu hatırlatıyorlar: “Biz olmasaydık Esed rejimi yıkılırdı.”
Özellikle Rusya başkanı Putin, Esed’i birinde Lazkiye’deki Himeymim üssü’ne, diğeri Şam yakınlarındaki yine bir Rus askeri üssüne çağırdı ve kendisiyle devlet prokollerine aykırı, aşağılayıcı bir tavırla görüştü. Bu şekilde Suriye’nin egemen bir ülke olmadığını, Suriye Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan zatın da onun bir emir kulu olduğunu dünyaya göstermiş oldu.
İkinci devletçik ise Fırat’ın doğusu diye anılan (Kürtlerin Rojava diye adlandırdıkları) bölgedir. Karmaşık bir güçler dengesi[1] olsa da, burası genellikle Amerikan askeri üslerinin himayesindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) diye adlandırılan oluşumun kontrolündeki “öz yönetim” bölgesidir. SDG, Kürt YPG ağırlıklı, çeşitli etnik toplulukların silahlı gruplarının bileşenlerinden oluşan bir askeri yapıdır, siyasi şemsiyesi ise Suriye Demokratik Meclisi’dir. Amerikan askerlerinin sayıları (500-800 arası) simgesel olsa da, arkalarındaki devletin dünya siyasetindeki ağırlığı dolayısıyla bu bölgeye “Amerikan devletçiği” sıfatını vermek çok da aykırı olmaz.
Üçüncü devletçik de Türkiye Silahlı Kuvvetleri’nin güdümündeki irili ufaklı silahlı grupların kontrolünde olup, Batı’da cihatçı Heyet Tahrirüş-Şam (HTŞ) kontrolündeki İdlib’den başlayarak, Kürt ağırlıklı Afrin’i, Arap ağırlıklı Halep’in kuzey kırsalını da içine alarak, yine Kürt ağırlıklı Rasul Eyn şehrine kadar Türkiye sınırı boyunca uzanan bölgedir. Bu bölgeleri de “Türk devletçiği” diye tanımlamak garipsenmemeli.
Özellikle de Türkiye’nin, bu bölgelerde, sadece askeri yönüyle değil, başka birçok alanda da[2] kendini gösteriyor olması, böyle bir tanımlamayı meşru kılıyor ve akla Hatay’ın 1938’de nasıl el değiştirdiğini getiriyor.
Dördüncü bölge ise 1967’den beri İsrail işgali altında olup, BM Güvenlik Kurulu kararlarına rağmen İsrail tarafından ilhak edilmiş ve Trump döneminde ABD tarafından da kabul edilmiş bölgedir. Buraya devletçik diyemeyiz.
Suriye’nin yok olduğunun daha vahim göstergeleri de var: Suriye halkı ya da Suriye toplumu diye bir şey de kalmadı. Belki “Suriyeliler” demek daha doğru olur ama ona da değişik sıfatlar ekleyerek derin bölünmüşlüğünü ortaya koyuyoruz. Yüzeyin altında öteden beri bir bölünmüşlük vardı ama şimdi bu bölünmüşlük hem daha derinleşti, hem yeni boyutlar kazandı: 7 milyon Suriyeli sınr dışına kaçarken, bir o kadarı da sınır içinde yer değiştirmek zorunda kaldı ve bunların bir kısmı bizzat Esed rejiminin eliyle, yeşil otobüslere bindirilerek, buna zorlandı. Ve bizzat Beşşar Esed, Halep şehrinin doğu semtlerini boşalttığında bunu “daha homojen bir Suriye toplumu elde ettik” diyerek dünyaya ilan etti.
2011’de halk ayaklanması başladığında Suriyelilerin ezici çoğunluğu rejimi değiştirmek istemişti, 2016’ya vardığımızda rejim halkı değiştirmeyi başarmıştı. Zaten Hafız Esed zamanından beri “Suriye Arap Cumhuriyeti” sadece resmî belgelerde anılırken, tedavülde olan adı “Esed Suriyesi” olmuş, Hafız’ın ölümünden sonra da, cumhuriyetten hanedanlığa geçilmişti. Adaylık şartlarından biri olan 40 yaş şartını karşılayamayan Beşşar Esed, anayasada bu konuda değişiklik yaparak tek aday olup babasının boşalttığı başkanlığı devraldı. Çok geçmeden de sanki Suriyelilerle alay ediyormuş gibi, anayasadaki o maddeyi (başkan adayının yaş şartını) yeniden eski haline dönüştürdü.
Bu demografik tükenmişliğe bir de, Esed’in bombaları marifetiyle meydana getirilmiş olan fizikî ve ekonomik harabe eklenince, ortaya “ülke, devlet, halk, toplum” dışında her şeye benzeyen bir tablo çıkmış oldu.
Siyasi çözüm masallarıyla vicdanlarını uyutanlar, Suriyelilerin psikolojik kopuluşlarını görmezden geliyor. Şu an itibariyle Esed yanlılarıyla karşıtlarının bir daha asla beraber yaşayamayacaklarını; Suriye’nin sınırları dışına kaçanların, bu rejim yerinde kaldıkça dönmeyeceklerini; Kürtlerle Arapların birlikteliğinin büyük yaralar aldığını; bölünmenin aile fertleri arasına kadar uzandığını göz ardı ediyorlar.
Ve gelelim “Başkanlık seçimleri”ne.
Daha önce, anayasa gereği, Baas partisinin yönetim kurulu tarafından gösterilip millet meclisine onaylatılan tek aday referandum usulüyle halka seçtirilirken, 2014’te yapılan anayasa değişikliğiyle, çok sayıda adaydan biri halk tarafından seçilmeye başladı. Baas partisi de böylece eski anayasadaki “devletin ve toplumun liderliği” sıfatını kaybetti ve cumhurbaşkanı adayını belirleme konusunda devre dışı bırakıldı. Halk ayaklanmasının ağırlığı altında yapılan bu anayasal değişiklik görünüşte iyi görünse de, pratikte değişen bir şey yok.
Artık Esed kendi “rakiplerini” kendi belirliyor oldu ve bunlar da halka sundukları seçim beyanlarında, medyaya verdikleri demeçlerinde, Suriye’den bahsederken “Suriye el-Esed” (Esed Suriyesi) demekten çekinmiyorlar ve Esed’in Suriye halkı için yaptığı fedakârlıklardan bahsediyorlar. O kadar ki, bu zavallı talihsiz fügüranlar Esed’e “rakip” durumuna düşmeyi vatan hainliğine yakın bir suç gibi algılıyorlar ve “Esed halkı” da onları böyle algılıyor. Seçimlerin ertesi gününde hafızalardan tamamen silineceklerini biliyorlar.
Bu distopik tablodan biraz uzaklaşarak “gerçek hayatta” neler olup bittiğine göz atmak için seçimlerle ilgili birkaç haber aktarayım:
“Deyruzzor’da kurulan seçim sandıkları tamamıyla dolduğu için, başkentten yeni sandıklar istendi!”
Bilindiği üzere 2011’de Deyruzzor, Suriye’nin en kalabalık halk gösterilerinin olduğu ikinci şehirdi (birincilik Hama şehrindeydi).
Daha sonra 2014’te şehrin kontrolü Daeş diye adlandırılan Suriye ve Irak İslam Devleti’ne (IŞİD) geçti ve nihayet Amerikan savaş uçakları eşliğinde SDG oluşumu kontrolü ele geçirdi. Ama bütün bu evrelerde Esed rejiminin küçük bir adacığı şehir merkezinde tutunmayı başarabilmişti. Şimdi şehirde ne kadar sivil insan yaşıyor bilinmiyor. Ama rejimden ve daha sonra IŞİD’den kaçanlar büyük çoğunlukta dersek gerçekten pek uzaklaşmış olmayız.
Geri kalanların da normal şartlarda Esed’e oy vermeyecekleri 2011 sivil protesto eylemlerinden beri belli. Aynı zamanda şehir halkının öteden beri Irak’ın devrik diktatörü Saddam Hüseyin’e sıcak baktıkları bir gerçektir. Dolayısıyla Kürtlere büyük alerjileri olduğunu bir kenara koyalım. Yani bugün Deyruzzor’da yaşayanlar ne Esed rejimini ne de SDG otoritesini kabul ederler. O yüzden “Deyruzzor’da sandıklar doldu, yeni sandıklar geliyor” haberi acı bir mizah gibi ortada duruyor.
Halk ayaklanmasının başladığı Şam’ın güneyindeki Deraa’ya gidersek orada açık bir boykot olduğunu haberlerden öğreniyoruz. Seçim gününden günler önce şehrin ve ilin değişik beldelerinde seçimleri boykot ettiklerini ilan eden bildiriler çıktı, pankartlar asıldı. Seçimden bir gün önce kepenkler indirildi ve sokaklarda Esed karşıtı gösteriler düzenlendi. Gece gelince de birçok seçim merkezi yakınında küçük bombalar patlatıldı.
Bilindiği üzere 2018’de Amerikalılar o bölgelerden ellerini çekerek Rusların kontrolüne bıraktı. Deraa’da rejimin varlığı çok cılız olduğu için kontrol Rusya’nın elinde. Geçen iki buçuk yıl boyunca ara sıra Esed karşıtı gösterilerin olması Rusya’nın göz yummasına bağlanıyor. Buna ilaveten Esed birliklerine veya Muhabarat subaylarına yönelik birçok silahlı saldırı gerçekleşiyor. Daha önce oraları kontrolleri altında tutmuş olan silahlı muhalif gruplar, kuzeydeki İdlib’e sürüldükten sonra bir tür sivil ve silahlı yeraltı direnişi oluşmuş durumda. Ve bu durum o bölgeye has, başka bölgelerde pek görülmüyor.
Son olarak bir de şu haber ilginç: “Beşşar Esed ve eşi oylarını Duma şehrinde verdiler!”
Şam banliyösindeki bu küçük şehir 2013’ün ağustos ayında Esed rejimi tarafından kimyasal silahla bombalanarak 1500 kadar insanın öldürülmesine sahne olmuştu. Esed’in özellikle burayı seçmesi başlı başına korkunç bir şey. Ve sandık başında söyledikleri de ibretlik. Bu seçimleri tanımayacaklarını ilan eden devletlere meydan okuyarak “Bu tutumunuz yok hükmündedir” diyebildi.
2014’te bir demecinde, “Bütün Suriyelilere kendimi kabul ettirmem mümkün değil, ben sadece Suriye halkının bir kısmını temsil ediyorum” diyebilen, Putin karşısında hazırola geçen Beşşar Esed 7 yıllık dördüncü başkanlık dönemini başlatıyor.
Durum budur.
________
Bekir Sıdkı: Suriyeli yazar ve çevirmen. 1959 yılında Halep şehrinde doğdu. Eğitimini yine aynı şehirde tamamlayan yazar 1983-1998 yılları arasında Esed rejimi karşıtı sol siyasi faaliyetlerinden dolayı cezaevinde kaldı. 2013 yılında Halep savaşı sırasında Halep’teki (Eşrefiyye) evinden ayrılarak Gaziantep’e yerleşti. Yazarın yayımlanmış 20 çeviri kitabı ve Arapça gazete ve dergilerde yayımlanan çok sayıda makalesi bulunmaktadır.
[1] Amerikan askerleri ve SDG güçlerinin yanısıra, rejim, hizbullah ve rusyaya bağlı güçlerin kontrolündeki bazı adacıklar da vardır. Ve son olarak İŞİDin faaliyetleri de son zamanlarda hortlamış durumdadır.
[2] Yerleşim birimleri, okullar, hastaneler, elektrik ve iletişim, PTT merkezleri, türk lirasını tedavüle sokması… vb