Bu öznel bir yaş dönümü yazısı, ama pek çoğumuzda karşılık bulacağını sandığım, umduğum bir paylaşım. Ellisini aşanlar daha fazla empati yapacaklardır şüphesiz, ama herkeste farklı tezahürleri de olabilir.
Ben bir sonbahar çocuğuyum. Okulların açılmasıyla, sere serpe tatillerin bitmesiyle müsemma o çocukluk zamanlarını saymazsak; hep beklediğim, gelmesiyle mutlu olduğum zamanlar olageldi sonbahar zamanları benim. Havanın sakin, doğanın olgun olduğu; bağbozumlarının, hasatların yapıldığı zamanlar. Belki bu olgunluğu, doygunluğu nedeniyle ne çok sonbahar metaforu vardır hayatın içinde de. Sonbahar sadece bir mevsim değildir. Şiirler, romanlar, şarkılar, resimler sonbaharı anlatır; sonbaharın gözünden, dilinden hayata bakılır.
Hayatın da olgun vakitleridir aynı zamanda. Doğanın hasadı gibi hayatın da hasadı var. Ne var elde edilen, elde kalan; dönüp, oturup bakıyor insan en savunmasız haliyle tüm o değiştiremediklerine. Geriye dönük bakışa sığanlar, takılanlar; sübjektif eleklerden süzülüp gelenler bugün yeni gerçekliklerini oluşturuyorlar. Yaşandıkları zamanın duygusundan başka bir tonda yeniden yapılandırılıyorlar. Bugün, bugünkü halimizle yeniden var ediyoruz yaşadıklarımızı. Sonra da buna göre yapıyoruz muhasebemizi. O günün bütün ortamından yalıtarak. Oysa o ortamlar ne kadar belirleyici, ne kadar yüklü. Sözlerin arkasındaki sessizlikler, davranışların altındaki duygular, hareketlerin arka planındaki boşluklar. Onları dikkate almıyoruz değerlendirmelerimizi yaparken. Düşüncelerimizin ardında bir sessizlik alanı var. Zihin o sessiz alanda çalışıyor aslında, duygular da, düşünceler de orada şekilleniyor. Davranışlar da oradan çıkıyor meydana. Boş sandığımız alanlar aslında şekli oluşturuyor. Yine Gestalt geliyor yardıma. Bilenler bilir, psikolojinin bu zengin ekolü, bütünü oluşturan her detayla ilgilidir. Zemini anlamadan, şekli anlamak mümkün değildir Gestalt’a göre. Tıpkı beyaz bir tuvalin üzerindeki resimler gibiyizdir. Nasıl bir resimdeki imgeleri algılamamızı sağlayan arka plandaki boşluklarsa; hayatta da varlığımızı, davranışlarımızı içinde bulunduğumuz ortamlar ortaya çıkarır, anlamlandırır. ‘Sonbahar’ın hatırlattığı muhasebeleri yaparken de, sadece boyanın değil tuvalin de farkına varmak gerekiyor o nedenle. Yalnızca ortaya koyduklarımızı değil, onları var eden arka planları değerlendirmemiz, kavrayışımızı çok başkalaştırıp, derinleştirebiliyor.
Zamanın içinden geçerken kendimize odaklanıyoruz çoğunlukla. Düşüncelerimize, duygularımıza, bizde olanlara. Oysa kocaman bir dünya var geride, fonda akan. Hayat kabına, yatağına göre akan bir nehir gibi şekillendiriyor yaşadıklarımızı. Kaderci bir yaklaşımla, yaşadıklarımızın bizim dışımızda nedenlerle yaşandığını söylemiyorum. Evet, elimizde olmayan nedenlerle yaşadıklarımız vardır şüphesiz, değiştiremeyeceklerimiz. Ama bütünün o gürül gürül akışına, ya da sakin sakin duruşuna dair idrakimiz çok kıymetli. Boşlukları yok sayarsak, sessiz alanları duymazsak ve verdiğimiz tepkileri, duygu – düşüncelerimizi bütünden ayırarak değerlendirirsek, kavrayışımız da sınırlı oluyor. Geniş baktığımızda, bütünün farkına vardığımızda, kendi varlığımızın da anlamı değişiyor. O zaman ancak denizdeki damla olduğumuzu idrak edebiliyoruz. Kendimize şefkatimiz de artıyor. Yalnız olmadığımızı kavrıyoruz. Günlük yaşantılar bizi o sessizlik alanından, tuvaldeki boşluklardan koparınca dertleniyoruz; yaptıklarımıza, yapamadıklarımıza, başkalarının yaptıklarına. Bu da insan olmanın aczi olsa gerek. İşte bu yolda yürürken nefes molaları belki de yaş dönümleri. Durmak, bakmak, yorumlamak için fırsatlar.
O fırsatlardan birinin içinden geçerken pandemiye denk gelen bu dönemece baktım ben de. Dünyanın neredeyse yeniden kurulduğu, bildiğimiz tüm kuralların değiştiği; o boşlukların, sessizliklerin bize çok daha fazla şey söylediği zamanlarda olduğumuzu düşündüm. Bütünün her birimize olan etkisini ne yapsak bu kadar iyi fark edemeyeceğimiz bir laboratuvar kurdu hayat bize. Küçük bir virüs ve onun her yerde, herkese dayattığı yeni düzen; yeni algılar, yeni boyutlar kattı varoluşumuza. Kendimizden menkul ve kendimizle dolu dünyamızın o kadar da bizim olmadığını öğrendik. Ya da bizimle başlayıp, bizimle bitmediğini. O boşlukların, sandığımızın aksine bizi ayıran değil, sıkı sıkıya bağlayan gücünü gördük. Hayatın arka plandaki fonunu fark ettik. Sessizliğin sesini duyduk. Bize henüz dokunmamış, sınırlarımıza ulaşmamış olsa da bütüne olan etkiyi iliklerimize kadar hissettik. Boşluğun boşluk olmadığını, türlü çeşit etkileşimle bizi sardığını anladık. Şimdiden sonrası için farklı kavrayışlar vaat etti bu dönem.
Hayatını değiştiren, değiştirmeyi planlayan, yeni yerlere taşınan, yeni hayatlar kuran insanlar var çevremde. Köyler dolmaya, metropoller gözden düşmeye başladı.
Uzaktan çalışma seçenekleri, yeni yaşam biçimleri geliştiriyor. Nerede olduğunu bile bilmediğimiz insanlarla toplantılar yapıyoruz. Henüz içinden geçtiğimiz için tam idrak de edemedik, edemiyoruz. Ama başka bir zamana geçtiğimizi fark ediyoruz en azından.
Hepimiz sadeleşmeye başladık. Bir pantolon, t-shirtle geçiyor günlerimiz. Bankalar bile serbest kıyafete geçti, mecburen gelen az sayıdaki çalışanı için. Alışılagelmiş her şey sorgulanıyor, işe yaramayan fazlalıklardan kurtulmak bir refleks haline geliyor. Herkes hafiflemenin iyi geleceğini görüyor.
Hayatın zemininde yeni şekiller beliriyor. O arka plan yeni varoluş biçimlerini gündeme getiriyor. Boşluk da aynı boşluk olarak kalmıyor, her an değişiyor. Bizim ona boşluk olarak değil; dikkatle, özenle, değişimleri fark ederek bakmamız da bütünü algılamamızı sağlıyor. Yaş dönümleri de bazen bu idraklere vesile oluyor.