Programın tamamını Serbest TV’de izlemek için:
Bu hafta kimi asayiş olaylarıyla geçti. Politik göndermeleri kuvvetli olaylardı bunlar. İki hadise var önümüzde.
Birincisi, bir televizyoncunun, Sedef Kabaş’ın göz altına alınma ve tutuklanma biçimi. Sedef Kabaş bir atasözünden hareketle Cumhurbaşkanına hakaret ettiği iddiasıyla sabah ikiye karşı evinden alındı. Daha sonra tutuklandı ve hemen arkasından hükümetin bakanları, çeşitli gazetelerin yazarları tarafından da şimdiden mahkûm edildi. Kabaş yıllardır entelektüel çevrelerle söyleşiler yapan, muhalif bir televizyon gazetecisi. Bu şekilde tutuklanması, bu denli fütursuzca tutuklanması kamuoyunun önemli bir kısmını rahatsız etti.
İkincisi, malum Sezen Aksu olayı. Sezen Aksu sesiyle, sözüyle, sazıyla, müziğiyle Türkiye’nin iklimini, ruh halini temsil eden bir sanatçı. Eski şarkısında “cahil Adem ve Havva” dediği için önce bir linç kampanyasına uğradı, arkasından da Tayyip Erdoğan’ın “dilini koparırız” ifadesine maruz kaldı. Sezen Aksu ortalama bir Türkün ruh halini temsil eden ve siyasi ‘kiri’ bulunmayan, zihinlerde, tasavvurlarda bir tür dokunulmazlığa sahip bir kişi. Böyle bir ismin ‘dilini koparırız’ ifadesiyle karşı karşıya kalması otoriterleşmede, fütursuzlukta yeni bir merhaleye işaret etti.
İki başka hadisenin daha altını çizmek gerek. Daha önce Kavala sonra Kabaş için tutuklama kararını veren hâkimin televizyonlarda, internet sitelerinde koç bıyıklı ve eliyle kurt hareketi yaptığı fotoğrafını gördük, izledik. Tabii bu da, yargı-siyaset ilişkisi, yargı-ideolojisi ilişkisi ve bu kararların verilme biçimiyle ilgili bilinen soruları bir kez daha akla getirdi.
Bir başka dikkat çeken hadise 15 Temmuz Şehitler ve Gaziler Platformu’nun Sezen Aksu hadisesinden sonra, ‘Şehitlerimiz üzerine laf edenlerin dillerini keseriz, beyinlerine sıkarız’ diyerek yine Aksu’ya göndermeleri olan bir açıklama yapmasıydı.
Hem aşağıdan yukarıya hem yukarıdan aşağıya, hem sokaktan devlete hem devletten sokağa, hatta siyasetten yargıya, yargıdan siyasete bir fütursuzluğun yeni bir ifadesi ve yeni bir merhalesi var karşımızda.
Bunun bir kutuplaşma politikası ve hali olduğunun herkes farkında. Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar kullandığı siyasi mücadele yöntemini bilenler için bu şaşırtıcı değil. Bu mücadele yöntemine göre Erdoğan kendi değer sisteminden yola çıkanların, kendi değer sistemini savunanların dünyasını meşru, diğerlerinin dünyasını “imha edilmesi gereken, mücadele edilmesi gereken” olarak görüyor. Yöntem, bu iki kutup arasındaki gerginliği sürekli beslemek, bu ateşe sürekli odun atmak esasına dayanıyor.
Burada dikkat çekilmesi gereken şeylerden biri, sertlik dozu ve şiddet fikrinin hatta şiddet zikrinin gitgide ön plana çıkmaya başlamasıdır.
Tehdit, yargıdan gelen, sokaktan gelen, devletten gelen tehdit; tehdidin dili, tehdidin tarifleri, yaptırım tarifleri bir bütün olarak bakıldığı zaman yeni bir merhaleyi tanımlıyor.
Bununla ilgili iki farklı çıkarsama yapmak mümkün. Biri tanesi stratejik okumadır. Tayyip Erdoğan seçimlere doğru
yol alırken ya da tercih ettiği yolda stratejik olarak böyle bir dili, kutuplaşma dilini çıtayı oldukça yukarı çıkararak devam ettiriyor. Hele söz konusu olan Hazreti Adem gibi bir peygamber olduğu zaman, bizden ve sizden kavgasını çok daha kolay körükleyip, bizden olmayanlara yönelen çok sert bir dil ve tehditte bulunabiliyor.
Diğer çıkarsama rejimin, artık bir çığ gibi yuvarlandıkça büyüyen ve büyüdükçe kendisini tarif eden ve özünü ortaya koyan bir şekil ve istikamette ilerlemesi. Dolayısıyla üstündeki kabuklar, kalkmaya başlıyor. Zaten kuvvetli kabuklar değildi bunlar ama her şeye rağmen kimi kabuklar vardı. O zaman şiddete davetiye çıkaran bir iktidar dili ve bunun hemen karşılığını yerine getiren bir sokak diliyle karşı karşıya kalıyoruz.
İki dünya savaşı arası bütün faşist rejimler, ortak bir unsurla tanımlanırlar. Bu, siyasi iktidar, polis ve yargı arasındaki bütünleşmedir. İktidarın kararları, polisin uygulaması, bu uygulamanın yargı tarafından meşrulaştırılması, tüm bunların tek elden yürütülmesidir. İşte bu otoriter ve totaliter dokuyu üreten kimlikçi eğilimleri ortaya çıkaran bu işleyiş bizde de gitgide kendisini belirginleştiriyor, daha kuvvetli hale getiriyor. Sezen Aksu, Sedef Kabaş gibi isimler, bu isimlerin nitelikleri, bu isimlerin savunmasızlıkları, korunaksızlıkları, siyaset dışılıkları ve onlara yönelik bu dil bunu gösteriyor.
1923’te İtalya’da önemli bir hadise yaşanmıştır. Kürsüden Mussolini’yi sarsan konuşmalar yapan İtalyan sosyalist milletvekili Matteotti bir gün halkın gözünün önünde Kara Gömlekliler yani faşist çeteleri tarafından bir arabayla kaçırılır. Yokluğu günlerce, aylarca tartışılır. Üç ay sonra cesedi bir kenarda bulunur. O güne kadar olanı inkâr eden, “benim ilgim yok” havasında olan Mussolini meclis kürsüsüne çıkarak “Olan bitenin, her şeyin sorumluluğu benimdir. Kara Gömlekliler bir faşist çeteyse ben de faşistlerin lideriyim” der, takiben İtalya’da sıradanlaşmış şiddet inanılmaz derecede kurumsallaşır ve işleyiş olarak faşizm doğar.
Bunu Türkiye’ye benzetmesi olarak anlatmıyorum ama Türkiye’de yaşanan sürecin kimi unsurlarının akla getirdiği bir meşrulaşma, bir sıradanlaşma formu olarak anlatıyorum ve geldiğimiz noktada bunun dozunun arttığını düşünüyorum.