Ana SayfaHaberlerÇevirilerÇEVİRİ | Robert Kaplan: “Osmanlı’nın çöküşünden bir asır sonra bile...

ÇEVİRİ | Robert Kaplan: “Osmanlı’nın çöküşünden bir asır sonra bile Orta Doğu’da bir düzen kurulamadı”

Son yıllarda Orta Doğu'da yaşanan şiddet ve istikrarsızlığın en önemli nedenlerinden biri, modern anlayışlar için her ne kadar rahatsız edici olsa da, ilk kez bölgede emperyal olarak hakim olan bir düzenin bulunmuyor olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden bir asırdan fazla bir süre sonra bile Orta Doğu’da hala imparatorluğun kurduğu düzenin yerine geçecek bir düzen kurulamadı. Ama ister Osmanlı ister Avrupa olsun, imparatorluklar istikrar sağlamış ancak çok az saygınlık kazandırmıştır. Arapların en nihayetinde istedikleri şey demokrasiden ziyade haysiyet ve saygınlıktır. Dünyanın kötü diktatörlükler ve örnek demokrasiler olarak ikiye ayrılamayacağının, aksine bu ikisinin arasında pek çok gri tondan düzen ve rejim oluştuğunu New York ve Washington'daki entelektüeller ve politikacılar pek kavrayamıyorlar.

İmparatorluk tarihi bir kafa karışıklığı içermektedir. Pek çok kişinin zihninde, Batı’nın itibarını sonsuza dek lekeleyen, Avrupa’nın gelişmekte olan dünyanın büyük bölümüne hükmetmesi ile ilişkilendirilir. Ancak imparatorluk, özellikle Orta Doğu’da, Batılı olmayan pek çok biçim almıştır. Yedinci yüzyılda Şam’da Emevi hanedanlığı ile başlayan bir dizi Müslüman halifelik, bazen Akdeniz’e kadar uzanan geniş bir alanda hüküm sürmüştür. 

Sonraki yüzyıllarda bu halifelikleri, egemenliklerini Balkanlar’a kadar genişleten Osmanlılar ve on dokuzuncu yüzyılda Basra Körfezi’nden İran ve Pakistan’ın bazı bölgelerine ve Müslüman Doğu Afrika’ya yayılan Umman Sultanlığı takip etti. Avrupalılar ancak imparatorluk tarihinin sonraki aşamalarında bu hikayenin önemli bir parçası haline gelmiştir.

Ortadoğu’da bu farklı imparatorluk deneyimi, Avrupa’dakine benzer ulus-devletlerin gelişimini engellemişti. Pek çok Orta Doğu rejimi için, en az zorlama ile makul bir düzenin nasıl sağlanacağı sorusu hiçbir zaman çözüme kavuşturulamadı.

Son yıllarda Orta Doğu’da yaşanan şiddet ve istikrarsızlığın en önemli nedenlerinden biri, modern anlayışlar için her ne kadar rahatsız edici olsa da, ilk kez bölgede emperyal olarak hakim olan bir düzenin bulunmuyor olmasıdır. 

Tunus gibi bazı umut vaat eden ülkelerde bile demokrasinin şimdiye kadar kök salamamış olması, emperyal yönetimin zayıflatıcı mirasının bir göstergesidir. İmparatorluk, düzen için tatsız ama kalıcı bir çözüm sunarak diğer çözümlerin yerleşmesini engellemiştir. İç karartıcı ama inkar edilemez gerçek şudur ki, imparatorluklar şu ya da bu şekilde erken antik çağlardan modern çağa kadar dünya tarihine (ve özellikle Ortadoğu tarihine) hâkim olmuşlardır. Çünkü siyasi ve coğrafi örgütlenmenin en pratik ve açık araçlarını kullanıma sunuyorlardı. İmparatorluklar arkalarında bir kaos bıraktılar fakat aynı zamanda kaosa çözüm olarak da ortaya çıkmışlardı.

Düzen Yoksunluğu!

Yüzyıllar boyunca Orta Doğu’da İslam’ın Altın Çağı emperyal bir çağ olmuştu. Bu dönem, Emevi ve Abbasi halifelikleriyle başlamıştı.

Örneğin Moğol İmparatorluğu ölçülemeyecek kadar zalimdi fakat Moğollar öncelikle diğer imparatorluklara boyun eğdirmiş ve onları yok etmişlerdi: Abbasi, Harezmî, Bulgar, Song vb.

Orta Doğu ve Balkanlar’daki Osmanlı İmparatorluğu ve Orta Avrupa’daki Habsburg İmparatorluğu, kendi çağlarının en aydınlanmış değerleriyle tutarlı bir şekilde Yahudilere ve diğer azınlıklara karşı koruma sağlıyorlardı. Ermeni soykırımı, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeye tam olarak hakim olduğu bir dönemde değil, Jön Türk milliyetçilerinin imparatorluğun yerini alma sürecinde meydana gelmiştir. Tek bir etnik kimlik üzerinden yapılan milliyetçilik, kozmopolit, çok etnikli emperyalizmden çok daha ölümcül sonuçlar doğurmuştu.

Cezayir’den Irak’a kadar Orta Doğu’yu 400 yıl boyunca yöneten Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’ndan sonra çöktü. 1862’de Osmanlı Dışişleri Bakanı Ali Paşa bir mektubunda, Osmanlıların “ulusal isteklere” boyun eğmek zorunda kalmaları halinde, “istikrarlı bir devlet kurmak için bir yüzyıla ve kan sellerine ihtiyaç duyacağı” konusunda kehanette bulunuyordu. 

Esasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden bir asırdan fazla bir süre sonra bile Orta Doğu hala imparatorluğun kurduğu düzenin yerine geçecek bir düzen kurulamadı.

Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, İngiliz ve Fransız emperyal manda otoriteleri Lübnan’dan Irak’a kadar Levant ve Bereketli Hilal devletlerini yönettiler. Soğuk Savaş döneminde ise ABD ve Sovyetler Birliği hem güç dinamikleri hem de Orta Doğu rejimleri üzerindeki etkileri bakımından emperyal politikalar izlediler. ABD, İsrail’le, Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası’ndaki Arap monarşileriyle fiili ittifaklar kurdu; Sovyetler Birliği ise Cezayir’i, Suriye’yi, Nasır’ın Mısır’ını, Güney Yemen’i ve Moskova’nın komünist çizgisine yakın duran ya da sempati duyan diğer ülkeleri destekledi.

Sovyetler Birliği, 1991’de dağıldı ve ABD’nin bölgedeki etkisi ve güç kullanma kabiliyeti ise 2003’teki Irak işgalinden bu yana giderek azalıyor. 

Ne yazık ki, bir şekilde herhangi bir imparatorluğun varlığı olmadan, ülkelerdeki rejimlerin çöküşü veya istikrarsızlaşmasıyla bölge bir kargaşa dönemine girdi: Libya, Suriye, Yemen ve diğerleri. 

Kısacası, Arap Baharı sadece demokrasiye duyulan özlemi değil, aynı zamanda yorgun ve yozlaşmış diktatörlük yönetiminin reddini de göstermişti. Başka bir ifade ile bir dereceye kadar emperyal bir güç olmaksızın, Orta Doğu ve özellikle Arap dünyası, Arap medeniyeti uzmanı Tim Mackintosh-Smith’in yazdığı gibi, sıklıkla “bölünmeye doğru… kırılgan bir eğilim” göstermişti.     

Kötü Etki.

İmparatorlukların Orta Doğu’ya bir nebze de olsa düzen ve istikrar getirdiği düşüncesi, birçok çağdaş akademisyen ve gazeteciye elbette ki ters düşmektedir. Ortak görüşe göre, bölgedeki istikrarsızlığın nedeni imparatorluk değil demokrasinin yokluğudur. Bu düşünce anlaşılabilir. Birçok ülkede modern Avrupa sömürgeciliği deneyimi hala tazeyken, akademisyenler ve gazeteciler İngiliz, Fransız ve diğer Avrupalı güçlerin Orta Doğu, Afrika ve başka yerlerde işledikleri suçlarla meşgul olmaya devam ediyor. Sömürgecilik sonrası bir kefaret ve revizyonizm çağında yaşadığımız için, Avrupalı güçlerin geçmiş yüzyıllarda işledikleri kabahatlerin göz önünde olması son derece doğaldır. Buradaki zorluk, bu yanlışları küçümsemeden ötesine geçebilmektir.

Bu, Avrupalı güçlerin Orta Doğu’daki eylemlerinin masum olduğu anlamına gelmiyor; tam tersine. Bugün bölgenin en az istikrarlı bölgeleri, Avrupa sömürgeciliğinin en açık izlerini taşıyan bölgeler. 

Örneğin Levant bölgesinin tamamen yapay sınırları, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşik Krallık ve Fransa tarafından çizilmişti. Bu nedenle, modern Suriye ve Irak’ın sınırları, iyi işleyen geleneksel toplumların doğasına aykırıdır. Modern devletler, yani İngiliz ve Fransız emperyalistleri, kısmen hiçbir özelliği olmayan çöllerden oluşan bir coğrafyaya düzen getirmeye çalışırken, bir bütün olarak tutulması gereken toprakları böldüler. Yirminci yüzyıl entelektüeli ve Orta Doğu bölgesi uzmanı Elie Kedourie’nin alaycı bir şekilde belirttiği gibi, “Daha önce hiç olmayan bu sınırların, bir yerlerde birden ortaya çıkmasının sonucu başka ne olabilirdi ki?”

Gerçekten de yirminci yüzyılın ikinci yarısında Suriye ve özellikle Irak’ta ortaya çıkan baskıcı Baas devletleri Avrupa imparatorluğu tarafından yaratılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri 2003 yılında Irak’ı işgal etti ve sonuç bir kaos oldu. Amerika Birleşik Devletleri 2011 yılında Suriye’ye müdahale etmedi ve sonuç yine kaos oldu. 

Birçok kişi her iki ülkede yaşananlardan ABD politikalarını sorumlu tutsa da, her iki durumda da olayların eşit derecede önemli itici gücü Baasçılık mirasıydı. Baasçılık, 1930’ların faşist döneminde kısmen Avrupa’nın etkisi altında tasarlanan Doğu bloğu tarzında Arap milliyetçiliği ve sosyalizminin ölümcül bir karışımıdır. Bu karışım orta sınıf mensubu Şamlı bir Hıristiyan ve bir Müslüman tarafından tasarlanmıştı: Mişel Eflak ve Selahaddin Bitar. 

Yani Orta Doğu’yu tüm bölgeler arasında en istikrarsız hale getiren sadece sömürgecilik değil, aynı zamanda yirminci yüzyılın başlarındaki tehlikeli Avrupa ideolojileriydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden bu yana Orta Doğu’da yaşanan trajedinin Orta Doğu’nun kendisiyle olduğu kadar Batı’nın bölgeyle olan dinamik etkileşimiyle de ilgisi vardır. Ortadoğu tarihinin tartışmasız en büyük modern tarihçisi olan Marshall Hodgson’a göre: İslam dünyasının sömürgecilik karşıtlığı, milliyetçilik ve dini aşırılıkla kendini ifade eden “fundamentalist hoşnutsuzluk ve bozulma”, nihayetinde Batı emperyalizminin doğal bir yan ürünüdür. 

Elbette Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri bu tepkiyi yaratma niyetinde değildi. Ancak Batı’nın fikir ve teknoloji alanındaki dinamizmi, eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarını hem ezdi hem de zorla modernleştirerek emperyalizmin kötü etkilerini artırdı. Böylece, kökleri modern Batı’ya dayanan Marksizm, Nazizm ve milliyetçilik fikirleri Ortadoğu ve Avrupa’da yaşayan Arap entelektüellerini etkilemiş oldu, Suriye’de Hafız ve Beşer Esad’ların, Irak’ta ise Saddam Hüseyin’in iktidarıyla sonuçlanan rejimlere yol açtı.

Bu parçalanmış ülkelere yapılacak bir otopsi sadece yerel değil aynı zamanda Batılı patojenleri de ortaya çıkaracaktır. Bir zamanlar Orta Doğu’yu istikrara kavuşturan imparatorluk, daha sonra dolaylı olarak onu istikrarsızlaştırdı da.

Suriye’yi düşünün. Ülke 1946 ile 1970 yılları arasında, on tanesi askeri darbe olmak üzere, neredeyse tamamı hukuk dışı 21 hükümet değişikliği yaşadı. Kasım 1970’te, İslam’ın Şiilikle yakınlıklar taşıyan bir kolu olan Alevi mezhebinin bir üyesi olan Baasçı hava kuvvetleri generali Hafız Esad, sakin ve kan dökmeden, bir darbeyle (kendi deyimiyle “ıslah hareketi ile”) kontrolü ele geçirdi. Esad 30 yıl ölümüne kadar ülkeyi yönetti. 

Arap dünyasının en istikrarsız ülkesi olan sanal bir muz cumhuriyetini nispeten istikrarlı bir polis devletine dönüştürerek modern Orta Doğu’nun en tarihi figürlerinden biri olduğunu kanıtladı. Ancak Irak’ta Saddam’dan daha az kanlı ve daha az baskıcı bir devlet yöneten Esad bile zaman zaman barbarlık yapmadan duramadı. Sünni Müslüman aşırılık yanlılarının kendi yönetimine karşı başlattığı şiddetli ayaklanmaya yanıt olarak 1982 yılında Sünnilerin çoğunlukta olduğu Hama kentinde 20.000 kişiyi öldürdü. Anarşiyi engellemenin bedeli ağır oldu ve yaşlı Esad, Suriye’de istikrarı sağlamadaki başarısını en iyi ihtimalle korkunç bir ‘başarıyla’ elde etti. Osmanlı ve Fransız emperyalizminin mirası da tam olarak böyleydi.

Yahut da birbirinden farklı bölgelerden oluşan ve sömürgeci geçmişi dışında herhangi bir tarihsel bütünlükten yoksun kalmış Libya örneğini ele alalım. Trablusgarp olarak bilinen Batı Libya daha kozmopolittir ve tarihsel olarak Kartaca ve Tunus’a yönelmiştir. Öte yandan, Doğu Libya ya da Sirenayka muhafazakârdır ve tarihsel olarak Mısır’daki İskenderiye’ye yönelmiştir. Aradaki çöl toprakları, güneydeki Fizan da dâhil olmak üzere, sadece kabile ve alt bölge kimliklerine sahiptir. 

Osmanlılar tüm bu ayrı birimleri tanımış olsa da İtalyan sömürgeciler yirminci yüzyılın başında bunları tek bir devlette birleştirdi; bu devlet o kadar yapaydı ki, Suriye ve Irak’ta olduğu gibi, en aşırı araçlar dışında yönetilmesi çoğu zaman imkansızdı. Diktatör Muammer Kaddafi 2011’de, İtalyan işgalinden tam 100 yıl sonra devrildiğinde, devlet basitçe dağıldı. Suriye ve Irak’ta olduğu gibi Libya’nın kaderi de Avrupa emperyalizminin sonuçlarının ne kadar ölümcül olabileceğini bizlere gösteriyor.

Krallara layık

Buna karşın Mısır ve Tunus gibi kökenleri hem Avrupa sömürgeciliğinden hem de İslam’ın kendisinden önceye dayanan ülkeler daha kolay bir dönem geçirmiştir. Bu ülkelerin rejimleri kısır ve baskıcı olabilir, ancak dayattıkları düzen sorgulanmamaktadır, çünkü diğerleri gibi tehlike altında değildir.

Burada dikkat etmemiz gereken nokta bu tür sistemlerin nasıl daha az zorlayıcı hale getirilebileceğidir. Tunus bile 2010 yılının sonlarında Arap Baharı’nı ateşleyen kendi halk ayaklanmasından bu yana birtakım zorluklar yaşıyor. Taşra ve sınır bölgelerindeki merkezi kontrol zayıflarken bile başkentinde ve diğer büyük şehirlerinde bir demokrasi olarak cesurca yoluna devam eden ülke, geçen yıl Başkan Kais Saied yönetiminde otokratik bir rejime dönüştü. Yine de Tunus bölgedeki en umut verici demokratik deney örneği olmaya devam ediyor. Bu da Orta Doğu’da Batı’nın zorlayıcı olmayan bir düzen kurmaya yönelik siyasi planını kopyalamanın ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Demokrasi yerine, kendisi de Avrupa emperyalizminin bir türevi olan modernleştirici otokrasi, anarşi hayaletine karşı en hazır cevabı sunmuştur!

Orta Doğu’daki en az baskıcı rejimler Ürdün, Fas ve Umman’daki geleneksel monarşilerdir. Doğal ve zor kazanılmış tarihsel meşruiyetleri nedeniyle, otoriter olmalarına rağmen bölgede en az zulümle yönetilen ülkeler arasındadır. Ortadoğu’nun Hobbesçu laboratuvarı, monarşinin imparatorlukla birlikte en doğal yönetim biçimi olduğunu kanıtlamaktadır. Örneğin Umman, onlarca yıl boyunca görece ilerici politikalar ve mütevazı bireysel özgürlüklerle mutlak bir kraliyet diktatörlüğü. Bu durum, dünyanın kötü diktatörlükler ve örnek demokrasiler olarak ikiye ayrılamayacağının, aksine bu ikisinin arasında pek çok gri tondan düzen ve rejim oluştuğunun bir çok kanıtından birisidir. Uluslararası muhabirlik yapan pek çok insan bunu kolayca anlıyor, ancak New York ve Washington’daki entelektüeller ve politikacılar bunu pek kavrayamıyorlar.

Yöneten ve yönetilen arasında gerçek bir sosyal sözleşmenin olduğu Suudi Arabistan ve Basra Körfezi şeyhliklerine bir göz atın. Yöneticiler yetkin, öngörülebilir bir yönetim ve yumuşak iktidar geçişleri sağlayarak imrenilecek bir yaşam kalitesi sunuyorlar; bunun karşılığında da halklar iktidarı ellerinde tutmalarına karşı çıkmıyor. Petrol zenginliğinin bununla çok ilgisi var. Ancak Körfez yöneticileri aynı zamanda ahlaksız olmaktan ziyade ahlaklı bir otoriterlik, Makyavelist bir ampirizm de sergiliyorlar. Arap Baharı sırasında birçok demokrasi girişiminin ortaya çıkardığı anarşiyi, Batı’nın onlara verecek bir dersi olmadığının kanıtı görüyorlar.

Demokrasi değil, haysiyet.

Tabii ki, bu henüz hikayenin tamamı değil. Orta Doğu doğrusal bir yönde olmasa da ileriye doğru gidiyor. Sosyal medya da dahil olmak üzere dijital teknoloji, hiyerarşileri düzleştirdi ve kitleleri cesaretlendirdi; kitleler de bunun sonucunda iktidarları giderek daha az korkutucu hale getirdi ve giderek daha fazla hesap soruyor. Diktatörler, Basra Körfezi’nde ve başka yerlerde hiç alışık olmadıkları bir şekilde kamuoyuna bağımlı hale geldiler. 

Bu arada, Portekiz, Hollanda ve İngiliz deniz imparatorlukları erken modern ve modern dönemlerde Orta Doğu’nun dünya ticaret sistemine dahil olmasına yardımcı olmuş olsa da, bu etkileşimin yoğunluğu zaman geçtikçe bu bölgeyi ezmeye başladı. Orta Doğu’nun geleceği, hem Batı’yla hem de küreselleşmenin birçok çapraz akımıyla daha da büyük bir kaynaşma gösterecektir. Bu da eninde sonunda bölge siyasetini değiştirebilir. Fakat tam da Ortadoğu’daki imparatorluk çağı çok uzun sürdüğü için (aslında İslam’ın doğuşundan bu yana) kimse bu istikrarsız post-emperyal evrenin bir anda sona ermesini beklememelidir. Ne de olsa siyaset dünyasında düzen arayışından daha kalıcı bir şey yoktur.

Elbette bölgenin imparatorlukla-emperyalizmle işi tam olarak bitmiş değil. Amerika, Irak savaşı sonrası zayıflamış olsa da, kuzeybatıda Yunanistan, güneydoğuda Umman ve güneybatıda Cibuti arasındaki Arap Yarımadası’nın büyük bölümünü çevreleyen hava ve deniz üsleriyle güvenlik ve askeri konuşlanma açısından en baskın dış güç olmaya devam ediyor. Bu arada Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, Basra Körfezi’nden Çin’in batısına uzanan ve Pakistan’ın güneybatı ucuna giden, son teknoloji ürünü bir limanda son bulacak bir enerji yolları ağı öngörüyor. Cibuti’de bir askeri üssü bulunan Pekin, Sudan Limanı’nda ve İran-Pakistan sınırındaki Jiwani’de bu türden başka üsler de tasarlıyor. Buna ek olarak Çin hükümeti Mısır’da Süveyş Kanalı boyunca bir sanayi ve lojistik merkezine; ayrıca hem Suudi Arabistan hem de İran’da altyapı ve diğer projelere on milyarlarca dolar yatırım yapıyor.

Amerika Birleşik Devletleri ve Çin’in sömürgeleri ya da manda bölgeleri yok. Kendi sınırlarının ötesindeki insanları yönetmiyorlar. Ancak emperyal(ist) çıkarları var. Ve bu tarihi dönemeçte bu çıkarlar savaşı değil istikrarı gerektiriyor, özellikle de Çin’in yatırımları Çin’i Orta Doğu ekonomilerinin iç işleyişine daha derinlemesine entegre ederken. Suudi Arabistan ve İran arasında resmi ikili ilişkilerin yeniden kurulması için Çin’in aracılık ettiği son anlaşma ve Biden yönetiminin buna verdiği kamuoyu tepkisi, imparatorluğun/emperyalizmin ya da onun gevşek bir versiyonunun Orta Doğu’nun istikrara kavuşmasına nasıl yardımcı olabileceğini gösteriyor. 

Göreceli istikrarla birlikte rejimler, küresel ekonominin zorluklarına dayanabilecek daha girişimci toplumlar yaratmak için içerde ipleri biraz gevşetmeye ikna olabilir. Örneğin Suudi rejimi, berbat insan hakları siciline rağmen, kadınlar üzerindeki kısıtlamaları gevşeterek ve onları iş gücüne entegre ederek toplumunu istikrarlı bir şekilde dünyaya açmaktadır. Arap dünyasında yakından izlenen bu süreç, daha esnek rejimler ve siyasal İslam’a karşı direniş için bir model oluşturabilir.

Gazeteci Robert Worth, The New York Times için yıllarca Arap dünyasında yaptığı derin haberlerden sonra, Arapların en nihayetinde istedikleri şeyin demokrasiden ziyade haysiyet ve saygınlık olduğunu yazmıştı: Başka bir ifade ile “Demokratik olsun ya da olmasın, ‘tebaasını aşağılanma ve umutsuzluktan koruyan’ bir devlet.” 

İster Osmanlı ister Avrupa olsun, imparatorluklar istikrar sağlamış ancak çok az saygınlık kazandırmıştır ama anarşi her ikisini de sağlamıyor.

Fas ve Umman’ın geleneksel monarşilerindeki reformlar gibi daha istişari bir yönetim orta yolu bulabilir. Batılı bir senaryoyu takip etmesi gerekmese de Ortadoğu’nun devam eden evrimi için en iyi umut bu yönde yatıyor görünüyor.

Görseller: PANOROMA 1453 Müzesinden.

Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/middle-east/order-after-empire?utm_medium=social

Çeviri: Hasan Ayer

- Advertisment -