Çay bizde kalenderdir… Namı müsâmahakâr, alçak gönüllü yürür ama o da alıngandır aslında. İklim gibi, doğa, hava-toprak gibikırılgandır.Demini almazsa, çiğ kokarsa da olmaz. Kararırsa da… İncinir, karşılığını verir.
Rengi de ayarında olmalıdır üstelik. İnsan kanını saymazsan… Tavşanın kanını iyi ki görmeyen ancak toprağı, bayrağı, vatanı, kahramanlığı, aşkı, her şeyi “kan”la tanımlayan, gençliğimizi bile “kan”ın “deli”siyle buluşturan, çayı da nihayetinde ona benzeten ahfadın çantacısıydı kuşağımız bir zamanlar. Ne kadar temize çeksek azdır, yaşadığımız günleri görünce…
“Haysiyetli çay” ince iştir, o günlerin deyimiyle. Rengini içine atılan karbonattan almayacaktı bir kere… O alaylı pinti kurnazlığı, acı tadıyla, bulanıklığıyla, hemen ele verirdi kendini. Demlenme-servis sürecinden bir an önce kurtulmak için, harlı ateşte kaynatılıp, çiğ çiğ de gelmeyecekti masaya. Süzgeci sağlam olacaktı ki, yudumu da, manzarası da bozulmasın… Dibi bugünün deresini, gölünü, denizini andırmasın… Müsebbibi gibi bulanık bakmasın.
“Yalnızlığa iyi gelen tarafı”
Suyu da çayı kadar önemliydi. Musluk suyu, kireçli-klorlu su, çayın “seri tat katilleri”ydi zira. Yıllar önce sadece şebeke değil, damacana suyuna da yoğun klor katılan bir dönem olmuştu da… Klor tadını kaldırmak için eczanelerden özel bir damla edinmişti tiryakiler. Çayı içmeden önce küçük şişedeki sıvıyı cebinden çıkarıp, kimyager edasıyla bir damla… (¹)
Bir de imamın abdest suyu gibi ılık değil çok sıcak servis edilecekti. Öyle anında kafaya dikilmesin, tadına vararak yudum yudum içilsin. Kışta, ayazda kendini kahveye atan avucunla sarardı bardağı, önce teması, sonra içi ısıtsın. Tek başınaysan, Oğuz Atay hatırlatırdı: “Biz, çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz. Avuçlarken ince belli bardağı, hücrelere kadar hissettiren sıcaklığında unuttuk yalnızlığı.”
Hatıralar tek tek gelmiyor
Tatsız bir çağrışım ama… Atay’ın bu satırları, çay bardağının ısıtan teması, beni bambaşka bir yere de götürüyor. Çayın o sıcak, o dost temasının yarattığı duygular bile her insan için öyle değil. En sıcak, en yakın gelen çağrışımları bile değiştirebiliyor, bir kâbusa dönüştürebiliyor hayat. Hatıraların teker teker gelmiyor bu ülkede, yanında zıddını da getiriyor.
İz TV’de “Sivas 93: Yangın Yeri” belgeselinde izlemiştim… Madımak’ta öldü sanılıp karga-tulumba morga atılan, bir doktorun belli belirsiz nabız atışını fark etmesi sayesinde kılpayı hayata tutunan Serdar Doğan da anlatmıştı o günü. Kısık, kelimeleri cümlesine zor yerleştiren, yetiştiren sesiyle anlatmıştı… Yanıkların yanısıra, duman da ciğerlerini, ses tellerini mahvetmiş.
Sivas’tan Ankara’ya getirilmiş, 16 gün boğuşmuş ölümle… O katliamı 21’inde yaşayan, o gün 19 yaşındaki kardeşi Serkan’ı, en yakın arkadaşlarını yitiren Doğan’ın belgesel çekimi sırasında, 40 yaşında, zorla kurduğu o cümle aklımda: “Hâlâ sıcak bir şey tutamam. Ne zaman çay taşısam dökerim. Sıcağı hissettiğim an titremem artıyor…”
Ayın karanlık yüzü
“Serbest çağrışım” adresine bağlı kalmadan gezdiriyor insanı… “An”ların,hatıraların,onlarıbugüne taşıyan “hatırlatıcı”ların iki yönü, iki yüzü, öne çıkarttığın karelerle aydınlanıyor ya da kararıyor. Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu”yla bana getirdiği yüzler arasında en belirginlerinden birisi, gaz lambasının büyülü ışığında çay dağıtan melek gibi güzel muhtarın kızı… Bir “an”… O bunaltan, sıkıntılı “an”da, tepside sıcacık çaylarla çıkıyor ortaya.
O yumuşacık, mucize görüntü, odadaki her erkeği başka bir yere, hatıraya, hayale taşıyor sanki. Bazılarında artık somut siluetlerini yitiren yeni bir hayat umudu, hayali de muhtarın kızıyla birlikte kıpırdıyor. Ama ayın bir de karanlık yüzü var: Bir kısmının yüzünde o müstehcen sırıtış da beliriyor. Hafızamda temize çekerken, atıyorum o kısmı.
Acıyı alışarak unutmak
Neyse… Böyle filmleri, hikâyeleri, şiirleri belki bilmeyen ama hiç önemi yok, şiire, hikâyeye, filme esaslı mevzu olan tecrübeli ocakçılar, çayı koyacağı bardakları metal tepsisine sıralar, servisten önce külliyen kaynar sudan geçirirdi o yıllarda. Hem arınsın, hem ılımasın bardağa koyunca…
Çıraklıkta yana kavrula, sonradan hiç yanmazdı, acıya önce alışan, sonra acıyı unutan elleri. Şu eril edebiyatta acısızı asla anılmayan, anılsa da adı Adana değil acısız Urfa olan aşk da, çalımlı önermesiyle biraz öyle değil mi? Aşk geldi mi önüne, tatmadan bas acıyı… Herkes yansın: “Beni yak, kendini yak, her şeyi yak…”
Bardağı da kütük gibi dönüşümlü camdan değil, inceciğinden seçilmeliydi. Dudağa silikon gibi değil buse misali değsin. Bir de “dudak payı” bırakacaksın mutlaka; ilk yudumunu kafanı masaya eğdirip kedi misali içirtmesin… Beli de ince olacak ki tıkanan şairler çay bardağını da kadına benzetebilsin.
Şuna dem ekle biraz…
Ha, simidinin yanında duble çay istersen, o zaman kalın mı kalın, taşa atsan zıplayan Paşabahçe Palaks’la gelirdi. Çay kalın bardakta biraz ılısın, sıcak simidin “Hemen ye beni”sine anında eşlik etsin, ağzın yanmasın diye. Bir de simit bitmeden çay tükenmesin, ikisinin finali denk gelsin… Duble yol olsun, sigaraya.
Çayını o bardakta altı şekerle içen, her seferinde onlarca espriye hedef olan bir arkadaşımızı hatırlıyorum da… Askıcı çocuğa durmadan, “Şuna dem ekle biraz” derdi. Ömrü upuzun olsun, bir dönem “demden-şekerden mi neden bilmem, sarardı reng-i ruhsarı”… Sonra öğrendik aşktanmış. Öyleydi çay ahalisi; kimi dem ekletir, kimi eksiltirdi. Ne güzel geçinirdik. Çaya da el uzatmasaydı; çayı, dereyi, suyu, toprağı bitiren “kârdanadam”. Vebali dîvana kalsın.
Okuduktan sonra yırt!
Bozuldu sonra; “Simsiyah çaylar neredeyse kan gelir (…) Ocak sönmüş, semaver paslı, dağılmış Hasköy Bahriye Kahvesi”… Mevzu o Kahve’ye gelince, duralım biraz. Attila İlhan 1968’de yayınlanan “Bahriye Kahvesi’nden Ayrılış Gazeli”ni ithaf etmiş; “Babamın aziz hatırasına”…
Babasının da izini sürüyorum… İlhan 16 yaşındayken, Muallim Mektebi’nde okuyan Vacide’nin penceresinden attığı mektuba Nâzım’ın bir şiirini de iliştiriyor. Mektubu “Okuduktan sonra yırt!” uyarısıyla bitirse de… Vahimdir böyle vakalar, Türk polisi yakalar. Üç hafta gözaltı… Ardından iki ay hapis.
Liseden atmakla kalmıyorlar, “Hiçbir okulda okuyamaz” belgesiyle etiketliyorlar 16 yaşındaki amatör şairi. Üç yıl sonra Danıştay kararıyla liseye devam ediyor. Ataerkil ebeveynin bırakın “komünistliği”, usulca bir “Hayır”a şiddetle, kemeriyle karşılık verdiği o devirde, babası Bedri Bey hapisteki oğluna iki cümlelik bir telgraf çekmiş: “Hayat budur… Üzülme geçer”. Böylesi kıyametlerde gürleyerek “Ben sana söylemiştim”li geçmişi, o vahim anı değil, ertesi günü, umutlu yarınları, devam eden hayatı hatırlatan babalar ne kıymetlidir.
İlhan’ın pencere çiçeği
Vacide kimdi derseniz; Attila İlhan’ın tarifiyle, “Uzun saçlı, kalkık burunlu, hoş bir kız…” O sokaktan gelip geçen İlhan’ın pencere çiçeği. Bir kere onu pencereden “aynada saçlarını tararken” bile görmüş. Öyle yakınlar yani… Vacide’nin anlamı mı? “Vecd”den geliyor… Hayranlık, heyecan uyandıran, kendinden geçiren demekmiş. İşte öyle. Yaşıyorsa, ömrü hep hatıralı, o da gittiyse rahmeti çay gibi olsun.
Zaman geçti… Geçer hep… Benim gibi bünyelerde çayın sefası, sabah kalkınca kahveden önce “bir bardak”a kaldı. Meğer iyi çay da, birçok şey gibi yokluğuyla hissedilen/anlaşılan bir meseleymiş. Devam edeceğim… Ve bir bardak çayda fırtına kopacak.
BİR FİLM/BİR REPLİK
ÇAYLA HATIRA AVLAMAK…
Sylvain Chomet’in yönettiği 2013 yapımı “Attila Marcel” filmi, Marcel Proust’un “Hafızamızda her türden şey bulunur: Hafıza bir tür eczane, kimya laboratuvarıdır; elimize sakinleştirici bir ilaç da geçebilir, bir zehir de…” sözleriyle başlıyor. Ardından gizemli Madam Proust, filmin kahramanı Paul’a hafızadan, hatıralardan söz ediyor: “Anılar balık gibidir, hafızanın bulanık sularında, derinlerde saklanırlar. Bir göleti düşün, ‘Karanlık ve sığ’ dersin, ‘İçinde hiçbir şey yaşamaz’… Gölete onların hoşuna gidecek bir şey atarsın ve aşağılarda bir şeyin kıpırdanmaya başlamasını beklersin. Oltanı sallarsın ve büyük bir tanesini çekersin. Bir turna balığı değil, bir anı…” Bu sözlerinden sonra “Anılarını avlamak istiyor musun?” diye soran Madam Proust ona kendi yetiştirdiği bitkilerden yaptığı çayı içiriyor. Paul da çayın hipnotik etkisiyle geçmişine, kayıp anılarına ulaşıyor. Bazı insanlar için çay ve ona eşlik eden anlar da kayıp, uzaklarda, derinlerde kalan bir hatıra artık.
(¹) Benim ama benim değil: Yazımın bazı paragrafları, iki yıl önce (19 Mart 2019) Serbestiyet’te yayınlanan “Çaya ihanetimdir” yazımdan yeniden düzenlenerek, biçimlendirilerek, eklenip eksiltilerek güncellenmiştir. Yani benimdir ama aynı zamanda “ben”im değildir. İki yıl uzun zaman; yazı(n) insandan, toplumdan hızlı değişir. Yinelenen bölümler, hafızanıza ihanetten değil duygularımı bazen tekrarla koruyabildiğim içindir. En çok da yazı dizisine yakıştırdığımdan…
YAZI FOTOĞRAFI: Ara Güler’in, 1953’de babasının eczanesinin de bulunduğu Beyoğlu’ndaki Hazzapulo Pasajı’nın önündeki çay ocağında çektiği fotoğraf… Gazeteci, sinema yazarı Olkan Özyurt, harika bir iş yapmış. “Yarım asır sonra Ara Güler’le aynı yerde” haberinde birçok mekânın yanısıra o fotoğrafın çekildiği yerin 2019’daki hâlini de, 66 yıl sonra görüntülemiş: “Ama bu kez sohbet, muhabbet yüz yüze değil, cep telefonundan…” Askılar, hasır tabureler ise berdevam.
Melamin çay tabağı: Bu arada Güler’in fotoğrafında çay ocağına üst üste konulmuş çay tabaklarına dikkatinizi çekerim. Çayın değişmeye direnen teçhîzatından en nostaljiği “Melamin” çay tabakları herhalde. Askılar, hasır tabureler de biraz. Modayla ilgili ipuçları da var fotoğrafta; iş tulumlu, bereli ustamız hariç, askıcı dahil herkesin pantolonu duble paça. Fotoğraftaki “Ne olacak bu memleketin hâli” sohbetinin mevzusu belki o yıl 28-29 Mayıs’ta Kore’deki Kanca Muhaberesi’nde ağır kayıplar veren Türk Tugayı… Belki Türkiye’de petrol araştırmaları için ilk kez ABD’li bir firmaya izin verilmesi. Sohbetin ağası, “bir bilen”i ise ortada oturan, sekiz yıl önce biten İkinci Dünya Savaşı’na, Hitler’e rağmen “sümüklük” diye de anılan bıyığından vaz geçmeyen, fötrlü, iki renk kunduralı zat olmalı… Öyle ya da böyle, hoş geliyor hâlleri.