Ana SayfaManşetBilmek kolay, anlamak zor…

Bilmek kolay, anlamak zor…

Berktay eleştiri olarak Osmanlı’da o dönem görünen davranış kalıplarının Batılı ülkelerde de olduğunu söylüyor. Tarihle ilgili herhangi bir meraklı ve düzgün okuyucunun haliyle bildiği basmakalıp bir tespit. Ben Osmanlı’da olan başkalarında yok demiyorum ki… Beş yüz yıl önce Osmanlı’da olan nasıl bizde hala değişmeden var oluyor diye soruyorum.

Kültürel hegemonyanın niye Batı’dan Doğu’ya işlediğini ve bunun bizim ruh halimizde yarattığı etkileri anlamaya yönelik arayış yazılarına bir küçük ilave olarak, bugün Halil Berktay’ın ‘ABD seçimleri (4) Biden’ın liderliği tartışması’ (12 Kasım) başlıklı yazısını ele alacağım.

ABD seçimlerinin kültürel hegemonya ile doğrudan bir ilgisi tabii ki yok, ama Berktay herhalde söz konusu seçimlere tamamlayıcı bir öğe olarak düşündüğü bana yönelik eleştirilerini de yazısına eklemeden edememiş. Benim ‘Beş yüz yıldır değişmeyen ‘şey’ (10 Kasım) başlıklı yazımı her zamanki hoşgörülü ve alicenap yaklaşımıyla ele alıp ‘iltifatlarını’ esirgememiş.

Yazımı “Hemen tamamen tarihle, Osmanlı tarihiyle ilgili” bir metin olarak tanımladıktan sonra şöyle devam ediyor: “Bilgi olarak da yanlış, yöntem (kaynak analizi) bakımından da yanlış. En basiti II. Selim’in kalabalık ‘av dönüşü’ gösterisini de, İran elçisinin çemkirmesini de nasıl okuyacağını bilmiyor Mahçupyan. Elçinin (güya) ‘umursamaz’lığını Osmanlı’nın (güya) kofluğunun objektif, gerçekçi, modern (bugünkü) bir eleştirisi gibi yorumluyor. Bütün bu törenlerin ve karşılıklı jestlerin, o çağ açısından evrensel ne tür kalıp-roller ve kalıp-tavırlar olduğundan habersiz. Sırf Osmanlıya özgü sanıyor. Ve sonuçta, öncekinden çok daha koyu, çok daha net biçimde Oryantalist bir düşünce ufkuna (ironik olarak, fazlasıyla modernist-Cumhuriyetçi denebilecek bir anti-Osmanlıcılığa) savruluyor.”

Belli ki bazı şeyler Berktay’ı yerinden hoplatmış. O kadar ki okuduğunu anlamadığını bile anlamadan mahallenin bekçiliğine, bilim jandarmalığına soyunmuş. İnsan kendi bildiğine duygusal bağ ile bağlandığında bu tür tepkiler olağandır… Herkesin başına gelebilir.

Baştan başlayalım. Berktay benim yazımı tarihle ilgili sanıyor. Çünkü geçmişte olan birkaç olayla ilgili o olayları yaşayanların gözlemini aktarıyorum. Eğer her geçmişten olay naklettiğimizde Berktay’ın ya da bir tarihçinin müfettişliğine mahkumsak vay halimize… Şöyle düşünün: Bir kahvede arkadaşınızla sohbet ederken, ‘bu sıra dağlar milyonlarca yıldır buradaymış ama ardından geçen nehrin suladığı ovalar epey sonradan oluşmuş’ gibi bir laf etseniz…  Ve yan masadan biri şöyle dese: ‘Arkadaş sen coğrafyacı mısın ki bu konuları konuşuyorsun?’ Ne kadar abes bir takıntı hali diye düşünmez miyiz? Coğrafya disiplininin malzemesi olan bir olgunun onun dışında bir çerçevede ele alınabilmesi caiz değil mi?

Berktay benim beş yüz yıl önceden örnek vermemden hareketle tarih metni yazdığımı sanmış. Ama ben zihniyet meselesi ile ilgiliyim. Berktay her geçmiş olayı kendi zihnindeki tarihsel bağlamın içine oturtup oradan acul sonuçlar üretebilir. Ne var ki hayatta ve bilimsel alanda başka bağlamlar da var… Bir bilim insanının hiç olmazsa gördüğünde o farklı bağlamların farkına varması gerekmez mi? Geçmiş olaylar tarih disiplini içinde farklı, zihniyet analizi içinde farklı işlevler görür.

İkinci nokta, kullandığım örneklerin ‘hem bilgi hem yöntem olarak’ yanlış olması meselesi… Örnekleri Metin And’ın geçen yazıda zikrettiğim kitabından aldım ve hepsi o dönem olaya tanıklık etmiş kişilerin nakline dayalı. Ayrıca eğer fazla kaynak mevcutsa And birden fazla gözlemciye referans veriyor ve söyledikleri birbiriyle çelişkili olduğunda da düzeltmiyor. Diğer değişle neredeyse bire bir nakille yetinmiş.

Kullandığım örneklerin ‘yanlış’ olması, herhalde ‘uyduruk’ anlamında değil, çünkü henüz hiçbir tarihçi And’ın kitabındaki olayların yazar veya gözlemci tarafından uydurulmuş olduğunu söylememiş. ‘Yöntem bakımından yanlış’tan kasıt ise geçmiş olayın bugünkü algı üzerinden okunması. İran Elçisinin ‘umursamazlığı’ beş yüz yıl önce bugünkünden bir miktar farklı anlam ifade edebilir tabii ki… Ancak adam güç göstermenin çok ‘zavallıca’ olduğunu da söylemiş. Bu da günümüze göre bir nüansa işaret edebilir, ama maalesef fazla değil. Çünkü nasıl güç gösterme merakı bir zihniyet göstergesiyse, onun zavallı bulunması da aynı ölçüde evrensel bir zihinsel algı. (Kanuni’nin “beni bana anlattığın için” repliğine hiç gelmiyorum…)

Eğer geçmişteki olayları bugüne taşıyarak anlamak mümkün değilse, tarihçinin kendi zihninde geçmişe gitmesi gerekecektir. İyi de tarihçi bugünkü zihniyle nasıl geçmişe gidip, o geçmişi hakkıyla anlayabilir? Tarihçinin geçmişte ve bugün aynen geçerli olan bir bağa, köprüye, gördüğünü tanıdığını söylemesine izin veren bir güven zeminine ihtiyacı var. Bu zemin zihniyettir… Tarihçi önce geçmişin zihniyetini kavramadan, geçmiş olguların anlamını da bilemez. O nedenle bir tarihçinin zihniyet bağlamını görür görmez tanıması beklenir… Tabii kendi tarihçiliğinin de bir zihniyete oturduğunu idrak etmişse.

Berktay eleştiri olarak Osmanlı’da o dönem görünen davranış kalıplarının Batılı ülkelerde de olduğunu söylüyor. Tarihle ilgili herhangi bir meraklı ve düzgün okuyucunun haliyle bildiği basmakalıp bir tespit. Ben Osmanlı’da olan başkalarında yok demiyorum ki… Beş yüz yıl önce Osmanlı’da olan nasıl bizde hala değişmeden var oluyor diye soruyorum.

Hatta Berktay’ın ‘hassasiyetini’ eklediğimizde durum daha ilginç hale geliyor. Beş yüz yıl önce Osmanlı ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde aynı/benzer davranış kalıpları ve tutumlar varmış. Batı’da bugün onlar kalmamış, ya da iyice arka plana itilmiş… Oysa bizde giderek toplumsal ruh halinin parçası haline gelmiş ve ‘kemikleşmiş’. Acaba niçin? Batı’daki bu değişimin kökleri nereye kadar geri gitmekteymiş? Zihniyet değişimi her zaman yeni bir zihniyetin eskiye eklemlenmesini ifade ettiğine göre, acaba Batı’nın yeni zihniyeti neymiş ve biz o zihniyete niçin uzak durmuşuz?

Berktay’ın itirazı akla şöyle bir durum getiriyor: İki kardeş sohbet ederlerken biri ‘bizim babamız megaloman’ diyor… Diğeri hemen itiraz ediyor: Ama komşu Necla’nın babası da megaloman! Berktay komşularla ilgilenebilir ve o da değerli bir uğraş. Ancak ben ‘bizim babamızın’ niye böyle olduğu ve niye değişmediği ile ilgiliyim. Geçmişte Sultan-Saray-bürokratik elit çerçevesinde yoğunlaşmış bir tutumun, nasıl olup da bugün tatmin edilemeyen bir toplumsal ihtiyaç olarak (Diriliş Ertuğrul misali) su yüzüne çıkmış olduğunu merak ediyorum.   

Böylece Oryantalizm meselesine geliyoruz. Oryantalizmin ana karakteri Doğu’nun (modernlik nezdinde) olumsuz özelliklerini fıtratla açıklayan bir kolaycılık ve aşağılama olması. Buna göre Doğu bizzat kendi özü nedeniyle ‘değişemez’… Berktay her nasılsa benim böyle bir yargıya sahip olduğumu düşünmüş. Ne var ki ben Doğu ‘değişemez’ değil zihniyet açısından ‘değişmemiş’ diyorum… Yani bir normatif yargıdan değil, olgudan söz ediyorum. Dahası (tarihçilerin de gayet iyi bildikleri üzere) değişebilecekken değişmemiş olduğunu, bütün gündelik hayat ve kurumsal değişime rağmen zihniyet açısından değişmeye direndiğini gözlemliyor ve bunun nedenini anlamak istiyorum.

Oryantalizm aynı zamanda hızlı, kolay ve kaba yargıların peşinden gidenlerin işidir. Berktay’ın da benim yazıma biraz böyle yaklaştığı açık. Tabii ki buradan hareketle Berktay’ın Oryantalist olduğunu öne sürecek değilim. Ama Oryantalistlerle aynı zihniyeti paylaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz sanıyorum…

Burada Berktay’ın tarihçiliğini, bilim insanlığını veya entelektüel kapasitesini tartışıyor değilim. Biliyor olma halinin bazen nasıl başka şeyleri anlamada handikap oluşturabileceğine örnek bir durum yaşadığımızı ve her düşünen insanın biraz daha serinkanlı olmasında ne denli yarar olabileceğini gördüğümüzü umuyorum sadece…

- Advertisment -