Herkesin bildiği basit gerçeklerle başlayalım: İnsanlık tarihi, devletler tarihine mukaddemdir. Yani insanlık için henüz devletin olmadığı bir zaman dilimi mevcuttur. Ama zamanla insan toplulukları arasında bir düzenin oluşması ve bu düzeni sağlayan hukukun korunması ihtiyacının görülmesiyle, gücün kendisinde temerküz ettiği ve düzenin sağlanması için gerektiğinde şiddet kullanma yetkisi de verilen devlet adlı tüzel kişilik bu şekilde oluşmuştur.
Lâkin gücün yozlaştırıcı bir etkisi de mevcuttur. Güç edinen, bunu mutlaklaştırma, dolayısıyla gücün kullanım alanını belirleyen ve sınırlayan ölçü ve ilkeleri yok sayma eğilimi içine girebilmektedir. Dolayısıyla devletin, daha doğru ifadesiyle ‘devlet’ adına güç kullanma yetkisine sahip kişilerin, hukuk içinde kalmaları için hem dengelenmeleri hem de denetlenmeleri gerekir. Bir denge ve denetleme mekanizması sözkonusu olmadığında güç doğru şekilde kullanılmaz, zulümlere ve istismarlara yol açar, en sonunda gücü kullananları dahi mahveden bir canavara dönüşür.
Çok farklı ‘devlet’ ve ‘yönetim’ tecrübelerinin de ışığında demokrasi mevcutlar içinde insanlık için en iyi ve en uygun yönetim biçimi olarak belirmişse, bu, onun kusursuzluğu sebebiyle değil, başka özelliklerinin yanında denge ve denetlemeyi de diğer seçeneklere kıyasla daha iyi şekilde başarması sebebiyledir.
Çoğunluğa dayalı olmak bir devleti ‘demokratik’ yapmak için yeterli değildir; demokrasi, çoğulculukla gerçekleşir. Bu ise, azınlığın da hukukunun teminat altına alınmasını gerekli kılar. Ancak bu sayede, çok farklı yelpazeleri temsil eden kişi, oluşum ve eğilimler kendi görüş ve tercihlerini özgürce müzakereye açabilir ve denge ve denetleme kanallarının böyle bir müzakere zemininde gerektiği şekilde açık kalmasıyla hem karar alma hem uygulama sürecinde gücü elinde tutanlar dengelenir ve denetlenir. Güçlü bir sivil toplumun varlığı ve kamusal alanda bütün renklerin ve seslerin temsilini mümkün kılan bir özgürlük ortamı bu sebeple kritik önemdedir. Güçlülerin sesi her rejimde işitilir, ama en zayıfları dahil herkesin sesinin ve sözünün duyulması ancak demokrasilerde mümkün olur. ‘Kamuoyu’ dediğimiz olgu böylece zuhur eder; ‘ortak akıl’ yahut ‘ma’şerî vicdan’ denilen olgu da böyle bir zeminde gerçekleşir.
Ancak, sivil toplumun bütün renkliliği, çeşitliliği ve çok sesliliği içinde ortak aklın ve ma’şerî vicdanın işlemesiyle dengelenen ve denetlenen ‘devlet’in de eli boş değildir. Devlet gücünü elinde tutanlar bir an önce kendi istediklerini yapmak için başına buyruk olmak, hesap vermemek, kendisini hukukun üstünde görmek, gücü keyfince kullanmak eğilimi içindedir; ve ortak aklın karşısına ‘devlet aklı’nı, ma’şerî vicdanın karşısına ‘hikmet-i hükûmet’i koyarak kamuoyunun denge ve denetleme yeteneğini bertaraf etmeye çalışır.
Bu kadarla kalmaz, daha fazlasını da yapar. Kendisini denetleyen güçlü bir sivil toplumdan hoşnut olmadığı için, sivil toplumu da biçimlendirmeye, manipüle etmeye çalışır; tek sesliliği başaramadığı yerde, ‘çok sesliliği’ kakafoniye dönüştürmek üzere provokatif işlere girişir. İşte burada, ‘sivil görünümlü devlet unsurları’ diyebileceğimiz aparatçikler ortaya çıkar. Baksanız, karşınızda bir sivil toplum unsuru vardır; ama bu görünüşte ‘sivil’ oluşum gerçekte devletin sivil toplum içindeki uzantısı, gözü veya eli mesabesindedir. Bu şekilde devlet nezdinde ‘makbul’ dernekler, vakıflar, cemaatler, fikir akımları, eğilimler, kişiler, kimlikler olgusu çıkar karşımıza. Devleti yöneten unsurları temel ilke doğrultusunda dengeleyip denetlemek yerine, toplumu devletin istediği yöne, yönelime kanalize etmeye çalışan; devletin dediğinin sorgusuz ve hesapsız bir şekilde tahakkuk etmesi için, sivil toplumun denge ve denetleme yeteneğini devre dışı bırakmayı amaç edinen oluşumlar…
Öte yandan devletin, gücü elinde tuttuğu için havuç ve sopa, ödül ve ceza mekanizmalarını kullanarak ortak akıl ve ma’şerî vicdana dayanarak toplum nezdinde kazandığı itibar ve oy ile devleti yönetme yetkisini edinenleri kendi lehine ‘devşirme’ gücü de vardır. Millet için devleti yönetmeye talip olarak yola çıkan niceleri, ister atamayla göreve gelen bir bürokrat, ister seçimle gelen bir siyasetçi olsun, sonunda ‘devlet’ adına millete tahakküm eder hale bu şekilde gelir. Ortak akıl adına devleti ele geçirdiğini sananlar, devlet tarafından ele geçirilir çoğu kez. Ma’şerî vicdanın yanlış dediğine ‘hikmet-i hükûmet’ gerekçeleriyle doğru demeye başlamışlardır; haksızlığa adalet kılıfı giydirme, güç mantığıyla giriştiği eylemi hak ve hukukla açıklama gibi manzaralar bu şekilde zuhur ederler.
İş bu kadarla kalıyor da değildir. Devlet, elde edemediği veya ele geçiremediği sivil unsurlarda yine de eli, gözü ve dili bulunsun ister. Baksanız, meselâ aynı sivil toplum kuruluşunda yahut düşünce ekolü veya aynı cemaat içinde omuz omuza çalışan kişiler görürsünüz; ama onlardan bazıları gerçekten sivil, bazıları ise ‘sivil’cedir. Nasıl dernekler, vakıflar, cemaatler, düşünce ekolleri, şu-bu arasında devlet nezdinde makbul ve muteber olanları varsa, devletin makbul ve muteber görmediği oluşumlar içinde dahi devlet nezdinde müsaadeye ve kabule mazhar kişiler vardır. İlgili oluşumda herkes kendi sesiyle var olduğunu sanır, ama bazıları devletin sesi olarak oradadır.
İşe bu açıdan bakıldığında, satıh üstünde görünenden tamamen farklı bir manzara çıkar karşımıza. Toplum denilen her renge ve her sese açık bütün içerisinde kendisini siyasî görüş, ideoloji, inanç, düşünce, mezhep, yelpaze, etnisite, sınıf vs. açısından diğerlerinden ayrıştıran insanlar, gerçekte asıl keskin ayrışmayı kendisiyle aynı görüş, ideoloji, inanç, düşünce, mezhep, etnisite veya sınıf içerisinde gördüğü bazı kişilerle yaşamaktadır. Aynı mecradadırlar gerçi; ama bazıları kendi sesiyle oradayken, bazıları devletin sesi olarak oradadır; bazıları doğru veya yanlış kendi görüşünü içtenlikle dillendirirken, bazıları ‘resmî görüş’ adına oradadır.
Ne dediğimizi, Türkiye manzarasına uyarlayarak, biraz daha açalım: Türkiye toplumunda kişiler etnisite, din, mezhep, meşrep, siyasî yelpaze, ideoloji, hayat tarzı, sosyal sınıf üzerinden kimlik tanımı yaparlar esasen. Kendileri için de kendileri dışındaki kişiler için de bu böyledir. Böylesi bir tanımlama, ilk elde, zihinde basit bir kümelendirme ile ‘aynı’ları aynı yere, ‘başka’ları ayrı yere yerleştirme sonucunu getirir. Buna göre kişiler sağcı-solcu, müslüman-gayrimüslim, Türk-Kürd-Laz-Çerkes, Alevî-Sünnî, dindar-seküler, zengin-fakir, aristokrat-avam, okumuş-cahil, Kemalist-anti-Kemalist, muhafazakâr-devrimci, milliyetçi-evrenselci, ferdiyetçi-toplumcu, gelenekçi-modernist diye uzayıp giden ve kendi içinde kombinasyonları olan kümelerde konumlanırlar. Kendilerine de başkalarına da böyle bakar kişiler. Son tahlilde, bu tanımlara da sığmayan, belki ülke içindeki insan sayısı kadar çeşitli bir kimliklendirme kombinasyonu çıkar gerçekte karşımıza. Ama kaba hatlarıyla görüntü bu şekildedir.
Bu çeşitlilik, esasen, kendi içinde bir kıvam bulma, ortak aklın oluşması ve ortak iyinin bulunması sürecinde zahirde birbiriyle çelişme ve çatışma içinde görünse de birbirini besleme potansiyeline sahiptir. Yeter ki herşey kendi seyrinde cereyan etsin. Lâkin insanları ‘olduğu gibi’ kabul etmek yerine, ‘olmalarını istediği gibi’ biçimlendirmeyi iş edinen devlet aklı burada da devreye girer; ve bu farklılık görüntüsü içinden kendi istediği neticeyi hasat etme gayretine girişir. Böylece sivil topluma devlet nüfuzu ve sivil görünümlü devlet unsurları hesaba katıldığında, bütün bu ayrışmaları aşan ve sözkonusu kimlik kombinasyonları içinde her kombinasyonu görünmez ama keskin bir çizgiyle ikiye bölen yeni bir kümelenme karşımıza çıkar: sivil görünümlü-gerçekten sivil, devletin güdümünde-bağımsız, devletçe makbul-devletçe gayrimakbul…
Vâkıa budur. Bu ülkede devlet nezdinde makbul Türkler var, devletçe gayrimakbul Türkler de var. Makbul Kürtler, makbul olmayan Kürtler; makbul solcular, gayrimakbul solcular, makbul-gayrimakbul sağcılar, Müslümanlar, gayrimüslimler, dindarlar, sekülerler, milliyetçiler, sosyalistler, liberaller, şu-bu derken, bu liste uzayıp gider. Her eğilim, her renk, her ses içinde ‘kendisi’ olarak, sivil inisiyatif ile orada olanlar vardır, bir şekilde sırtını devlete dayamış olarak veya devlete göz kırpar halde orada olanlar da vardır. O kadar ki, meselâ görünürde devlet her zaman ‘ülkücülere’ arka çıkar gözükmekle birlikte ‘devlet ülkücüsü-sivil ülkücü’ diye bir ayrıştırma yapmak dahi mümkündür; keza, görünürde Kemalist kökenleri ve laik niteliği itibarıyla devlet tarikatlara karşı mesafeli gözükmekle birlikte özü itibarıyla sivil nitelikli olması beklenen tarikatlar içerisinde ‘devlet tarikatı’ diyebileceğimiz özel müsaadeye mazhar oluşumlara rastlamak da… Ve her aidiyet kümesi içinde, ait olduğu yapıyı ‘devlet aklı’nın, ‘hikmet-i hükûmet’in peşine düşerek etkilemeye ve dönüştürmeye çalışanlar sözkonusudur.Özgür bir müzakere zemininde kamuoyunun denge ve denetlemesinin en ziyade gerekli olduğu konularda farklı yelpazelerin neredeyse hepsinin devletin durduğu yerde hizalanması, çok sesliliğin asıl olduğu kamusal alandan kritik anlarda hep tek bir sesin yükselmesi, biraz da bu olgunun ışığında okunmalıdır. Türkiye toplumunda devletçiliğin, bütün farklılıkların üstünde bir ortak ideolojik duruş olarak tezahür etmesinin bir sebebi de bu olsa gerektir.
Bu çerçeveden bakıldığında, toplum içindeki görünürdeki çeşitliliğe ve kendi halinde bırakıldığında dengesini bulan ayrışma ve hatta çatışma manzaralarına karşı, Türkiye toplumunda asıl ana gerilim ve mücadele çizgisi, ‘devletçi olmak ve olmamak’ şeklinde beliriyor. Devlet dediğimiz ortak tüzel kişilik adına gücü elinde tutanlar veya ele geçirenler bu gücü hukuku paranteze alarak kullanmaya her zaman yatkın iken, nihai çizgimizi güçten mi, haktan mı yana çiziyoruz? ‘Devletin selameti’ adına kişilerin hukuku ihmal edilebilir diye mi görüyoruz, yoksa ‘hak haktır, tek bir kimsenin hakkı dahi ihmal edilemez, yok sayılamaz ve çiğnenemez’ hassasiyetini mi taşıyoruz? Ma’şerî vicdanda karşılığı olan temel hukuk ilkeleri mi zihnimizde ‘hikmet-i hükûmet’in sınırlarını belirliyor, yoksa ‘sözkonusu devlet ise herşey teferruat’ mı oluveriyor?
Velhasıl, bir tarafta güce yaslanan ve toplum nezdinde de nüfuz alanları üzerinden cemaatleri, oluşumları, kişileri zihniyet planında biçimlendiren otoriter bir eğilim mevcut; öte yanda kamuoyunun, ortak aklın, ma’şerî vicdanın devreye girmesiyle devleti hukuk ve adalet çizgisinde tutmayı, devletin ona tanınan ‘şiddet kullanma’ hakkını ayrım gözetmeden eşit, adil, doğru şekilde kullanmasını mümkün kılmayı (meselâ dini, dili, rengi, kökeni, fikriyatı hoşuna gitmiyor diye masumu ceza ile tehdit etmekten de, nezdinde makbul çeteler edinmekten de uzak durmasını sağlamayı) hedefleyen bir eğilim…
Yazık ki, bu ikincisi daha zayıf durumda; ve yazık ki söylem itibarıyla bu ikincisi içinde gözükmekte birlikte kendi ‘mikro iktidar’ alanında ‘devlet gibi’ davranmaktan çekinmeyen oluşumlar da mevcut.
Ama bir husus açık ve net: Sağ-sol, dindar-seküler, şu-bu ayırmadan aynı çizgide hizalanabilen otoriter eğilimlere karşı sivil toplumun denge ve denetleme işlevini gerçekleştirmesinin kritik önemini farkeden özgürlükçü demokrat damarın, ‘sözkonusu devlet ise’ hukuku paranteze aldırmayanların, insanı devlete ait görmeyip devletten insana ve haklarına saygı isteyenlerin; kısacası gerçekten ‘sivil’ olanların çok renklilik ve sesliliği teke indirmeksizin birbirinin sesini duyabilmeyi ve bütün farklılıkları ile birlikte ortak iyide buluşmayı başarması gerekiyor.
Bunu söylerken, zaten güçlü olan devletin, bir de müdahil olduğu ‘sivil’ oluşumlar üzerinden gerçekleştirdiği güç tahkimini ve zihin kontrolünü görmezden gelerek ve toplumsal kodlarda zaten mevcut otoriter eğilimi yok sayarak konuşuyor değilim. Ama görece azınlık durumda bile kalsa, son tahlilde yönetenlerin seçimle geldiği ağır aksak bir demokratik işleyişte, böyle bir özgürlükçü eğilim bütün hesapları değiştirme ve otoriter yönelimleri dizginleme gücünü yine de haiz bulunuyor…