Gelişen teknolojiyle birlikte bir yerden bir yere gitmek çok kolay oldu. Yüz elli yıl önce köyünden, bilemedin şehrinden uzağa gitmeyi hayal bile edemeyen insanoğlu, yükselen sanayi devrimi sonrasında kara, hava, demiryolu ve elbette deniz yoluyla hem yaşadığı ülkenin hem de hayal gücünün sınırlarının ötesine yolculuk etmeye alıştı. Şimdi artık Mars’a gitmek planlanıyor. Belki biz değil ama bizden bir sonraki nesil bunu büyük ihtimalle gerçekleştirecek ve ondan sonra gelecek nesil için gezegenler arası yolculuk belki de sıradan bir olgu haline gelecek.
Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, henüz hiçbir makinenin icat edilmediği en ilkel çağlardan günümüze kadar popülerliğini hiç kaybetmeyen bir ulaşım şekli ise ‘yelken’ şüphesiz! Artık zorunlu bir ulaşım aracı olarak kullanılmasa bile, insanın doğaya, onun kanunlarını kullanarak ve başka hiçbir yapay enerji olmaksızın sadece rüzgar gücüyle hükmetmesi keyfini tattıran yelkenli tekneyle yolculuk, tutkunları için vazgeçilmez bir uğraş.
Ben bu hobiyi edineli beş yıl oldu ve yoğun iş hayatı içinde fırsatını yakaladığım her anda denizlere koşar oldum. En güzeli de İstanbul ardımızda küçülürken Marmara’da ilerlemek, Çanakkale’de abideye selam durduktan sonra da Ege’nin mavi sularına açılmak diye düşünürüm.
Bu keyfi bir kez daha yaşamak için, Ağustos’un son haftası “pruva neta” diyerek Bodrum’a ulaşmak üzere teknemiz Leila’nın halatlarını çözdük Kalamış’tan. Fakat bu kez önceki seferlerimizde alışık olmadığımız durumlar yaşadık ki bu yazıyı kaleme alma nedenim de budur.
Çanakkale Boğazı’ndan çıkıp Bozcaada’da bir gece mola verdikten sonra Ayvalık’a doğru sadece rüzgârın ve dalganın sesiyle ilerlerken, her görüşte “ulan bu kadar yakınımızda olmalarına rağmen nasıl oluyor da Yunanistan’ın oluyor” diye bıkmadan usanmadan hayret ettiğimiz adalar sayesinde, kaçınılmaz olarak Yunanistan’ın deniz sınırlarına girdik. Uluslararası Denizcilik Kanununa göre “zararsız geçiş hakkı” diye bir durum var. Bu kurala göre, bir deniz taşıtı başka bir ülkenin kara sularından, o ülkenin güvenliğini tehlikeye sokmadığı sürece geçip yoluna devam edebiliyor. Elbette gönderine o ülkenin bayrağını çekerek. Biz de Yunan bayrağını çektik ve teğet geçeceğimiz Midilli’ye doğru ilerlemeye başladık. Şunu da belirtmeliyim ki yelkencilik doğrudan doğruya rüzgârla ilintili bir iş olsa da siyasi gerilimin soğuk rüzgârları, amatör denizcilerin çok umurunda olmaz. Hatta pek çok kere ziyaret etme şansı bulduğumuz Yunan adalarında bir Türk olarak düşman değil, komşu muamelesi görmüşüzdür hep. Bunda ekonomik gerekçeler de etkilidir elbette ama yine de Türk ve Yunan halkları arasında kapitalizmin getirdiği ekonomik çıkarların ötesinde bir sıcak muhabbet olduğuna tanıklık edebilirim. Hâl böyle olunca, herhangi bir çekince duymadan ilerler yelkenciler Ege’de. İster Türk sınırları içinde isterse Yunan sınırlarında.
Fakat bu kez biraz değişik bir tecrübe yaşadık doğrusu. Ayvalık’a doğru seyrederken, her zamanki gibi Midilli adasının en büyük şehri Mytilini’nin kıyısından geçmekteydik. Öyle yakındık ki sahilde yürüyen, plajda güneşlenen insanları bile rahatlıkla görebiliyorduk. Mytilini’nin hemen güney ucunda bir askeri üs var. Evet Yunan adalarının Lozan’a göre silahlandırılması mümkün değil ama Yunanistan’ın antlaşmanın ilgili maddelerine uymadığını artık sağır sultan bile biliyor. İşte o askeri üssün tam önünden geçerken bir helikopter sesi duyduk. Hemen ardından da havalanmak üzere olan Yunan askeri helikopteri görüş alanımıza girdi. Helikopter havalanırken ekipten Sinan Kaptan “bu bize geliyor” dedi. Arkadaşımın söylediğini pek ciddiye almadım doğrusu. “Koskoca askeri helikopter on metrelik kıytırık yelkenli için mi havalanacak, tükettiği benzine yazık” diye dalga geçtim hatta. Helikopter bir süre havalandığı kuzey yönünde ilerledikten sonra keskin bir dönüş yaptı ve bize doğru gelip tam üstümüzden geçti. Sonrasında bir tam tur daha atarak ikinci kez üstümüzden geçişini tamamladı ve havalandığı yere geri döndü! Şaşıralım mı, gülelim mi, korkalım mı bilemeden oldu bitti bu. Türk-Yunan geriliminin tam ortasında kalmıştık işte. Daha önce defalarca geldiğimiz, geçtiğimiz Yunan adalarında hiç böyle bir şeye şahit olmamıştık. Resmen bir Yunan helikopterinin tacizine uğradık!
Yunanın bize ettiği zulüm (!) bu kadarla da kalmadı. Ayvalık’tan çıkıp ikinci durağımız Çeşme limanına vardığımızda kafamızda şöyle bir soru vardı. Bodrum’a ulaşmak için Türkiye ile Sisam adasının arasından mı geçelim, yoksa Sisam’ın batısından mı? Normalde en kısa yol Sisam’ın batısından gitmektir. Ancak Midilli’de yaşadığımız taciz biraz kafamızı karıştırmış durumdaydı. Üstelik Ayvalık’tan Çeşme’ye giderken, telsizin on altıncı kanalından yayın yapan Türk Radyo, tüm gemiler için yaptığı anonsta Yunan deniz kuvvetlerinin Yunan sularında seyreden bir Türk gemisine ateş açtığını söyleyerek dikkatli olunması gerektiğini belirtti. Dahası, yolculuğun bu etabını gece geçecektik ve gece her durumda daha temkinli olmakta fayda vardı. Çeşme’de marina görevlileriyle konuştuğumuzda çok kararlı bir şekilde “geçmeyin Sisam’ın batısına, bizim kıyılara yakın gidin, riske girmeyin” dediler. “Ama zararsız geçiş hakkımız yok mu?” diye sorduğumuzda ise aldığımız yanıt çok netti. “Zararsız geçiş hakkı var ama Navtex de var.”
İkna olmuştuk, Sisam’ın doğusundan, bizim kıyılarımıza yakın bir şekilde ve Yunan sularına hiç girmeden geçecektik. Sisam’ın batısına yönelmedik ama Türkiye ile Sisam arasından geçerken gece saat üç dört sularında, yolu kısaltmak adına ani bir karar değişikliğiyle Yunan sularına girdik. Gönderde Yunan bayrağı yoktu. Sonuçta gece karanlığında Yunan sularında sadece bir saat kestirmeden gidip tekrar Türk sularına geçecektik. Ama o bir saat bile komşuyu rahatsız etti. Bir anda yanımızda bir Yunan sahil güvenlik botu belirdi. Mecbur hız kestik, hatta durduk. Yakınımıza kadar gelip o da durdu ve sorgu başladı. “Nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz, teknede kaç kişisiniz, uyruğunuz nedir.” Hepsine kendimizden emin bir şekilde yanıtlar verdik ama son soruda çuvalladık: Yunan kara sularındasınız, neden gönderinizde Yunan bayrağı yok? Arkadaş kem küm cevap vermeye çalışırken ben koşup bayrağı içeriden aldım ve Yunan milli marşını bilmediğimden, Zorba filminin ana temasını içimden mırıldanarak göndere çektim! Bayrak göndere çekilene kadar Yunan kara sularının yılmaz savunucusu olan sahil güvenlik botu yanımızdan ayrılmadı. Mavi beyaz bayrağın direkte dalgalanışını huşu içinde izledikten sonra, görevlerini yapmış olmanın verdiği huzurla yanımızdan ayrıldılar. Biz de yolumuza devam edebildik.
Bu gerilim nereye gider, nasıl bir yerde sonlanır bilemiyorum ama kimseye zararımız olmadan keyifle geçirdiğimiz bu yolculukta, hem başımızdan geçen bu iki olayla hem de her iki ülkenin kara suları sınırlarında sık sık gördüğümüz savaş gemileriyle, navtexi ve Türk-Yunan gerginliğini yakından hissettik. Ege’de sular ısınıyor dedikleri bu mu ola acaba?
*Mehmet Çelik
İstanbul’da doğdu. İstanbul Tıp Fakültesi’nden 1994 yılında mezun olduktan sonra aynı fakültede Anesteziyoloji ve Reanimasyon uzmanlık eğitimini 2001 yılında tamamladı. Uzun yıllardır Girişimsel Ağrı Tedavisi üzerine çalışan Dr. Çelik, mesleki çalışmalarının yanında deniz tutkusunu da hep canlı tuttu. Yirmi yıla yakın zamandır tüplü dalış yapan Mehmet Çelik fotoğraf hobisini de su altına taşıyarak 2008 yılında su altı fotoğrafları çekmeye başladı. 2017 yılında kurulan Su Altı Fotoğrafçıları ve Filmcileri Derneği-SUFOD’un Yönetim Kurulunda başkan yardımcılığı görevini sürdürmektedir. Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Fotoğrafçılık ve Kameramanlık Önlisans programından 2020 yılında mezun olmuştur. 2015 yılından beri düzenli olarak yelken sporu ile ilgilenmektedir.