Filistinli bir Suriyeli olarak, geçtiğimiz Pazar gününün hayatımın en mutlu günlerinden biri olduğunu söylesem abartmış olmam.
Yolsuzluk, sistematik işkence, insan hakları ihlalleri, mezhepçi yönetim ve kayırmacılık üzerine kurulu Esad rejiminin çöküşünü hep beraber kutladık.
Hayatımın çeyrek yüzyılını Yarmuk mülteci kampında ve Şam’da geçirmiş bir Filistinli olarak, çift yönlü bir mücadelenin içinde büyüdüm: sömürgeci İsrail işgaline ve Suriye’deki acımasız otoriterliğe karşı mücadele verdim.
Esad zulmü artık sona erdi. Filistin’in soykırımcı ve sömürgeci İsrail rejiminden kurtulacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum.
Suriye halkına tebrikler! “Bir, bir, bir… Suriye halkı birdir” sloganını somutlaştıran bu büyük halk çok yaşasın. Zulüm dönemine başkaldıran devrim sürecinde canlarıyla bedel ödeyen milyonlarca şehidin ruhuna selam olsun. Özgürlüğe giden yolda sevdiklerimizi ve dostlarımızı kaybettik: yeğenlerim Malik ve Rıdvan, kuzenim Asem, Abdul-Basit Al-Sarout, Samira Al-Khalil, Peder Paolo ve sayısız diğerleri. Hepsine Tanrıdan rahmet diliyorum!
Bu makalede, bazı Arap ve Batılı Solcuların Suriye meselesinin önemini neden kavrayamadıklarına değineceğim. Sizlere teorik bir çerçeve sunmak yerine, Suriye’de korku içinde büyürken yaşadığım kişisel deneyimlerimi anlatacağım: Örneğin, tutuklanma korkum yahut sokakta yürürken bir güvenlik görevlisi tarafından tokatlanma korkum.
Mevcut siyasi sistemi eleştiren bir duvar posteri nedeniyle 14 yaşında sorguya çekildiğim ve 18 yaşında Filistinli arkadaşlarımla birlikte Yarmuk kampındaki Toprak Günü yürüyüşüne katıldığım için tekrar tutuklandığım gerçeği hâlâ aklımdadır.
Siyasi bilince sahip, dindar bir ailede büyüdüm. Ağabeyim Muhammed’in rejime karşı bir şey söylemediğimden emin olmak için telefon konuşmalarımı nasıl dinlediğini hatırlıyorum.
Ağabeyim, son derece haklı olarak, herkesin sürekli gözetim altında tutulduğu panoptik bir hapishanede yaşadığımıza inanıyordu. Gerçekten de Kafkaesk (güvensiz) koşullar altında her şey takip altındaydı ve izlenmekteydi.
1980’lerin başındaki dehşet çok büyüktü. Kapının her çalınışı olası bir baskının habercisiydi. Birçok arkadaşım sistematik işkencelere maruz kalarak hapishanelerin derinliklerinde kayboldu. Akşamları yaptığımız sohbetler, genellikle hapishanedeki işkenceler ve günlük olarak yaşanan baskı hikayeleri etrafında dönüyordu. Bu, erkek kardeşim ve iki amcam için bir sürgüne yol açtı.
1979’un sonlarında Komünist Eylem Birliği’ne (League of Communist Action) katılan sevgili okul arkadaşım Talal Martinos’u kaybettiğimi acı bir şekilde hatırlıyorum. Tıp fakültesinden mezun olduktan aylar sonra tutuklandı ve Saydayna’daki meşhur cezaevi de dahil olmak üzere çeşitli cezaevlerinde on yıl geçirdi.
Fransa’dan döndükten sonra bir yaz Suriye’yi ziyaret ettiğimde, ortak bir arkadaşımız sevinçle Talal’ın serbest bırakıldığını haber verdi. Derhal kendisini aradım ve o akşam da ziyaret ettim. Ancak ziyaret beni derinden üzdü; kırılmış, içten içe paramparça olmuş bir adamla karşılaştım. Cümleleri kısaydı; konuşmak ya da hatırlamak istemiyordu. O gece, hepimizin kanlı bir diktatörlüğün sessiz kurbanları olduğumuzun farkına vararak uyuyamamıştım.
Bu bana Ettore Scola’nın Mussolini İtalya’sındaki yaşamı anlatan filmi Una Giornata Particolare‘yi hatırlattı. Sıradan ailelerin korku kültürü altında nasıl yaşadıklarını, bunu nasıl içselleştirdiklerini ve normalleştirdiklerini anlatan bir filmdi. Karakterler toplama kamplarında değildi, ancak hayatları faşist baskı altında son derece tatsız ve melankolikti. Sophia Loren’i ve o korku kültürünü nasıl yaşadığını, ailesiyle işleri yoluna koymaya çalışırken nasıl perişan olduğunu ve bitap düştüğünü hâlâ hatırlıyorum. Faşist toplumdaki ideal kadın modeliydi: anaç, ev kadını, tamamen fedakâr ve kocasının, dolayısıyla da devletin kölesi.
Anti-faşist Marcello Mastroianni karakterine gelince… O da melankolik biriydi ve işinden atıldığı için intiharı düşünüyordu. Dehşet her yerdeydi: Mussolini’nin sesi dairelerin içinde ve dışında yankılanarak mahremiyetin olmadığı hissini güçlendiriyordu. Talal’ın kırılmışlığı bu trajediyi yansıtıyordu; öz-benlik duygusundan yoksun ve konuşmaya korkar bir halde yaşıyorduk.
Korku sadece Suriye ile sınırlı değildi, yurtdışındaki sürgünleri de kapsıyordu. Suriyeli muhalif arkadaşım Dr. Nawar Atfeh, Fransa’da olduğum süre zarfında rejimle ilgili konuşurken sesimin tonunu alçalttığımı fark etti. Bana sık sık bu korkuyu üzerimden atmam gerektiğini telkin ediyordu, ancak siyasi aktivizmime rağmen bu korku içimde varlığını sürdürüyordu.
Bütün bunlar rağmen pek çok Arap ve bazı solcu, farklı otoriterlik türleri arasında ayrım yapmakta başarısız olmaktadır.
Zeynel Abidin Bin Ali’nin, Hüsnü Mübarek’in ya da diğer Arap rejimlerinin zulmü, Saddam Hüseyin ve Esad ailesinin rejimlerinin gaddarlığı yanında sönük kalıyordu.
Suriye’deki şiddetin boyutlarından habersiz olan solcu bir Tunuslu, Faslı ya da Cezayirliye karşı bir kin yahut garez beslemiyorum. Ancak, yaşananları bilip de sessiz kalanlara gerçekten sitem ediyorum. Sevgili dostum sosyal psikolog Azzam Amin, Esad’ın Suriyeli sivillere karşı varil bombası kullanmasını destekleyen bir grubu “varil bombası solu” olarak adlandırmıştı.
Direniş ideolojisiyle körleşmiş ve Suriye halkının çektiği acıları göremeyip Hizbullah’ı destekleyen arkadaşlarım beni özellikle yaralıyor. Milyonlarca insanın hayatına mal olsa bile, Esad ile olan ittifaklarını İsrail işgaline karşı olmak ile özdeşleştirip gerekçelendiriyorlar.
Sömürgeciliğe karşı mücadele verirken zulmü görmezden gelme saplantısı bugün de devam ediyor. Hizbullah Genel Sekreteri Şeyh Naim Kasım’ın 28 Kasım’da Suriye rejimini desteklemek için destek göndereceklerini açıkladığını duymadık mı?
Öte yandan,İslamcı hareketlerin hiçbir zaman evrim geçirmediğine inananlar da var. Örneğin Faslı gazeteci Toufiq Bouachrine makalesine “Dikkali olun, Esad’ın hapishanesini Colani’nin hapishanesine bırakmayın” başlığını atmış. Suriye’nin Bouachrine’nin öngördüğü gibi olmasını umarken, Colani hakkındaki yargısı oldukça erken görünüyor.
Suriyeli silahlı grupların dönüşümü, kişisel özgürlükleri onaylayan yeni politikalar da dahil olmak üzere esneklik emareleri taşıyor. Bu durum toplumsal alanda aşırı muhafazakarlık riskini ortadan kaldırmıyor ancak bu tür meseleler basit ikiliklere (simplistic binaries) başvurmadan ele alınmalıdır.
Son olarak, şu soru hala ortada duruyor: Suriye’nin tiranlıktan kurtuluşu Arap Baharı’nın üçüncü dalgasının başlangıcı mı? Bu ancak Suriyeliler hukukun üstünlüğüne, kurumlara ve demokrasiye dayanan sivil bir devlet inşa etmeyi başardıklarında doğrulanabilir. Umarım öyle olur, zira tüm Arap dünyasının despotizmden, yolsuzluktan ve insanların hayatını kemiren korku ve terör kültüründen kurtulmak için devrimlere ihtiyacı var.
Gazze’deki soykırım, Lübnan’daki yıkım ve geçmişteki Arap Baharı dalgalarının başarısızlığı karşısında yaşadığım umutsuzluğun ortasında bana umut veren şey, 16 yaşındaki kızım Yara’nın şu sözleriydi: “Bugün ilk kez Arap kimliğimle gerçekten gurur duyuyorum anne.”
Yazar: Sari Hanafi
Çeviri: Hasan Ayer
Kaynak: https://www.newarab.com/opinion/why-do-some-leftists-support-brutality-syrian-regime