[19 Kasım 2020] Hiç büyümeyenlerin ülkesi’ni büyük bir keyifle, çok severek, çok hissederek okudum (16 Kasım 2020). Etyen Mahcupyan’ın Damat-Kayınpeder ilişkisinin zihniyeti (17 Kasım) yazısındaki ataerkillik irdelemesiyle de birleştirdim (beş yüz yıllık değişmezlik, yani Osmanlı ile kesintisiz devamlılık iddiasını katıldıklarımın dışında tutuyorum; ona ayrıca geleceğim). Her halükârda bu iki yazı gerçekten çok şey söylüyor, siyasal kültür ve davranışlarımızın yapıtaşları hakkında.
Herkesin kendi kimlik ve inanç doğrusunu başkalarına dayatma eğilimine dikkat çekiyor Karabaşoğlu. Sosyal medyayı izlerken, “içinde yaşadığımız ülkede kollektif kimliklerin kişileri ve kişilikleri, fertleri ve ferdiyetleri baskılayacak kadar güçlü, hattâ pervasız olduğunu; (…) siyasî, itikadî, ideolojik, etnik, sınıfsal vs. farklılık, hattâ zıtlıklara karşılık, her bir kollektif kimlikte bir vesayet damarının saklı bulunduğunu” nasıl farkettiğini söylüyor. Bunu en çok, diyor, “bir kollektif kimlik üzerinden başkalarına ne söylemesi, ne yapması, nerede ve kimlerle beraber olması gerektiğini ‘buyuran’ etkileşimler sayesinde” gördüm. “‘[Ü]stün’lerce zaten bulunmuş ‘en iyi’yi dayatan iktidar ve vesayet dili” son derece yaygın. Karabaşoğlu bu dilin “kendisini biçimlendirici özne, başkalarını ise biçimlenecek nesneler olarak” kurguladığını; “düşüncesini ve tercihini mutlaklaştırdığı gibi, başka düşünce ve tercihleri değersiz ve aşağı gören, hattâ düşmanlaştıran ve şeytanlaştıran bir dil” olduğunu sabırla, uzun uzadıya anlatıyor. “[K]işilerin bir kollektif kimlik üzerinden kendilerinde başkaları üzerinde buyurganlık hakkı görmeleri”ni garipsiyor. “Sen şunlardansın. O halde şöyle düşünmen gerekir. Şunu konuşmalı, şunlarla konuşmamalısın.” Öyle bir eleştirel özet ki, hayli ve son derece samimî, inanmış benzerini, yüz küsur yıl önce milliyetçilik bağlamında Ömer Seyfettin’den gösterebilirim: Eğer Türksen, Türk gibi düşünür, konuşur ve davranırsın. Karabaşoğlu, “‘kollektif kimlik’lere hapsolmuşluğun [bizi] gerçek anlamda ‘toplum’ olmaktan alıkoyduğu” hükmüne varıyor.
Tesadüfe bakın ki, tam da Karabaşoğlu’nun yazısının çıktığı aynı 16 Kasım günü, BBC’de de ilginç bir haber yayınlandı, İsrail kaynaklı (Coronavirus: Israeli medic fired for spitting on Jesus portraits). 15 Kasım Pazar günü, Tel Aviv’in Yafa semtindeki bir apartımana, Covid-19 testi yapılsın diye bir ambülans ekibi çağrılmış. Apartman sâkinlerinin hepsi Hıristiyanmış. Ekipten bir sağlık görevlisi testi veya testleri yapmış. Çıkarken holde durmuş. Maskesini ve koruyucu elbiselerini çıkarmış. Duvarda asılı Hazreti İsa resimlerinin üzerine üç kere tükürmüş. Sonra maskesini takmış ve asansöre binip aşağı inerek çıkıp gitmeye kalkmış.
Fakat güvenlik kameralarına geçtiği gibi, çıkışta apartmanda oturanlardan birine de yakalanmış. Neden tükürdün diye sorulduğunda, Hazreti İsa resimlerinin putperestlik olduğunu söylemiş. “Yahudilikte bu yabancı bir ibadettir” demiş. Apartman sâkini cep telefonuyla kaydetmiş aralarındaki bütün görüşmeyi. Sağlık görevlisine, “Bizim inandığımız resimlere, gözlerimin önünde tükürdün… Bunu neden yaptın?” diye soruyor. Ambulans görevlisi de “Bizim Tevrat’ımızda, yabancı inanç ve ibadetlerden uzak durmak yazılıdır” diye karşılık veriyor. Hakkındaki şikâyet ve kamera görüntüleri temelinde, bağlı olduğu şirket tarafından sorguya çekildiğinde de, hiç inkâr etmemiş. Aynı ifadeleri tekrarlamış. Metin Karabaşoğlu’nun deyimleriyle, kendi doğrusu bu kadar mutlak, adamın.
İşine derhal son verilmiş. Magen David Adom (MDA) ambülans servisi, davranışını “kuvvetle mahkûm” etmiş; toplumun bütün kesimleri ve inançlarına mensup herkesle birlikte çalışmayı ilke edinen “örgütümüzü temsil etmeye lâyık olmadığını” açıklamış. Fanatik bir İsrailli Yahudinin, başkalarının inancı ve ibadetine tecavüz rahatlığı, Türkiye toplumuna ve siyasal kültürüne de ışık tutar mı acaba? Atatürkçü ve solcu “tek doğru”cular, İstanbul Sözleşmesi’ne vahşice saldıranlar, Pelikancılar, Ayasofya ve Kariye örtündürmecileri, en son önümüze gelen örnekle Alaattin Çakıcı ve Devlet Bahçeli’ler, bu dogmatizmin aynasında kendilerine ve kendi sözel şiddetlerine bir bakarlar mı?