Rusya’da komünist bir toplumsal yapıya geçiş, Batılıları şaşırtsa da Ruslar için beklenenin gerçekleşmesiydi. Batı dünyası Marksizmin çizdiği şablon uyarınca sosyalist devrimi işçi sınıfının güçlü olduğu ülkelerde bekliyordu, Rusya gibi köylülüğün hakim olduğu bir yerde değil… Ne var ki Rusya’da ilk sosyalist devrim girişimi bir grup asker ve askeri öğrenci tarafından 1825’te, yani Marksist kuramın şekillenmesinden çok önce gerçekleşmişti. Sonraki yüz yıl boyunca Rus aydınları geleceği kaçınılmaz olan ama ne zaman geleceği bilinmeyen devrimin hayali ile beslendiler. Köylülük bu açıdan büyük bir avantajdı, çünkü kitlelerin kamusal alanda yeri olmayınca bir avuç aydın siyasetin ve rejimin belirleyicisi haline gelmişti.
Marksizmin ve genelde Batılıların yanılgısı, sosyalizmin otoriter zihniyete dayandığını ve ancak bu zihniyete yatkın toplumlarda karşılık bulabileceğini kavramamalarıydı. Onlar sosyalizmi sistem olarak kapitalizmden ‘ileri’ görüyorlardı ama zihniyet olarak modernliğin ‘gerisinde’ olduğunu göremediler. Rus aydınların ise böyle bir derdi yoktu. Zihniyetlerini değiştirmeden Batı ile başa çıkmanın peşindeydiler ve sosyalizm onlara çok uydu… Kemalizmin de aynı nedenlerle bize uyması gibi…
Ruslar da aynen bizim gibi ‘tehlikeyi’ 16. yüzyılda sezdiler, benzer şekilde tanımladılar ama bizden biraz daha hızlı hareket ettiler. Geniş 16. yüzyılda (1450-1650) yaşanan küreselleşme Batı’nın bilim, sanat ve gündelik hayat kültürü açısından üstünlüğünü apaçık hale getirmişti. Bu durum Ruslara hayati bir soru sordurdu: “Nasıl oluyor da Hıristiyanlığın özü ve asıl damarı olan Ortodoksluk bize aitken, Katolik ve dolayısıyla dindarlığı sakatlanmış olan Batı bizi her alanda geçebiliyor?”
Avrupa ve hinterlandında kültürel hegemonyanın ilk keşfi böylece Ruslar tarafından yapılmış oldu. Sonraki yüzyıllarda bu soru önemini giderek artırdı ve soruya cevap bulmak, mümkünse tarihin akışını değiştirmek aydınlar arasında bir tutku haline geldi. Bu uğurda çok sayıda siyasi ve edebi akım doğdu, sayısız ürün verildi ve özellikle edebiyatta Batı standardına ulaşıldı da. Ancak bunlar toplumsal niteliklerin dönüşümünü sağlamanın çok uzağında kaldı. Toplum, kamusal alan ve devlet aynı zihniyet ve kültür çerçevesi içinde hayatına devam etti. Sosyalizm uygulaması söz konusu zihniyet ve kültürü pekiştirerek kültürel hegemonyanın daha da güçlenmesi ile sonuçlandı. Savaş sonrasında Sovyet sisteminin en güçlü addedildiği anlarda bile Rus aydınları ve orta üst sınıfı Batı’nın bilim, sanat ve gündelik hayat kültürünün cazibesi altındaydı.
Benzer bir süreci biz de yaşadık… Benzer bir soruyu Osmanlı aydınları da sordu:“Nasıl oluyor da en üstün ve doğru din olan İslamiyete biz sahipken, Hıristiyan Batı bizi her alanda geçebiliyor?” Bu soru halen muhafazakar-milliyetçi anlam dünyasının temel sorunsalını oluşturuyor. Son dönemde İslamiyete Türklük de eklendi ama sorunun niteliği değişmediği gibi, travmatik etkisi daha da arttı. Sadece İslam değil Türklük de ‘bizdeydi’ ama yine de Batı’nın kültürel ve fikri hegemonyası karşısında acizdik…
Batı karşısında alınan savaş bozgunları bu sorunun deştiği yenilgi hissi yanında çok hafif kalır. Kendinize tarihte kazandığınız bir savaş bulabilir, tarihi şişirerek ve çarpıtarak yeniden yazabilir, eğitim sisteminizi hamaset üzerine oturtabilir, ‘Ertuğrul Diriliş’ türünden patetik girişimlerde bulunabilirsiniz. Sporu bile Batı’yı yenme duygunuzu tatmin için bir arayışa çevirebilirsiniz. Bunlar insanı psikolojik olarak bir süre için rahatlatabilir… Hep birlikte, toplum olarak, hele devlet nezaretinde kendimizi kandırdığımızda gerçekler de gözümüze bir miktar farklı gözükebilir.
Ancak yenme isteğinin bu denli ‘açlık’ ima etmesi, temeldeki sorunun her geçen gün ağırlığını artıracaktır. Böylece acilci bir ruh haline geçersiniz… Bir an önce büyük bir atılım yaparak Batı ile eşitlenme ve onu geçme hırsına kapılırsınız. Ve doğal olarak en kolayı seçersiniz: Yani askeri alanda ilerleme ve ölmeye itiraz etmeyen kitlelere dayanma… Ne var ki bu kendini oyalama ve kandırmadan başka bir sonuç vermez. Askeri gücünüzü ne denli artırır ve bu gücü yücelten bir toplumsal psikolojiyi ne denli beslerseniz, Batı’nın kültürel ve fikri hegemonyasının altında o kadar ezilirsiniz.
Çünkü kültürel ve fikri hegemonya kapitalizmin veya emperyalizmin sonucu değildir. Tersine kapitalizm ve emperyalizm büyük bir kültürel ve fikri sıçramanın ve onun yarattığı hegemonyanın sonucudur.
Bunun tarihini 11. yüzyıla kadar geri götürmek gerekir. O noktadan başlayarak birkaç yüzyıl içinde dünyada bugüne dek görülen en büyük devrim gerçekleşti: ‘Gerçeklikle nasıl ilişki kurduğumuz’ konusundaki önkabul Batı dünyasında ‘yansımacı’ anlayıştan ‘mütekabiliyetçi’ anlayışa geçti. Yansımacı kabul dışımızdaki gerçekliğin zihnimize yansıdığını, zihnin bunu ancak pratikle sınayabileceğini ve daha iyi bilen rehberlere muhtaç olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla tek doğrulu, hiyerarşik anlam dünyaları üretti. Mütekabiliyetçi kabul ise gerçeklikle zihin arasında bir tekabüliyet (karşılıklılık) bulunduğunu ve her zihnin gerçekliği kavrama yeteneğine sahip olduğunu öne sürmekteydi. O nedenle de çoğulcu, bireyci, özgürlükçü ve eş düzeyli anlam dünyalarını teşvik etti.
Batı dünyası bu geçişi yaptıktan sonra Rönesans ve devamı sayesinde yeni anlam dünyasını daha da güçlendirdi ve Doğu ile arayı sürekli açtı. Küreselleşme dönemleri gerçekte bu mesafenin kapanması için fırsatlar sundu ama ne Rusya ne de Osmanlı bundan yararlanamadı. Çünkü atmak zorunda oldukları adımı bazen anlamadılar, bazen anlayıp hoşlanmadılar, bazen de eksik attılar. Ruslar ve Osmanlılar hem ‘kendileri gibi olmaya devam etmek’ hem de Batıyı geçmek istiyorlardı. Oysa Batı kendisi gibi olmamayı kabullendiği için söz konusu hegemonyayı kurabildi.
Müslümanlar ve şimdi Türkler kimliksel özelliklerinin kültürel hegemonya açısından elverişli bir ‘değer’ olduğunu sanıyor. ‘Bize ait’ sanatları canlandırarak, dünyaya ‘aslında’ ne denli büyük katkılar yaptığımızı anlatan hikayeler uydurarak kendilerince günü kurtarmaya çalışıyorlar. Ancak evrensel kültür açısından bunlar fazlasıyla patetik çabalar. Kendilerini Batı karşısında yenik hisseden ve bu kabuğu gerçekten yırtmak isteyenlerin, söz konusu hamasi arayışları bırakıp cesur olması gerekiyor. Çıkış noktası olarak şunu hazmetmekte yarar var: Osmanlı kurulduğu anda da, Fatih ve Kanuni zamanında da ve Türkiye Cumhuriyetine geçildiği noktada da fikir ve yaratıcılık açısından hep Batıdan ‘geriydi’…
Ve zihniyet değişmediği sürece ne yapılırsa yapılsın böyle kalacak. Müslümanların ve Türklerin bu hegemonyayı kırmaları kimlik ve ideoloji eksenli ataerkil ve otoriter anlam dünyasının dışına çıkma cesareti gösterip gösteremeyeceklerine bağlı. Başkaları üzerinde fikri hegemonya kurmak, kendi kimliğine ve niteliklerine nesnel yaklaşabilen ve bunun üreteceği dinamikten korkmayan toplumlara nasip olabiliyor ancak.