“Bakın, burada daha şekeri var…”
Kızımla birlikte (Eylül, o zamanlar 17 yaşında, 2004), oturduğumuz sitenin artık ele avuca gelmiş yavru kedilerinden birini severken duyduk bu sesi. O âna kadar sadece “üst balkondan yerdeki kedilere peynir atan kedisever küçük kız” olarak bildiğimiz 8-10 yaşındaki çocuk, yanlış yerde yanlış kedinin üzerinde odaklandığımız hususunda uyarıyordu bizi: “Bakın, bakın, burada daha şekeri var!”
Bizim sevdiğimiz de “şeker”di ama o yöne seyirtince anladık ki küçük kız haklıydı; takriben iki aylık, üç renkli dişi kedi Şeker’le böylece tanışmış olduk.
İstanbul, Koşuyolu’ndaki Teknik Öğretmenler Sitesi, küçük bir kedi cumhuriyetiydi. O sitede kedileri sevmeyen yok gibiydi sanki. Baharda doğan yavrular hemen koruma altına alınır, anneler de sütleri bol olsun diye özel mamalarla güzelce beslenirdi. Hiç unutmuyorum, bir defasında bir anne kedi üç yavrusuyla birlikte bir arabanın altını mekân tutmuştu da sahibi onları rahatsız etmemek için kendi arzularıyla oradan taşınana kadar işe otobüsle gidip gelmişti. Eylül’le hesaplamıştık, birkaç hafta sürmüştü bu mecburiyet.
Şeker, birkaç ay sonra, daha kendisi yavruyken, hasta oldukları için anneleri tarafından terk edilen fare kadar iki yavruyu bizim banyo penceresinden içeri taşımış, termosifonun üstüne yerleştirmiş, aklı sıra onlara annelik yapıyordu (hep öyle sevgi dolu, şefkat dolu bir kedi oldu; yumuşak ve nazik). Yavruların öleceği belliydi, nitekim birkaç gün sürdü termosifonun üstündeki hayatları.
Bir gün onu sitenin biraz dışında inlerken ve kana bulanmış bir halde buldum. Köpek saldırısı olmalıydı; bacağından öyle bir ısırmışlardı ki, sağ bacağı gövdeye sadece küçücük bir et parçasıyla bağlanıyordu ve aradan bakınca iç organları görülüyordu… Veterinerde iki hafta kadar kalıp siteye döndükten sonra ille evde yaşayacağım diye tutturdu; geceleri banyo penceresinden atlayıp içerde uyuyordu.
Başlangıçta tereddüt ettik. Evde iki kedi daha vardı, tekirdiler ve kardeştiler: Sersem ve Sepelek. Onları da fare kadarken almıştık. Anneleri arabanın altında kalıp ölmüştü. Anlaşamazlar diye korktuk.
Aldık, kabul ettik sonunda ama korktuğumuz hem de misliyle geldi başımıza. Sersem ve Sepelek çılgına döndü ve asla kabul etmediler yeni bir kediyi. Böylece Şeker ve Eylül ters dubleks şeklindeki dairenin iç merdivenle inilen alt kısmındaki odada kendilerine bir hayat kurdular. Daire giriş katındaydı ve merdivenle inilen kısım bahçeye bakıyordu. Şeker böylece o odanın penceresinden istediği zaman girip çıkıyor, yarı ev-yarı sokak yaşayıp gidiyordu.
Yavrularını 2006’da o odada doğurdu. Sabah 5’te evden çıkıp bir röportaj için Ankara’ya gidecektim, iyi ki de öyle bir iş çıkmış; yavrularını doğurmasını yanına uzanarak, göz göze izledim.
Dört yavru, Şeker ve Eylül üç ay boyunca, yavrular yeni evlerine uğurlanana kadar o odada yaşadılar.
2007 Haziran’ında, yedi yıl yaşayacağım Kalkan’ın bir köyüne taşınacaktım. Taşınmadan iki ay kadar önce Şeker’le tekirlerin ortak hayat oryantasyonunu başlatma kararı aldım. Alt kısımdaki odanın kapısını açtım, Şeker merdivenleri çıkıp Sersem ve Sepelek’in hayat alanına, salona daldı. O anda hiç beklemediğim bir şey oldu: Tekir kardeşler köşelerine çekilip pıstılar, meydan Şeker’e kalmıştı (Şeker tabii ki en küçük bir saldırganlık bile göstermemişti, olay kendiliğinden öyle cereyan etmişti). Ne var ki bir hafta sürdü bu saltanat, tekirler yeniden iktidarı ele aldılar ve iki ay boyunca Şeker’e dünyayı dar ettiler. Oryantasyon ancak Kalkan’daki büyük bahçeli evde başarıyla sonuçlandı. Yine de hiçbir zaman fazla bir muhabbet olmadı aralarında, dehşet dengesi gibi bir ilişkiydi…
Kalkan’da yedi yıl çok güzel bir hayat yaşadılar. Sersem ve Sepelek 2015’te, o tarihten bir yıl önce taşındığım İzmir Urla’ya bağlı Özbek köyünde hayatlarını kaybettiler.
Şeker, 2015- 2018 arasındaki evlilik dönemimle birlikte kalabalık ailenin tadını da aldı. Güzin ve Cem onu sevgiye boğdular, geceleri ya birinin ya öbürünün göğsünü mekân tutuyor, saatlerce uyuyordu. Tabii o sınavdan da başarıyla çıktı: Asla şımarmadı.
İnsanın üzerinde yarattığı sevgi o kadar yoğun ve gerçekti ki, hayatı onunla paylaşan bir baba-kız aralarında şöyle konuşabilir ve bundan iki taraf da herhangi bir alınganlık peydahlamazdı:
Eylül: “Baba, sana bir şey söyleyeceğim ama alınma lütfen: Şeker’den ilk defa bu kadar uzak kaldım ve anladım ki onu senden daha çok özlüyorum.”
Ben: “Bunda alınacak ne var kızım, gayet iyi anlıyorum seni; ayrı kalınca ben de Şeker’i senden daha çok özlüyorum.”
Şeker, benim güzel kızım 17 yıllık bir beraberliğin ardından dün sabah veda etti bana. 17 yıl önceki doğum sırasında olduğu gibi, yanına uzanarak, başını okşayarak yolcu ettim onu bu dünyadan.
Herkesin kedisi kendine “şeker” tabii, fakat bence ondan daha Şeker’i yok.