Bu Haziran dünyanın önde gelen futbol organizasyonlarından UEFA Euro 2020 ve Copa America 2021 ayı. Futbolseverler mest durumdalar. Geceli gündüzlü günde beş maçla başladı, şimdi şimdi ikiye düştü. Daha ne olsun! Salgına rağmen Avrupa tribünleri dopdolu. Ortalama yirmi bin taraftar stada giriyor. Bilet fiyatlarıysa yüz avrudan başlıyor (avru diyorum çünkü her ülke, bu para birimini Avrupa kelimesinin ilk dört harfine göre seslendiriyor: oyro, egro, öro, yuro…). Avrupa’daki maçlarda taraftar sayısı teminat altına alınmış. Yani ülkeler taraftar sayısını garanti etmişler. Amerika’da ise tribünler bomboş. Belli ki salgın endişesi orada hala yüksek. Gözüme çarpan diğer bir fark da UEFA’nın ekranlarda kullandığı hurufat (fontlar) çok resmi, dümdüz, adeta disipline edilmiş iken Amerika’nınkiler cıvıl cıvıl, kıpır kıpır, rengarenk. Formalar da cabası.
Halkçı ve eşitlikçi yönü yanında futbol aynı zamanda hep iktisadi bir faaliyet oldu. Bunu artık bizim mahalledeki küçük çocuklar bile biliyor.
Futbol, tarihçinin söylediğine göre kapitalizm ve onun ürünü işçi sınıfıyla doğdu; bir müddet sınıf mücadelesinin içinde de yer aldı. Yaygınlık kazanmasıyla her yerde ve herkes tarafından oynanır oldu. Meşin bile olmadan hatta küre bile olmasına gerek bulunmadan küçük bir koli dahi “top” yerine kullanılıyor ve maç yapmaya yetiyor. Ne pota, ne file, ne direk ne de başka bir şey. İki taş, tek kale maç!..
Bugünse futbol büyük bir sanayi: kapitalizmin atar damarlarından biri, para basma ve aklama makinesi (Chelsea’nin patronu Rus Abramovich’in 2004 yılında transfer ettiği Drogba ve Essien’e toplamda 50 milyon avru ödemesini hatırlayalım).
Futbol Sanayii: hem de bacasız!
Futbol ekonomisi bu sene dünyada yüz elli milyar avru yaptı. Avrupa’daysa sadece ilk otuz takımınki otuz milyar avru hacminde oldu. Bu nasıl ekonomi? Nasıl oluştu? Çok sebebi var. Hepsini sayıp dökemem, sıkılırım. Eğlenceli olan birkaçına değineyim.
Taraftarlar sahada insan zekâsı görmek ister ve bu zekânın yaptıkları ile coşar. Futbolun aslı esası budur. Gol olursa ne ala. Taraftarı coşturan sahadaki zeka ise bireysel yetenek ve azimle birleşince müsabaka şölene döner.
Ama her takımda yüksek zekalı ve üstün yetenekli-azimli futbolcu yok. Peki bu takımlar rekabet için, taraftarın ilgisini daim kılmak için ne yapıyorlar? Onlar da beslenme ve sağlık-“sakatlık” uzmanları, spor bilimcileri, futbol psikologları ve fizyologları aracılığıyla takımı teknik, kondisyon ve teknolojik yönden güçlendirmeye çalışıyorlar: 90 dk. özelliğini kaybetmeyen ve kalecileri yanıltan toplar, futbolcunun sahadaki görev yerine nazaran farklı üretilen kramponlar, sıcakta vücut hararetini azaltmaya, soğukta yükseltmeye yarayan formalar, performans arttırıcı ‘uyarılmış konuma’ çıkarıcı bilimsel tedbirler ve daha birçok önlem… Kısaca Avrupa’da birçok takım artık gittikçe Almanlaşıyor. Süper futbolculardan ve parlak şöhretlerden yoksunlar. Çok şükür ki Avrupa’nın dışında Arjantin’den, Brezilya’dan, Afrika’dan zeki ve yetenekli oyuncular çıkmaya devam ediyor. Toplumsal örgütlenme farkları sayesinde tabi. Bunlar da Almanlaşan Avrupa takımlarının menajerleri tarafından avlanıyorlar, devşiriliyorlar ve yeniçerileştiriliyorlar. Örneğin Fransa, Cezayir mahallesinden çıkan Zidane’ı bu yolla devşirmişti. Barcelona da Messi’yi Rosario’da (Arjantin) büyüme hormonu eksikliğini tedavi ettiremeyecek kadar parasız halde iken bulup yeniçerileştirdi. Neymar, Muhammed Salah hepsi böyle. Bizde de hatırlayalım ilk topçu transferini Fatih yapmıştı: Urban. Ne topçuydu ama, hatırlayan kalmadı tabi.
Gösteri sanatı futbol
Bu ekonominin oluşmasında futbolun çekici bir show olması da önemli bir sebep. Başlangıçta böyle değildi. Zamanla gösteri futbola da yansıdı: hatta futbol uluslararası ve/ya iç siyasetin araçlarından biri haline geldi: makro-mikro milliyetçi rekabet sahaya yansıdı (“milliyetçi” topçular sahada savaş meydanındaki gibi kıran kırana mücadele ediyorlar ya da milliyetçi taraftarlar -topçu profesyonel de olsa- olayı böyle algılıyorlar).
Futbola gösteri sanatı dedim. Gerçekten kendine has koreografisi var, sahnesi var, müziği var, dağıtılmış rolleri var, tragedyası var, kader dönüp dolaşıyor, hüzün saçarken birdenbire sevinç dağıtıyor, hatta Janus’u var, var da var! Tamamen kendiliğinden gelişen (spontane) veya önceden çalışılarak tekrarlanan zıplama, kayma, çalım, gol sonrası toplu veya tek başına ayin tarzı kutlamalar ya da gol kaçınca ortaya çıkan efkarlı bakışlar, üzüntüler ve daha yüzlerce figür koreografisini oluşturuyor. Formalar, kramponlar, kostümler, tribünlerin süslenmesinde kullanılan flamalar, bayraklar, şapkalar, makyajlar, konfetiler, meşaleler, ışıklar, çıplak seyirciler sahneyi kuruyor. Tribünlerin besteleri, marşları, davulu, vuvuzelası, şakşakı, taktakı, tezahüratı, müziğini inşa ediyor. Oyuncuların, teknik ekibin, tribünlerin ve hakemlerin karşılıklı sinirlenmeleri, bağrışmaları, yumruklaşmaları, tartışmaları, kavgaları da rolleri teşkil ediyor.
Kim demiş erkekler sahne sanatını sevmez diye! İşte böyle sulandırıp biraz da vahşileştirince bal gibi oluyor! Hatta bu tiyatronun seyircisinin çoğu televizör (televizyon cihazı demek lazım ya da Türkçe söylemek isterseniz, uzakgösteren gibi saçma bir karşılık da bulabilirsiniz!) karşısında mest oluyor! Yerküre tek yürek olup ekran içine sığıyor.
Futbolu seven kadınlar da var, olmaz mı! Öyle ki kendi düğününde taraftarı olduğu takımın formasını gelinliğinin üzerine geçirmiş, takımının marşını hem imza töreninde hem de halayında tekrar tekrar çaldıran çılgın kadınlar!
Neden futbol bu kadar etkili?
Futbolun diğer gösteri sanatlarından ve müsabakalardan çok büyük bir farkı var: Futbol milyarlarca varyasyona ve varyanta sahip. Ulusal mücadele her sene, uluslararası olanıysa iki senede bir sil baştan yeniden başlıyor. Ama hiçbir zaman kendini tekrar etmiyor. Futbolun kendini tekrar etmemesi ayrıca bireylerde ve toplumlarda birikmiş olan menfi enerjiyi her sene yeniden emebilmesine yarıyor.
Futbol tek cümle ile toplu terapi. Stadda veya televizör karşısında kitleler bu terapinin içinde etkin rol alarak ilkel ve vahşi sevinçlerini, heyecanlarını ve öfkelerini hızla tüketiyorlar, menfi enerjilerini boşaltıyorlar ve kapitalizmin kendilerine ertesi gün sunduğu günlük mücadelelerine hazır hale geliyorlar. ‘Akşam ne maçtı o ya öyle! Ne eğlendik, ne heyecanlandık, ne çoştuk!’ (O sırada bankoda birikmiş yüzlerce preformayı kontrol etmektedir iki bankacı).
Futbol mücadelesi bitmek tükenmek bilmeden devam ediyor, nesiller çürüyor toprak oluyor ama takımlar baki kalıyor. George Orwell’ın dediği gibi ‘Spor ateşkesi olmayan bir savaştır.’
Burgazada’daki bahçemde yumurtadan yeni çıkan, anası ölmüş martı yavrusu ciyaklıyor, ben kaçar! Akşama maç var!