Yılbaşının da araya girmesiyle uzayan hafta sonu tatilinde okuyacak bir hatırat bulmak umuduyla kitapçıya girdim. Niyetim çok ağır bir konuya dalmak değildi; yeni yılın esprisine uygun olarak biraz yumuşak biraz şahsi öyküler bulmaktı. Lâkin niyet ile akıbet bir olmuyor her vakit. Rafların arasında dolaşırken bir kitaba rast geldim. Aldım, arka kapak yazısını ve önsözünü bir solukta bitirdim. Sert bir kayaya rast gelmiştim.
Emirali Yağan tarafından kaleme alınan ve “Dersim Defterleri: Beyaz Dağda Bir Gün”* adını taşıyan kitap, Cumhuriyet tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan 1938 Dersim Tertelesi’ndeki en kanlı günlerden birini ele alıyor (tertele: büyük hengâme, kargaşa, kıyım). Kitlesel kıyımın tepe noktasına çıktığı 15 Ağustos 1938 gününün dehşetini, bizzat o günü yaşayan 14 tertele tanığının ve 11 ikinci kuşaktan aktarıcının anlatımlarıyla gözler önüne seriyor.
Yağan, bu kitap için ciddi bir çaba sarf etmiş. Daha öncesinde kafasında demlenen bu konuyu yoğun olarak 2006 yılından itibaren çalışmaya başlamış. Tanıkları bulmak ve tanıklıkları kayda almak için, ülkeler ve şehirler arasında mekik dokumuş. Salt anlatımlarla da yetinmemiş, arşive girmiş. Konuya dair araştırmalar, fotoğraflar, dokümanlar ve resmi belgelerle, o lanetli günü deşifre etmeye çalışmış. Nihayetinde yedi yıllık bir emeğin ardından kitap 2013’te tamamlanmış.
“Koyun niyetine tek tek boğazlanmak”
Şiirsel bir dili var kitabın. Ama bu şiirsellik gerçeğe gölge düşüren bir nitelik taşımıyor, aksine o gerçekliği güçlendiriyor. Geçmiş ile bugün arasında kurulan köprüler, o zalim gerçekliği daha iyi anlamamızı, ona daha fazla nüfuz edilebilmemizi sağlıyor.
Tertele tanıklarının her biri bir diğerinden daha trajik anılarını okuduğunuzda içiniz kuruyor, nutkunuz tutuluyor. Devletin sözüm ona “medeniyet götürmek, ağalığı ve beyliği tasfiye etmek” gayesiyle düzenlediği operasyonlarda döktüğü hesapsız kan sizi nefessiz bırakıyor.
“1938 yılı resmi verilerine göre 13,806, döneme tanıklık edenlerin parmak hesabına göreyse bu rakamın mislince insanlar kafileler halinde kurşuna dizildi, süngüden geçirildi, koyun niyetine tek tek boğazlandı alenen.” (s. 18-19)
İnsanın insana edebileceği kötülüğün bir sınırı olmadığını bir defa daha kafamıza dank ettiren tanıklıkların tümünü burada anlatmanın imkânı yok. Ancak birkaç örnek, nasıl bir dehşet tablosu ile karşı karşıya bulunduğumuzu idrak etmeye yeter. Tertele esnasında “duvağını henüz başından indirmemiş taze gelin” Besê ile ablası Saysenem’in kara yazgıları bunlardan biri.
“Yabaniler geliyor”
Besê (Beser) Dalga, 1938’in yaz başlarında davullu zurnalı bir düğünle evlenir. Gerdek gecelerinin sabahı Hozat alayı, Beyaz Dağ’a bir çadır kurar. Felâket habercisi gibidir bu çadır; zira geçen yıl aynı alay yakın bir yere çadır kurmuş, köylülere haber yollamış, kimin elinde ne kadar silâh varsa gelip alaya teslim etmesini emretmişmiş. Çadır kurulunca herkes işi gücü bırakmış, başına gelecekleri bekler olmuş.
Fazla beklemeleri gerekmemiş. Askerler, köye giriş çıkışlara ve sürülerin meralara çıkarılmasına yasak getirmişler, hayatı durdurmuşlar. Köyün aile reislerini de alaya çağırıp sopa altına yatırmışlar ve onlardan olmayan silahlarını getirmelerini istemişler. Yakın köylerden gelen silah sesleri ve dağın ardından yankılanan top sesleri de, yaklaşan kıyameti haber vermekteymiş.
Kadınlar ve kızlar korku içinde birbirlerine sokulurken, erkekler tedbir olsun diye geceleri köyden uzakta kalmaya başlamışlar. Besê ve ablası Saysenem de, sabah sıranın kendilerine geleceği endişesiyle çardaklarında yatmaya uzanmışlar. Uyku ile uyanıklık arası bir haldeyken Besê, beşikten bebeğini kapmaya çalışan ablası onu telaşla dürtmüş ve acilen üzerine bir şeyler alıp evden çıkmasını söylemiş. Köylülerden birinin “Yabaniler geliyor!” diye haykırmasının ardından herkes can havliyle kendini dışarı atmış.
Çocuklarını kapan ormana kaçmaya başlamış. Önde kucağında bebesi Saysenem ve arkasında Besê ardlarına bakmadan evlerini terk etmişler. Kayalıkların dibinde saklanırken, “yabaniler”in kim olduğunu görmüşler: Önde süvariler ve peşlerindeki başıbozuklar. Yabaniler saklandıkları yere yaklaşmaya başlarken Saysenem’in kucağındaki bebek ağlamaya başlamış.
“Askerler çok yakınımızdaydı. Üç-beş adım daha atsalar tepemize binecekler! Saysenem ne yapacağını bilemedi. Memesini bebesinin ağzına bastırdı, yarı gövdesiyle kapandı üstüne. Anne-kız bir süre öyle soluksuz bekledi… Arkadan bir çift el Saysenem’i sırtından bastırdı. Saysenem doğrulduğunda bebeği ağlamıyordu artık. Ama o sırada dere boyundaki tarlalardan öylesine çığlıklar, feryatlar yükseliyordu ki, sanırdın gök yırtılacak. Bizim bu tarafa yönelen askerler, kadının kızın canhıraş çığlıklarla çığrıştırdığı o yöne doğru koşturdu. Dilsiz hıçkırıklarla sarsılan Saysenem, gözyaşlarıyla ölü bebeğin yüzünü yıkıyordu.” (s. 153)
“Küçüğün dili yoktu, kaderine razı geldi”
Yanındakilerinin hayatını kurtarmak ve onların askerlerin eline düşmesini önlemek için evlâdından geçen Saysenem’in hayatı kararır. Deli divane dolaşır, derelerde saçını başını yolar, acıyla övdüğü bağrını çürütür. Sonunda kendi canından da olur. İmtihanlar ağırdır; Saysenem kendi evladı ile diğerleri arasında kalırken, Demananlı bir anne ise kendi çocukları arasında bir ölüm-kalım seçimi yapmaya mecbur kalır.
İki çocuğuyla kaçamayacağını anlayan anne, taşımakta zorlandığı büyüğünü bırakıp küçüğüyle yola düşer. Geride bıraktığı kız çocuğunun göğü delen “Anne, beni niye bırakıyorsun?” figanı karşısında dayanamayınca döner, onu kapar, küçüğünü bırakır. Kendisine niye büyüğünü bırakıp küçüğünü yanına alıp kaçtığını soranlara verdiği cevap yürek dağlar:
“Büyüğü arkamdan ağladı, ağlamasına dayanamadım. Küçüğünse dili yoktu, o kaderine razı geldi.” (s.243)
“Kızlar ayakta durun!”
O meşum devirde kadınlar ölmekten ziyade askerlerin eline düşmekten korkuyorlar. Ölümün üzerine gözü kara bir şekilde gitmeleri bundan. 1938’de 13 yaşında olan ve o günden beri sırtında bir kurşun ve iki süngü izi taşıyan Melek Akgündüz, makineli tüfekler önlerine getirilip serildiğinde, bir nenenin ağlayıp dövünen kadınlara bağırdığını anlatıyor:
“Kızlar, ayakta durun! Bugün İmam Hüseyin’in günüdür! Ağlamayın! Son duanızı edin! Çocuklarınızı arkanıza alın! Yere çömelmeyin! Hepimiz ayakta ölelim! Çocuklarını arkanıza alın! Yere çömeltin! Ayakta durun! Varsın çocuklarımız ağırlığımız altında ölsün! Bu zalimlerin süngüleri masumlarımıza değmesin!” (s. 60)
Kadınlar gerçekten öyle yapıyorlar. Kurşuna dizildiklerinde kendilerini çocuklarının üzerine deviriyorlar. Süngülendikleri sırada kadınlar çocuklar üzerinde kol kanat geriyorlar. Kadın cesetlerinin yığını altından sağ ve yaralı çocukların çıkmasının nedeni bu; Melek de bu çocuklardan biri.
“Erkeklerimiz yere sermişler sıra bize gelmiş artık! Askerlerin bazıları aramızdan birkaç kadını, kızı öteberiye çekiştirmeye başladığında, kadınlar, kızlar hep birlikte öylesine çığlıklar attılar ki, biz çocuklar kaskatı kesildik. Kurşun değse akmaz diyeceğim ama askerler aramızdan geri çekilip yaylım ateşe başladıklarında ve büyük küçük herkes tırpan yemiş gibi yerlere serildiğinde oluk oluk kan aktığını gördüm. Yerde can çekişenleri süngülemeye başladıkları sırada ben hâlâ ayaktaydım…
“Bir zaman sonra kendime geldiğimde baktım ki, ölülerden sızan kan sel olmuş, kengerleri sürüklüyor. Yanı başımda ablam ve annem, kardeşlerim hareketsiz yatıyorlardı. Annemin kafatası paramparçaydı. Ablamın göğsünde kocaman bir delik açılmıştı.” (s. 60-61)
Melek, annesinin yanında kardeşi Ali Haydar’ın soluk aldığını görür. Yaralı olduğunu unutur, kuvvet gelir kendisine, ayaklanır, kardeşini kan deryasının içinden çıkarır. Henüz 1.5 yaşını görmemiş kardeşinin vücudunda 14 yara sayar. Ölüm tarlasından çıkarlar ama güç bela vardıkları mezralar onlara “Askerleri buraya çekersiniz” diye barındırmazlar. 13 yaşındadır, yaralıdır, olmadık yerde bayılır, kardeşiyle tepetaklak yıkılır, her kendine geldiğinde sağ olan kardeşini sahiplenir. Büyük badirelerden sonra kendini bir mağaraya atar,ama artık bebeğin takati kalmaz.
“Arı gibi bir vızıltı çıkarıyor, kucağıma aldım, saniye geçmedi gözlerini yumdu; bir daha da açmadı.” (s. 65)
“Sabahlara uyanan yoktu”
Medine Öztan da, Melek gibi, cesetlerin altından sağ çıkanlardandı. Kıyım gününde 4-5 yaşında olduğunu söylüyor.
“Çalılıkların önünde bizi birkaç sıra halinde yan yana dizdiler. Karşımızda ne olduklarını ne işe yaradıklarını bilmediğim şeritli makineler kurulu… Aklım olacaklara ermiyor… Ablam beni göğsüne bastırmış gözyaşı döküyor. Ne olduğunu anlayamadım, birden ablamın kafası uçtu, birlikte yere yığıldık. Ablamın ağırlığı üzerime bindi. Ağırlığı altından kurtulmak yerine tırnaklarımla toprağı kazıyor, yerin dibine girmeye çabalıyorum. Üzerime ablamın ılık kanı boşalıyor. Ben habire toprağı tırnaklıyorum. Toprağın altına girmek için cebelleşirken kendimden geçmişim. Uyandığımda ablam üzerimden yana kaymıştı. Belki de biri onu üzerimden yana devirmişti bilmiyorum.
“Ayağa kalktım. Üstüm başım kan içinde. Dönüp ablam baktım, kafatasının yarısı yoktu. Korkunç görünüyordu. Biraz öteye gidip bir kenara çömeldim. Etrafta askerler yoktu. Kadınlar, çocuklar üst üste atılmış odun yığınları gibi kasılı yatıyorlardı. Her birinin gövdesi kolu bacağı bir ötekinin altındaydı. Ötede beri de tek başına düşenler vardı. Anneme baktım, yığının kıyısında hareketsiz yatıyordu. Küçük kardeşim Efendi ve Xıdır henüz sağdılar. Kardeşim Xıdır küçücük bir bebekti. Annemin göğsünden yana kaymış, yerde çırpınıyordu.” (s. 103-14)
Medine çocuktur, ölümü tanımaz, cansız bir şekilde önünde yatan annesinin ve ablasının uyanmasını bekler. Kardeşleri inler ağlar, onlara ne yapacağını bilmez. Önce Xıdır’dan sonra Efendi’den ses kesilir, üçüncü günün sabahında artık hiç kimse uyanmaz olur. Geceleri gulyabanileri görmemek için yüzünü annesinin kefiyesi ile örter, sabahları uyandığında kendisinden başkasının uyanmamasına şaşar. Taş, toprakla oynar, kızgın güneşin altında susuzluktan baygın düşer.
Sonunda babası bulur onu, viran olmuş damlarına götürür. Kederi o kadar derindir ki, kızının üstünü başını yıkamayı düşünemez. Medine, günlerce üstünde silme kurumuş kanla dolaşır. Sonra babası yıkıntıların altında bir kazan bulur ve kızını yıkayıp üzerinden ölülerin ve kan kokusunun ağırlığını kaldırır. Olanlara bir türlü akıl erdiremez Medine:
“O nasıl günler, nasıl gecelerdi ki, sabahlara uyanan yoktu.” (s. 105)
Defterleri aralamaya devam edeceğiz.
(*) Emirali Yağan, Dersim Defterleri: Beyaz Dağ’da Bir Gün, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul.