Birol Ünel’in ölüm haberini aldık geçen hafta. Çoğumuz için Duvara Karşı’nın sarsak, mütereddit, şiddete eğilimli, alkol bağımlısı, argo kelimeler dışında konuşmayı pek bilmeyen, “bana şefkat gösterin” bakışlı Cahit Tomruk’u öldü.
Birol Ünel, 1961 yılında Silifke’de doğmuş, 7 yaşındayken ailecek Almanya’ya göçmüşler. Bremen’de büyümüş. Liseyi bitirince birtakım işlerde çalışmış ama sonra gerçek isteğini keşfetmiş, “oyunculuk” okumuş, yirmili yaşlarının ortalarından itibaren çok sayıda oyunda ve sinema filminde rol almış, ödüller kazanmış.
Benim onu ilk fark ettiğim film Duvara Karşı.
Fatih Akın’ın en iyi filmlerinden birisi Duvara Karşı. 2004 yapımı, orijinal adı “Gegen die Wand”, Altın Ayı da dahil olmak üzere çok sayıda ödüle layık bulunmuş…
Filmin başında Cahit arabasını hızla duvara sürer, hayatını bu “şık” yıkımla sona erdirmek ister ama başarılı olamaz. Sonrasında yine bu filmle yıldızı parlayan ve filmdeki adı da Sibel olan Sibel Kekilli ile yolları kesişir. Sibel’in ailesinin baskısından kurtulmak ve “evli bir kadın” olarak rahat yaşamak için Cahit’e ısrar etmesi sonucunda evlenirler. Hayatın anlamsızlığından, aşkın belki de, küçük bir ihtimal de olsa, hayata anlam katabileceğine doğru akar gider film. Bol alkollü, bol argolu, fazla “derin” bir anlamsızlıkta ama belli bir kuşaktan belli çevrelerin çok iyi tanıdığı ve anladığı sahnelerle doludur.
En çok da Cahit’i tanırız. 12 Eylül kuşağının, özellikle de seküler, şehirli olmasa da şehirlerde büyümüş, herhangi bir konuda pek bir inancı olmayan kesimlerinin içinde birçok örneği vardır Cahit’in. Ben filmi ne zaman izlesem, çok sevdiğim ve maalesef bir kısmını Birol Ünel gibi, hatta ondan da erken yaşta kaybettiğim arkadaşlarımı da izliyorum gibi hissederim mesela.
Alkolle olan saplantılı bağımlı ilişki en karakteristik özelliğidir Cahit’in. Hayatın anlamsızlığını alkolle, bazen uyuşturucuyla örtmeye çalışır durur.
Alkol işe yaramasa da, benzer hisseden ve davranan insanlarla bir arada olmak bazen işe yarayabilir. “Hayata tepeden bakan”, “sıradan anlamları” küçümseyen, bu arada da birbirlerinde zaman zaman anlam bulan, sevdiklerine “naif”, diğerlerine aşırı hırçın ve tek kelimeyle ifade edeceksek, “kaybolmuş” insanlar…
Gözünüzün önünde eriyip gitmelerine üzülüp de alkolün yıkıcı etkisini hatırlatmak istediğinizde, ortadan kayboluverirler, bazıları bir süreliğine, sizi çok özleyip hiçbir şey yokmuş gibi yeniden buluşma çağrıları yapana kadar. Bazıları ise, bir daha bu hatırlatmalar yapılmasın diye, ayrıca hiç kimseyi sevmek ya da hiç kimseye bağlanmak yeterince “meşru” olamayacağı için, sonsuza kadar.
Alkolden dolayı mı bu hale geldiler, yoksa bu halden dolayı mı alkole bu denli sarıldılar? Ben bunu çözemedim, ama galiba ikisi birden. Birbirini tetikleyen, gittikçe daha çok iç içe geçen “bakımsız” haller… İnsanın bazen gidip bulup sarsası gelir, “Ya n’olur küçümseme bu kadar, bak hayat bu sıradan haliyle de bazen çok güzel olabilir, idare etmek çok fena değildir” diye bağırası gelir ama bu çok sevilebilecek insanlara fiziken ve daha çok ruhen ulaşmak çoğu zaman hemen hemen imkansızdır. Kaçmalarına sebep olmaktan başka hiçbir işe yaramaz bu tip çabalar.
Birol Ünel’in de Cahit’e çok benzer bir kişilik olduğunu okuyoruz orada burada. Zaten o bakışlar, rol kesmekten çok daha fazlasına işaret ediyor gibi görünüyor.
O da alkol tedavisi görmüş, hiçbir şekilde alkolden kopamamış, son yıllarda iyice her şeyi bırakmış, onu çok seven insanların yardım talepleri de pek fazla işe yaramamış.
“Dönelim
Her geçen gün bir açıklamadır
Biz yıllarca önce daha bir bunalırdık
Kullanılmış eşyalar gibi ordan oraya
Taşınır atılırdık
Bir ağır çekimde yüzlerimiz
Şöyleydi
Su içen güvercinler gibi ürkektik, bakışıklıydık
Bir de alkollere düşkündük ki, kınanırdık, niye sanki
Çünkü biz bilmez miydik alkol hiçbir zaman kurtuluş değildi
Üstümüzde bir karabasandı yalnızca
Yalnızca
Bir anlayan olsa anlatırdık gözyaşını da
Hem o zaman gözyaşı bile kınanırdı
Hüzün de kınanırdı, yalnızlık da
Ama çoğumuz bunları yazı
Şiirde, romanda, öyküde yazdı
Örneğin bir roman güzelse biraz
O roman baştan sona bakımsızdı.”
Cahit’lerden bahsedince aklıma Edip Cansever’in bu şiiri geliyor. Böyle hafif öz eleştirilerle birlikte, “bakımsız” hayatlar güzellemeleri pek çoktur “İkinci Yeni”de de. Bu incecik şiirlerde de çok geçer rakılar, şaraplar, içmeye sığınmaklar. Ama hep “biz” olarak, büyük sofralarda ve arkadaşlıkla beraber. Biraz daha az yıkıcı olmasının belki de tek mantıklı açıklaması budur.
Duvara Karşı’nın başında, Cahit’in başarısız intihar girişiminden sonra konuştuğu psikiyatr ona “Hayatınıza son verebilirsiniz. Bunu ölmeden de yapabilirsiniz.” diyordu.
“Buradaki yaşamınıza son verin ve başka bir yere gidin. Anlamlı bir şeyler yapın. Harekete geçin. Afrika’ya gidin, insanlara yardım edin. The The grubunun bir şarkısı vardı: Dünyayı değiştiremiyorsan, kendi dünyanı değiştir. Plağını ister misiniz?”
Cahit, söylenenlere kulak asmıyor ve kısaca cevaplıyordu: “Bende de var o plaktan.”
Elimde değil, “Keşke dinleselerdi bu minvaldeki sözleri” diye içimden geçirirken yakalıyorum kendimi. Hayatın bazen, Cahit ve Sibel’in kırık Türkçeleri ya da Duvara Karşı’da İstanbul’u arkalarına alarak yumuşacık şarkılar söyleyen grup kadar tatlı olabileceğini anlayabilselerdi…
“Her şeye çözüm bulunabilir” saplantısı bu benimki de. Ne kadar öğrensem o kadar unutuyorum bunun saçmalığını.
Aslında bir insanın bir insanı anlamasının, hele ki aktif bir istek yokken, ne kadar zor olduğunu, bu denli farklı bakışların birbirini görmesinin ise neredeyse imkansız olduğunu biliyorum artık.
Aramızda kısacık, kendilerince renkli ama fazla içli ve bakımsız hayatlar yaşayan Cahit’leri iç çekerek fakat yargılamadan anmaktan başka çaremiz yok.
Hayatı uzatmanın herkes için çok anlamı olmayabilir, dahası kimse kendi hayatının anlamlı veya doğru olduğunu iddia edecek kadar ahmak olmamalı.
Ama keşke bilmek isteselerdi ya da bilmeyi tercih etselerdi: İsyan etmenin de pek çok yolu var.