Bilim-kurgunun gerçek tecrübeyi hiçe sayan bir soğukluğu vardır; kendinizi yaşadığınız zamandan ve mekandan soyutlamadıkça içine giremez ve anlatılan hikâyenin büyüsüne kendinizi veremezsiniz. Oysa bilimkurgu tam anlamıyla rüya görmek gibidir, gerçeklikle ilgisi oldukça şüphelidir ve uyandığımızda her şey geçip gitse de bizde kalan bir his ve gördüklerimizin olma ihtimali zihnimizin sınırlarını genişleten bir etkiye sahiptir. Ve burada rüyaları bütünüyle bilinç altına ittiklerimizden üretilmiş senaryolar olarak da görmemek gerekir. Tam da Le Guin’in belirttiği gibi, rüyaları yapanlar biz olmayabiliriz: “Esasında kendimi hâlâ rüyalarımı yaptığıma ikna edemiyorum. Beni kendi amaçları doğrultusunda kullanıyor gibiler.” (Sözcüklerdir Bütün Derdim, s.109- hep kitap).
Kurmaca -ve özellikle de bilim-kurgu- bütün hayat boyu yaşadıklarımız ve biriktirdiklerimizin bizi kullanmasına izin vermektir. Gördüğümüz ve bildiğimiz her şeyin dile gelip bizimle oynamasına ve canlı bir varlık kazanmak için bizi araçsallaştırmasına açık olmaktır ya da. Özellikle bilim-kurgu yazmak, bize ait gibi duran ama nereden çıkıp geldikleri tam da belli olmayan bir şeylerin harekete geçmesidir: “Yazdıklarımın nereden geldiğini çoğunlukla bilmiyorum. Deneyimler gübreleniyor ve daha sonra içlerinden farklı ve beklenmedik bir şey çıkıyor.” (Ursula K. Le Guin’le Konuşmalar, s.133- agorakitaplığı). Bir kere kaynağından çıkacak hale geldikten sonra hikâyenin kendi yolunu bulmasına aracılık etmek gerekir: “Hikâyenin kendisini anlatmasına izin vermem gerekir, bazen ne söylediğini anlamayabilirim.” (UKLGK, s.173).
İşin sırrı, onun ne olduğundan ve nasıl açığa çıktığından çok kimin ya da kimlerin bunu yapabilir olduklarında yatar. İşte burada hayal gücü devreye girer. Hayal gücünü çocukluğumuzda itibaren ne kadar beslediğimiz, tecrübelerimizi ve yaşadıklarımızı ne kadar derinden yaşadığımızla ilişkilidir. Hayal gücü, yaşadıklarımızın toplamıyla ya da illa kendi dünyamızla bağlantılı bir sanal gerçeklik demek değildir. Daha çok, zihnimizin bize oynadığı bir oyun ve hiç gitmediğimiz ve gerçekte de olmayan ama ancak bildiklerimizi bir tarafa bıraktığımızda kapıları açılan bir ülkenin sadece bize görünmesi gibidir. Bizimle zorunlu bir ilişkisi yoktur ama bütün malzemesi bizim hayatımızdan çıktığı için illa ki tanıdık gelen şeylerle yüklüdür. Fakat ne olursa olsun bilinmeze giden bir tanıdıklıktır bu. “Kurmaca bilgi aktarımı değildir, mesaj göndermek değildir. Kurmaca yazını, yazar için daima şaşırtıcıdır.” (SBD, s.152). Kişi kendi yazdıklarına her defasında şaşırmalıdır ve bu eğer dışarıdan bir okura kıyasla çok daha güçlü yaşanıyorsa yazdıkları doğrudur!
İyi bilim-kurgu metinlerde gizlice kendini göstermeyi bekleyen, daha doğrusu üzerine düşünüldüğünde kendini açık eden bir bilgelik saklıdır. Fakat bu, yoğun ya da hayatın her yanını içeren bir tecrübeden süzülüp gelen kıssalardakine benzeyen bir bilgelikten çok düşünülmeyenden, düşünülmemiş ve dolayısıyla yaşanmamış olandan gelen -inanılması güç- bir içerik taşır. Şu bile söylenebilir ki belki de gerçek bilgelik yaşanandan değil yaşanamamış olanlardan çıkar ve bu tür metinler bize tam da bunun kapısını aralar.
Bilgelik her zaman bir çocuk masumiyetine ihtiyaç duyar ve bu bize henüz yaşanmamış olanda daha fazla saklı olduğunu düşündürür. Tam da bu nedenle bilgece metinler kıssalardan çok masala yakındırlar, çocuksuluğu yaşanmamış olanla birleştirir sonra bizden aldıklarıyla her defasında yepyeni bir ülke kurarlar. Bu artık bize ait değildir ama anahtarı mutlaka kendi çocukluğumuzdan geçen bir yolculukta gizlidir. Kendimizden uzaklaştıkça ondan daha çok şey buluruz: “Pasternak’tan bir romanın nasıl yazılacağına dair ne kadar çok şey öğrendiğimi yeni fark ediyorum. Doğru yere inebildiğiniz müddetçe kilometreler ve yıllar arasında sıçrayıp durabileceğinizi, detayların doğruluğunun duyguları da içine aldığını, daha çok şeyi hariç tutarak aslında metne daha fazla şey katabildiğinizi öğrendim.” (SBD, s.203).
Haya gücü yaptıklarımızla değil yapmadıklarımızla beslenir. Daha çok beslenir diyelim. “Keşke çocuklardan yalnızca ‘Yaz Tatilinde Ne Yaptım’ konulu bir kompozisyon değil, ciddi ciddi o yaz tatilinde ne yapmadıklarını yazmaları da istenseydi!” (SBD, s.151). Bu bizim hayatta yaptıklarımızdan ibaret olmadığımızı anlamamızı sağlar; düşünüp de yapamadıklarımız, hissedip de söyleyemediklerimiz, karşı çıkmak isteyip çıkamadıklarımız ve durumu değiştirmek isteyip değiştiremediklerimizle ilişkiye geçmemize ve böylelikle kendimizi yeniden kurmamıza imkân verir, en azından zihnimizde!
Böylelikle, geleceği tahmin edebiliriz, en azından kendimizle ilgili olan kısmını! Ve tam da bu nedenle bilim-kurgu statükoyla bir hesaplaşmadır, içimizdeki dünyayla dışımızdaki dünya arasındaki korkunç bir duvar gibi duran statükoyla hesaplaşırız: “Bilimkurgu, her türlü statükonun haya gücüyle yıkımına hazır ve elverişlidir. Hayal güçlerini beslemeye ve işlemeye gücü yetmeyen bürokratlar ve politikacılar, bilimkurgunun ışın tabancalarından ve saçmalıktan ibaret olduğunu, sadece çocukların hoşuna gideceğini sanmaya meyillidir.” (SBD, s.221). Evet, yazılanlar önemli ölçüde çocukça bir fantezi gibidir belki ama unutmamak gerekir ki statükoyu ayakta tutan şey de en az onun kadar çocukçadır ve tam da bu yüzden ona karşı en etkili silah ışın kılıcıdır! Bu bir delilikse eğer, statükoyu ayakta tutmak için yapılanlar da fazlasıyla delilik içerir ve “Ciddi bir bilim kurgu, yaşadığımız bu deli dünyayı ele almak için kullanılan modern bir edebi aygıttır.” (UKLGK, s.63).
Bilim-kurgunun belki de bütün işlevi ve önemi, her türlü sınırlamaların ve engellemelerin ötesine geçmek için tek yapılması gerekenin yapamadıklarımızla yeni bir dünya kurup insanların da bunu yapabilir olduklarını görmelerini sağlamaktır. Başka bir ifadeyle bütün yapamadıklarımızla yapabileceğimiz çok önemli bir şey vardır: bizim dışımızdaki insanların bütün bu yapamadıklarımızdan hareketle kendi yapamadıklarını yapabilir olmalarını sağlamaya çalışmak. Bu bizim de bütün bunları aslında yapabilirken ve yapabilecekken yapamadığımızı görmemizi sağlayacak ve gerçek bir dönüşüm için gerekli olan kaynağa ulaşmamıza imkân tanıyacaktır. Bunu yaptığımızda dünyamız genişleyecektir; sınırsız bir evrende ve sonsuz bir hayatın içinde yaşadığımızı hissedebiliriz. Tam bir genişlik ve ferahlık hissine kavuşabiliriz. Tıpkı Le Guin’e bilim-kurguyu sevme nedeninin “zamanın ve uzam hissinin çok geniş olması” mı olduğu sorulduğunda verdiği cevapta olduğu gibi: “Sevdiğim yönlerden biri de bu, evet. Genişlik, dört duvarı olan küçücük bir odanın içinde sıkışmak yerine açılan kapılar. Tüm kapıları açık olan bir odadasınız ve gökyüzünü görebiliyorsunuz.” ( UKLGK, s.67).
Yeri gelmişken, “bilim-kurgu”, basit bir çeviri hatasıdır ve aslı “kurgu-bilim”dir; yani, bilimin gerçek dünyada yaptığını kurguyla hayali bir dünyada yapan türün adıdır -hayır, ikisi aynı şey demek değildir!- ve bu küçük hata büyük bir kafa karışıklığının yaratıcısı, belki de pek çok okurun bu türe mesafeli oluşunun önemli nedenlerinden biridir. Ve son olarak bilim-kurgu okumak gerçeklikten kaçış değil, tam aksine gerçeği tahrif eden bütün engelleyicilerden kurtulmaya izin verdiği için kaçışa en az izin veren tür bile olabilir. Bilim-kurgu çocukça olmadığı gibi saçma da olmayan, resmi alanın dışından gelen bir bilgeliktir ve Pazar günleri bu tür için en uygun gün olabilir!