İki saatlik bir şirket reklamından -sokaktan aldığı (indie-street) itibarla- filme dönüştürülen Barbie vizyona girdiğinin ikinci haftasında, pembeler içindeki geniş izleyici kitlesini sinemaya çekerek şüphesiz zamanının en büyük pazarlama başarılarından birini elde etti. Filmin yapımcılığını -azalan satışların doğurduğu güncel reklam ihtiyacının da etkisiyle- ikonik Barbie bebeklerin üreticisi Mattel şirketi; yönetmenliğiniyse akıllı bir kurumsal tercihle bağımsız filmlerin piyasasında az ünlü Greta Gerwig üstlendi.
Payetler, eğlenceli dans numaraları, diğer filmlere göndermeler, yakışıklı başrol oyuncuları ve bolca pırıl pırıl parıldayan pembeyle dolu filme, vizyona girdiği hafta akın eden on binlerce izleyicinin çoğunun epeyce eğlendiğinden şüphem yok. Dahası, belki de filmin açılış hafta sonu başarısı, nihayet kapalı alanda topluca bir araya gelmenin; büyük kısmının aşıyla bağışıklığı sağlanmış topluluğun, COVID-19 dehşetinin diğer tarafında olduğumuz inancıyla kalabalığa karışıp sinemalara akın edebilmenin verdiği keyifle ilgiliydi. İşin doğrusu, Vanity Fair dergisindeki bir eleştiride de söylendiği gibi “ucuz plastik gibi etrafa saçılan” bilindik esprileriyle yer yer eğlenceli, birkaç kahkaha dışında film, tek başına kalabalıkları açıklamıyor.
Filmin çok sert tespitler içermesi -patronların o kadarına izin vereceği- beklenmiyordu. Nihayetinde Barbie cinsiyete dayalı çifte standartlar, yönetim kurulları ve fırsat verildiğinde kötü davranmaya meyilli erkek çocukları üzerine hafif hicivli bir yaklaşım sunuyor. Amerikan yerlileri ve çiçek salgınıyla ilgili -kötü tasarlanmış- bir ‘şaka’ dışında korkunç bir şey yok ama şaşırtıcı derecede sıkıcılık dışında parlak bir şey de yok. Birkaç kırılgan erkek egosu tarafından tatsız bulunsa bile, günün sonunda bir “popcorn film” Barbie’den daha fazlasını beklememeli. Elbette bu gösterişli lolipopun çok anlamlı geldiği liberal Amerikan feminizmi, her zamanki gibi -bugün ve gelecekte- kadın evreninin tamamından daha azına razı olmuyor.
İlerici siyasi çevrelerden büyük övgü alan filmin, toplumsal cinsiyet çalışmaları ve (Vanity Fair’in haklı gerekçelerle yakındığı) edebiyat teorisine yönelik kurnaz göndermeleri bazı akademisyenleri heyecanlandırdı. Bir meslek olarak görmezden gelinmeye ya da hafife alınmaya o kadar alışkınız ki, belki de kabul görmenin verdiği yeni sevinçler anlayışla karşılanabilir: ‘Kadın eylemliliği!’ ‘Bilişsel uyumsuzluk!’ ‘Ataerkillik!’ ‘Arşivcilik!’ mesaj alındı tamam.
Yüksek profilli feminist yazar Susan Faludi, iddialı bir tavırla “30 yıllık kadın çalışmaları olmasa o senaryoyu yazamazdınız!” derken, liberal platform Vox, filmi “Düşmanları tarafından üretilen bir filmin olabileceği kadar yıkıcı” olarak tanımladı. Bu arada, Amerikan solunun saygın gazetesi The Nation da filmin muhteşemliğinin, feminizmden ziyade “nadiren ciddiye alınan bir tür aşkı: yapaylığa, nesnelere ve yüzeyselliğe duyulan aşkı” yüceltmesinde yattığından dem vurdu. The Nation’ın yayıncısı Katrina Vanden Heuvel, Guardian’daki yazısında Amerikan sağının korktuğu Barbie’ye ilham veren cinsiyet adaletine dair özgürleştirici söylemlerin “Barbie Bebek”in mottosunda somutlaştığını savundu: “Biz kızlar her şeyi yapabiliriz!”
Hiç şüphesiz Barbie’nin ilerici çevrelerde coşkuyla karşılanması; son yıllarda fazlasıyla hasar veren ataerkil Amerikan muhafazakârlığının hâlâ güçlü olduğunun bir kanıtıdır. Vanden Heuvel, filmin “kızların tüm ihtimalleri hayal etmesini” istediğini belirttikten sonra ekliyor “muhafazakârların hayal bile edemeyeceği ihtimaller.” Gelgelelim, muhafazakârların ne istemediğine bu kadar odaklanan Barbie’nin, -bir kere daha- sınırlı hayal gücünün önerdiği bireyselliği, en genel anlamıyla kadının ‘seçim’ine indirgemesiyle feminizmin ironik bir şekilde sona ermesi gibi gerçek bir tehlike var.
Film ‘Stereotip Barbie’nin (Margot Robbie), gerçek hayattaki sahibinin (America Ferrera) kişisel krizleriyle tetiklenen selülit, düşmüş ayak kemerleri ve ölüm düşüncesini keşfetmesi etrafında dönüyor. Barbie, ‘sorunlarını’ çözebilmek için oyuncak bebek olarak yaşadığı hayatı ardında bırakıp gerçek dünyaya yolculuk etmek zorunda bırakan ‘gerçek’ bir dönüşüm yaşar. Ken’in darbe girişiminin ardından Barbieland, yenilenmiş anayasal yönetimi kucaklar (siyasi imaları açıklamaya gerek yok), filmin sonunda kadınlar idareyi tekrar ele geçirdiğinde Stereotip Barbie, Barbieland’i terk edip insan olmaya karar verir. Neyse ki, artık kadınların bireysel seçimleri ve başarıları hüküm sürdüğünden, -gerçek ve oyuncak- iki dünya arasındaki sınırı geçtiğinde Barbie’yi ‘yasadışı’ ilan edecek hiçbir göçmenlik kuralı yoktur. Film bize ataerkilliğin erkekler için de zararlı olduğunu, “Kenough”a dönüşen Ken’i (Ryan Gosling), kendini keşfetme yolculuğuna çıkartarak hatırlatıyor. Günün sonunda -Mattel tarafından üretilen 240 Barbie türü gibi- film Barbie de bize, Amerikan’ın o kutsal kasesi bireysellik dışında pek de bir şey vermiyor.
Otoriterliğin her yerde hüküm sürdüğü bir zamanda, kadınların bireysel seçimlerine burun kıvırmamak gerekir. Eş zamanlı olarak -ataerkilliğin şekillendirdiği- bu seçimlerin içine sızan, daha büyük ekonomik ve ırkçı yapıları sorgulamamak da bir çıkmaz sokaktır. Amerikalı kadınlar -doktorlar, avukatlar ve astronotlar gibi orta sınıf profesyoneller, arada birkaç Nobel Ödülü sahibi de var- istedikleri her şey olmaya teşvik edilirken; dünya çapında seçme şansına pek de erişemeyen milyonlarca kadının yoksulluğuyla “seçim yapabilen kadın”ların görece refahını kolaylaştıran kapitalist ekonomik düzen hakkında sessiz kalıyoruz.
Evet, Mattel’in yönetim kurulu odası için daha fazla kadın; evet, daha az “beyaz” Hollywood için daha fazla America Ferrera gibi başarılı Latin oyuncu… Peki hayal gücümüz, Sweatshop Barbie ile Asya ve Latin Amerika fabrikalarında Başkan Barbie’nin kıyafetlerini diken -işin aslı Barbie bebeklerini de yapan- işçi kadınların özgürleşmesini de kapsayacak mı? Peki, ya Amerikan başkanlarının bulaştığı savaşlar yüzünden yerlerinden edilen kadınlar ve aileleri; Amerikan dış politikasının benimsediği sırıtkan diktatör ve şovenistlerin askerleri tarafından tecavüze uğrayan kadınları?
Yıkıcı, hatta devrimci doğasına ve Barbieland’in göz kamaştırıcı çeşitliliğine dair şişirilmiş iddialara rağmen, hicvettiği ataerkillikle kesişen öteki baskılar -ırkçılık, ekonomi ve iklim adaletsizliği- hakkında söyleyecek çok az şeyi var; sonuçta fosil yakıt türevi plastikten üretilmiş bir oyuncak bebeğin iklim adaletsizliğinden bahsetmesi biraz zor olabilir. Belki de film America Ferrera’nın -kadınların her şeye sahip olması ve her şeyi yapmasını emreden çelişkili birçok yönergeyi kınayan- ‘gösteriyi durduran’ monoloğunda örneklediği gibi ortalamaya bir övgüdür.
Tüm kadınlara dair gibi görünen bu monolog dünyadaki çoğu kadının, hatta çoğu Amerikalı kadının içinde bulunduğu zorlukları değil de çok özel bir kadın türünü; kariyere ve zenginlik arzusuna sahip aynı zamanda hem zayıf hem sağlıklı, hem lider hem de iyi bir insan olma baskısını hisseden meşhur ‘girl boss/kız patron’u andırıyor.
Dedikleri gibi “olan oldu”, Barbie’nin filmi dijital çarklar döndükçe yakında unutulur. Ancak yaşadığımız dünyaya karşı daha eleştirel olmadıkça ve orta sınıf profesyonellerin ve kız patronların ötesine geçmedikçe hayal ettiğimiz özgür gelecek -feminist olsun olmasın- acımasızlığın çeşitli tonlarında gelir.
Çeviren: Gülsüm Ekinci
Kaynak: https://www.aljazeera.com/opinions/2023/8/4/sorry-american-liberals-barbies-feminism-isnt-for-all-women
Cambridge Üniversitesi İngilizce Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Priyamvada Gopal,
Literary Radicalism in India: Gender, Nation and the Transition to Independence (2005), The Indian Novel in English (2009) ve Insurgent Empire ve Anticolonial Resistance and British Dissent (2019) kitaplarının yazarıdır.