Başlıktaki büyük harfli Körfez’den kasıt, evet, Körfez ülkeleri. Ama konunun İstinye’deki Katar Caddesi üzerinde geçen Cuma günü alışverişe çıkan Katar’la bir ilgisi yok.
Körfez’e doğru gitmeden önce Boğaz’ın kenarında geçen hafta reform için yapılanlara bakalım.
Dolmabahçe’de, açılım süreçleri toplantılarına ev sahipliği yapmış eski Başbakanlık yeni Cumhurbaşkanlığı ofisi, reform toplantılarına da ev sahipliği yapıyor.
Adalet Bakanı, Hazine ve Maliye Bakanı, Merkez Bankası Başkanı burada önce TÜSİAD heyetiyle iki saat boyunca reformu konuştu.
TOBB heyetiyle yapılan reform buluşmasında bakanların sayısı altıya çıktı.
Bir sonraki gün bu kez Adalet Bakanı ve Cumhurbaşkanı Sözcüsü, Türkiye’deki azınlık cemaatlerinin liderleri ve vakıf temsilcileriyle bir reform toplantısı daha yaptı.
Uzun süredir dertlerini dinlemek için pek kimseyle görüşüp istişare etmeyen iktidarın yolunun, uzun yıllar sonra yine Boğaz’ın kenarındaki “açılım” ofisine düşmesi, tek başına bir reform sayılabilir.
Ama bahardan kalma bir havada Boğaz’da iş dünyası ve azınlık cemaatlerinin liderleriyle reform konuşulurken, Ankara’daki hava yine karasal, kurak ve soğuktu.
Erdoğan ve Bahçeli’nin konuşmalarıyla reformun sınırları çizildi; açılımın Kavala ve Demirtaş’a kadar uzanmayacağı, zaten var olmayan Kürt sorununa asla değmeyeceği deklare edildi; samimi bir reform konuşması yapan Bülent Arınç’ın istifaya zorlanması, Kürt meselesi ve milliyetçilik merkezli eleştirileri yüzünden İhsan Arslan’ın disipline gönderilmesiyle, açılımdan daha fazla açılacakların da gözleri korkutuldu.
Ama önceki akşam Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın pandemideki yeni yasakları açıklayacağı için Türkiye’deki bütün evlerde açılan konuşmasının, film öncesi uzayıp bitmeyen reklam kuşakları gibi olan ve haberlerde Katar ve CHP yorumlarının gölgesinde kalan şu bölüm, bu hukuk ve demokrasi reformunun muhatabının, hukuk ve demokrasiye en çok ihtiyacı olan muhalifler de olmadığını gösterdi:
“Asırlık oyunları bozan, alt üst eden, zihinlere vurulan asırlık zincirleri kıran Türkiye’ye bunun bedelini ödetmek isteyen olacaktır. Ülke ve millet olarak bunların hepsini de göğüslemeye evelallah hazırız. Bizi asıl üzen içerde ortaya çıkan tuhaf manzaradır. Türkiye’de ekmeğini yiyip vatanına düşmanlık besleyen, sefasını sürüp insanını sevmeyen bir kesim var. Bunlar zahirde demokrat, insancıl, hoşgörülü gözükür, hakikatte faşistin, darbecinin, vesayetçinin önde gidenidir. Bunlar çok çalışır gözükür ama hiçbir şey üretmez. Bunlar çok konuşur ama hiçbir şey söylemez. Bunlar dünyayı çok bilir gibi davranır ama hiçbir şeyden haberi yoktur. Bunlar yalanda ve iftirada sınır tanımaz ama sıra gerçeklere gelince hemen arkasını döner. Bunlar demokrasiyi milletin iradesinde değil, yurt dışından gelen sinyallerde arar. Bunlar etrafına kin ve nefret saçmaktan kalbi kurumuş, dili çatallaşmış bir güruhtur. Ülkemizin ufkunu gölgeleyen, enerjisini emen, havasını kirleten, suyunu bulandıran bu anlayışın demokrasimize ve kalkınmamıza maliyeti en az yarım asırdır. Millet kendilerine hak ettikleri cevabı vermiştir ama onların gündemi hep başkadır. Sandık mühendisliği hesaplarına öyle dalmış durumdalar ki milleti görecek halleri yok.”
Erdoğan’ın konuşmasında adlarını vermediği ama her cümlede “bunlar” diye kulağı çınlatılan, “onlar” gizli zamiri arkasına saklananların, sadece muhalefet partilerindeki siyasetçiler ya da muhalif gazeteciler olmadığı açık.
Bahsedilen “onlar”ın, “bunlar”ın, “güruhun”, “kesimin” içine ülkenin yarısını sığdırmak mümkün.
Mesela “Bunlar çok çalışır gözükür ama hiçbir şey üretmez” cümlesini duyunca İstanbul’da reform toplantıları yapılan iş insanları da şöyle bir irkilmiştir.
Bu Erdoğan’ın irticalen yaptığı bir miting konuşması da değil. Prompterdan okudu; anlık değil, üzerine düşünülmüş cümleler.
Bu da meseleyi daha girift hale getiriyor.
Cumhurbaşkanı bütün ülkenin izlediği bir konuşmada sınırları belirsiz, kalabalık bir kitleye “ekmeğini yiyip vatanına düşmanlık besleyen”, “önde gideni”, “kalbi kurumuş, dili çatallaşmış güruh”, “bunların hiçbir şeyden haberi yoktur”, “havasını kirleten, suyunu bulandıran” dedi.
Bu konuşmada “bunlar”, “onlar” diye bahsedilenler, o reformların esas muhatabı olacak, ifade hürriyeti, medya özgürlüğüne en çok ihtiyacı olanlar, hukukta reforma neden olan hukuksuzlukların en çok mağduru olanlar, yani ülkenin muhalifleri…
Muhaliflere bakınca, iflah olmaz insanlar, kalbi kurumuş, dili çatallaşmış bir kitle gören, onlardan yazılı bir konuşmada bile “Türkiye’de ekmeğini yiyip vatanına düşmanlık besleyen, sefasını sürüp insanını sevmeyen bir kesim” diye bahseden bir iktidarın, muhaliflerin hakkını, hukukunu korumak için sahici bir reform yapması mümkün mü?
Şu cümleden, haklarında suçlama yapabilmek için delile bile ihtiyaç duyulmadığını; demokrat, insancıl ve hoşgörülü olmanın bile kötü olmaktan onları kurtarmadığını anlıyoruz: “Bunlar zahirde demokrat, insancıl, hoşgörülü gözükür, hakikatte faşistin, darbecinin, vesayetçinin önde gidenidir.”
“Önde gidenidir” ya da “sinyal” gibi kelimelerin yazılı bir metne girmesi, sınıfsal, sosyolojik arkaplanı olan çok derin bir öfkeye, kıyıcı bir rövanş arzusuna, kırılması zor önyargılara işaret ediyor.
Zaten “en az yarım asırdır, suyu bulandıran, havayı kirleten bir anlayış” ile herhangi bir diyalog, uzlaşma da mümkün olmaz; onu sadece yok etmek gerekir.
Bu konuşmayı hazırlayanlar, muhtemelen daha önceki “hukuk reformu” vurgulu, “yerimizi ve geleceğimizi Avrupa’da görüyoruz” konuşmalarını da yazanlar olmalı.
İşte bütün bu mesajlar arasında bir çelişki görmeyen reformculuğa, Körfez usulü reformculuk diyoruz.
Körfez ülkeleri derken Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn, Umman gibi ülkeleri kastediyorum.
Çok uzun süredir reform kelimesi onların tekeli altında.
Beş yıl öncesine kadar Arap Baharı ile başarısız devrimler yaşayan Arap dünyasında şimdi reform zamanı!
Bu reform döneminin yeni reformist liderleri de Körfez şeyhleri.
Bir şeyhlik olan BAE’nin ABD büyükelçisini, Suudi Arabistan’ın ya da Bahreyn’in dışişleri bakanlarını Amerikan televizyonlarında izleyince, bir TedTalks ya da Davos toplantılarında bir konuşmacı izlermiş gibi bir hisse kapılabilirsiniz.
Üzerinize reform, tolerans, açıklık, birlikte yaşamak, iyi yönetişim, hesap verilebilirlik, şeffaflık, inovasyon kelimelerini boca ediyorlar.
Bir an için, bahsettikleri ülkenin üç kuşak babadan oğula geçen şeyhler, krallar tarafından yönetildiği unutuveriyorsunuz.
BAE’de tolerans bakanlığı bile kuruldu. Hatta 2019 yılı tolerans yılı ilan edildi. Papa ülkeyi ziyaret edip, stadyumda ayin yönetti.
Kadınların araba kullanmasına izin vermek, içki satışını serbestleştirmek, meclise kadın üye sokmak, medeni kanunda değişiklikler yapmak, sermayeye kolaylıklar sağlamak, kapitalizmle tam uyum içine girmek, AVM’ler, markalarla tam bir tüketim toplumuna dönmek onları reformist yapmaya yetiyor.
Ama Körfez usulü reformunun asla kapsamına girmeyenler var:
“Bizi neden bu şeyh ailesi yönetiyor” diye soran muhalifler, demokrasi ya da gerçekten siyasi reform isteyenler ve tabii ki Arap diktatörlerin korkulu rüyası Müslüman Kardeşler…
Onlar insan statüsünde dahi olmadıkları için bütün bu tolerans, iyi yönetişim, açıklık, birlikte yaşamak gibi şık, modern kavramların kapsama alanına girmiyorlar.
Ülkelerindeki Katolik azınlığı Papa’yla buluşturmak serbest, ama Müslüman Kardeşlerin tek bir dernek açması yasak.
En pahalı markaların, ünlü mankenlerle AVM’lerde mağaza açması serbest, ama Al Jazeera’nin tek bir muhabir göndermesi yasak.
Körfez reformunun en şaşaalı kısmı ise İsrail’le ilişkileri düzeltmek.
Bununla Batı’da kazanamayacakları gönül az.
Elçilikte üç gazeteci daha doğrasalar mesele edilmeyecek kadar geniş bir kredi açıldı onlara.
Tabii ki Türkiye bir Körfez ülkesi değil.
Körfez ülkeleri gibi bu reform paketini Batı’ya satmak için kimsenin almayacağı medya kurumlarını, şirketleri, futbol kulüplerini alacak, PR için etrafa saçacak parası yok.
Türkiye’nin reform gibi görünecek laiklik açılımları yapacak hali de yok. O açılımlar 100 yıl önce yapıldı.
Ama ekstradan bu kadar bonus getiriyorsa, bin ayıp örtüyorsa bir İsrail açılımı neden olmasın?
Dün Al Monitor’de Amberin Zaman’ın yazısındaki kaynaklar, Türkiye ile İsrail arasında Türkiye’nin girişimiyle ilişkileri normalleştirmek için gizli görüşmeler yapıldığını söylüyorlardı.
Muhalifleri, sahiden yargıyla dertleri olanları kapsamayan Körfez usulü reformu tamamlayacak son adım da bu olabilir.
Muhtemelen Ankara, Mavi Marmara anlaşmasını bile kendi kitlesine anlatmış olmanın özgüveniyle, İsrail’le ilişkileri yeniden düzeltince kaç Osman Kavala’yı hapiste tutma hakkı kazanmış olacağının hesabını yapmıştır.
Ya da Boğaz’da reforma ihtiyaç duyacak kadar büyük dertleri olmayan TÜSİAD’la, TOBB’la, dini cemaatlerin liderleriyle reform toplantıları yapınca, dışarıya Türkiye’den verilecek diyalog, açıklık, birlikte yaşama, tolerans mesajının içerideki kaç ayıbı örteceğini de…
Körfez usulü reformun Boğaz’a gidip gitmeyeceğini, reformun esas hedef kitlesi olan Batılıların bunu sevip sevmeyeceğinden anlayacağız.
En azından, şu ana kadar yapılanlarla “Türkiye’de bir değişim ve reform sürecine girildi” cümlesi dolaşıma sokulmuş gözüküyor.
Batılıların uzaktan görebildiği reformu göremediğiniz için üzülmeyin.
Eğer uslu bir vatandaş olursanız siz de bir gün reformu görebilirsiniz…