Ana SayfaManşetErkekler ve kadınlar (4) Kuzey Avrupa’nın tuhaflığı

Erkekler ve kadınlar (4) Kuzey Avrupa’nın tuhaflığı

Her nasılsa, Duby’nin Feodal Devrimi ve ona eşlik eden Derin Hıristiyanlaşma sürecinde dahi, kuzey Avrupa toplumlarında kadınlar kamusal alandan tümüyle dışlanmadı. Dinî kurallar yoluyla eve kapatılmadı ve örtünmeye zorlanmadı. Devlette, siyasette, toplumda, aşk hayatı ve sanatında varoldu.

[16-18 Ağustos 2020] Duby, Şövalye, Kadın ve Rahip’te hem genelliğini, hem özellik veya özgüllüklerini verir bize, 11. yüzyılda Fransa’da şekillenen yeni Ortaçağ evliliğinin. (1)

Birinci özellik, ortamın başıboşluğuydu. Eski dünya (Roma dünyası) yıkılmış; yenisi henüz oluşmamıştı. Bu çerçevesizlik hem siyasî-askerî iktidar, hem toplumsal cinsiyet ilişkilerinde kendini gösteriyordu. Hele Şarlman’ın ölümünün (814) ve Karolenj İmparatorluğu’nun 843-870 arasındaki Verdun, Prüm ve Meersen antlaşmalarıyla parçalanıp bölüşülmesinin ardından, taşrada devlet diye bir şey kalmamış (veya hiç olmamış) gibiydi. Germen kökenli savaş soyluluğunun irili ufaklı beyleri, kâh burada iki köy, kâh şurada küçük bir şato ve çevresinde üç tarla kapıp egemenlik alanlarını biraz olsun genişletmek uğruna, silâhlı külâhlı maiyetleriyle sürekli birbirine girmekte; kırsal alanlarda şiddetten geçilmez hale gelmekteydi.

Aynı kuralsızlık kadınlar üzerindeki mücadelede de kendini gösteriyordu. Askerî aristokrasi içinde, toprak hırsızlığı gibi kadın hırsızlığı da almış yürümüştü. Yaygın yöntem, rakip hanedanlara baskın verip kız kaçırmak ve ırzına geçmek, böylece fiilî “evlilik”ler yaratmaktı. Roma tarihinin başlarında, belki İÖ 8. yüzyılın ortalarında, Latium’da yeterli kadın olmadığından “Sabin kabilesi kadınlarının topluca kaçırılması” efsaneleşmiş ve yüzyıllar boyu Batı sanatının erotik konuları arasında yer almıştı (erkek ressamların, şiddete maruz kalan kadınların yanında yer tutacağını sandıysanız, örneğin bkz yukarıda, Pietro da Cortona’nın 1627-29’a tarihlenen, potansiyel tecavüzcüler açısından iç gıcıklayıcı tablosu). 10. ve 11. yüzyıl Fransa kırsalı da, Frank kabile gelenekleri tümüyle aşılamadığından, sürekli benzer bir ortamda yaşar gibiydi. İyi tanımlanmış, sınırları çizilmiş, üzerinde konsensüs oluşmuş bir “evlilik kurumu”nun yokluğu, başka açılardan da gözlenebiliyordu. Yakın akrabalar arası beraberlikler (yani ensest yasağının tanınmaması), papazların bekârlık kuralına uymaması, ya da büyük soyluların erkek çocuk doğurmayan karılarını evden atabilmesi (VIII. Henry sendromu mu demeli?) gibi davranışlar, bu tezahürlerden bazılarıydı.

Bu toplumsal koşullar bütünü ile 6. ve 7. yüzyıllarda Hicaz’ın durumunu; bir adım ötede, İslâmiyetin gerek klan ve kabileler arası şiddet, gerekse cinsellik açısından Arap toplumu üzerindeki etkisi ile 11. yüzyılda Hıristiyanlığın Erken Ortaçağ toplumu üzerindeki etkisini karşılaştırmak, ne ilginç olurdu! Ne yazık ki yoksunum, böyle bir mukayesenin gerektirdiği uzmanlıklardan. Sadece şüphelenebilir ve münasip bazı soruları sorabilirim. Duby yolu açmış zaten; Katolik Kilisesinin tam bu noktada müdahalesinin tâyin edici olduğunu gösteriyor. Bir, barışı icat etti Kilise. Sakın, İlkçağda barış yok muydu; daha İÖ 13. yüzyılda Mısırlılar ile Hititler arasında Kadeş Antlaşması imzalanmamış mıydı filân demeyin. Önceki yazımda uzun uzadıya anlatmaya çalıştığım gibi, başka bir coğrafyada, başka ve otonom bir kabileden devlete geçiş süreci söz konusu olduğundan, bütün Amerikaların yeniden keşfedilmesi gerekiyordu. Krallık otoritesinin zaafı veya yokluğu koşullarında, Kilise girişti fatih Frank ve sair Germen soylularının (alplerinin? yiğitlerinin? nökerlerinin?) dizginsiz şiddetini adım adım kısıtlamaya. O çağda barışın icadının anlamı buydu; savaşın toptan ortadan kaldırılması değil (ne zaman öyle oldu ki?), biraz sınırlanması ve biraz kurallara bağlanmasıydı. Pazar günleri çarpışma yasağı, İncil’de (Ahdi Cedid’de) geçen Tanrının Barışı kavramının canlandırılması, Haklı Savaş – Haksız Savaş ayırımının geliştirilmesi, Hıristiyanlar için sadece kâfirlere karşı savaşın meşru/haklı sayılması — ve bu bağlamda, özellikle senyörlerin, babalarının mülküne tevarüs edemeyen küçük oğullarının azgın enerjilerinin mümkün olduğu kadar dışarıya, Papa II. Urban’ın 18-28 Kasım 1095’te topladığı Clermont Konsili’nden itibaren Haçlı Seferlerine, Kutsal Topraklara ve Müslümanların üzerine kanalize edilmesi — bu iç barış projesinin belli başlı unsurlarını oluşturdu.

İki, Papalık yeni bir evliliğin ve aile tipinin icadında da baş rolü oynadı. Bundan böyle kilisede ve rahiplerin huzurunda, rahipler tarafından kıyılacak nikâh dışında bütün kadın-erkek beraberliklerini (ve beraberlik akitleri ya da sözleşmelerini) resmiyet dışına, dolayısıyla bu tür beraberliklerden doğabilecek çocukları da meşruiyet dışına itti. Kilisenin kabul edebileceği evlilikleri sıkıca tanımlamak suretiyle, yakın akraba evliliklerini, din adamlarının evliliklerini ve odalık-cariyelik “evlilik”lerini de adamakıllı kontrol altına aldı. Genç, güzel ve zengin, mülk sahibi kadınlar üzerinde, nüfuzlu ailelerin yaşlı ve orta yaşlıları ile yeniyetme gençler arasında cereyan eden (evrensel) rekabet ve mücadeleye belirli bir düzenleme getirdi. Kimin, hangi kadının aşkına ve izdivacına talip olabileceği, soyluluk içi örf ve âdet kurallarına bağlandı.

Böylece işin geneli, jenerik boyutu vücut buldu. Yani bir toplumda daha — isterseniz, bir medeniyette daha diyelim — bir ataerkil, erkek-egemen evlilik ve aile tipi daha kurumlaştı ve kalıcılık kazandı. Bu da, Germen-Frank kabile törelerinin içine, daha eski bir Ortadoğu (Yahudi-Hıristiyan geleneği) damarının Kilise üzerinden enjekte edilmesiyle sağlandı.

Ancak bu genelliğin içinde, en başta sözünü ettiğim ikinci özellik veya özgüllük gene de varlığını korudu. Doğu Akdeniz’in büyük tektanrıcı inanç sistemlerinin patriyarkal kodifikasyon etkisi maksimuma ulaşamadı. Her nasılsa, Duby’nin Feodal Devrimi ve ona eşlik eden Derin Hıristiyanlaşma sürecinde dahi, kuzey Avrupa toplumlarında kadınlar kamusal alandan tümüyle dışlanmadı. Dinî kurallar yoluyla eve kapatılmadı ve örtünmeye zorlanmadı. Devlette ve siyasette varoldu (kraliçe ve imparatoriçeler, prensesler, düşes ve kontesler, çeşit çeşit leydiler). Erkekler tarafından sözleri dinlenmeye devam etti. Giyim kuşamları, dekolteleri, mücevherleri, saç tuvaletleri ile güzellik ve çekiciliklerini sergilemelerine olanak tanındı. Bu sayede onlara alenen, serbestçe kur da yapılabildi; şiirler gönderilebildi; saray ve şatoların büyük salonlarında dizlerinin dibine oturup saz çalınabildi, şarkı söylenebildi. Meselâ soyut kalıpları ve katı mesafeleriyle Osmanlı divan şiirinden çok farklı, çok daha dolaysız, çok daha reel ve bireysel bir aşk şiiri ve aşk sanatı doğdu.

Nedeni veya nedenlerini bilmiyorum; kökeninde nasıl oldu da 11. yüzyıldan itibaren Avrupa’da kadın-erkek ilişkileri biraz farklı, biraz daha kadınlar lehine gelişebildi sorusuna cevap verebilecek durumda değilim. Ama oldu işte. Neden bazı toplumlarda jüri yoluyla yargılama gelişti de, diğer bazı toplumlarda jürisiz hâkim veya mahkeme heyeti esas alındı? Onun gibi bir şey. Un fait de civilisation; bir medeniyet olgusu; belirli bir kültür ve medeniyet dairesine özgü, çıkış noktasını tam sezemediğimiz örf ve âdetlerle süzülüp gelen bir olay.

Modernite öncesi dünyanın yatay kompartımanları çerçevesinde, kendi nişinde kalsa, hadi neyse. Fakat son 500 ve hele son 200 yılın modernleşme dinamikleriyle birlikte, Avrupa dışına çıkıp başka kültür ve medeniyet daireleriyle de karışmaya başlayınca, bazı kesimlerce örnek alınıyor, özgürleşme anlamına geliyor. Bazı kesimlerde ise tehdit algısı yaratıyor. Tepki ve direniş uyandırıyor. “Batı değerleri” ve “bizim değerlerimiz” ikilemine oturtuluyor. Ahlâksızlık, hattâ fahişelik olarak adlandırılıyor.

DİPNOT

(1) İki gün önceki Erkekler ve kadınlar (3) Georges Duby yazımda önemli bir bilgi hatâsı yapmışım. Duby’nin Ortaçağda aşk, sanat ve cinsellikle ilgili daha küçük kitaplarının Türkçeye çevrildiğini, ama esas konum olan Le chevalier, la femme et le prêtre’in çevrilmediğini yazmıştım. İnternette orijinal başlığını verip “Türkçesi” diye arayınca ama bulamayınca bu sonuca varmıştım. Demek, yeterince aramamışım. Çünkü varmış, çevrilmiş. Ömer Faruk Farsakoğlu’nun Ayrıntı Yayınları’nın genel yayın yönetmenliğini yaptığı 1987-2008 döneminde, 1991 yılında Duby’nin hem Şövalye, Kadın ve Rahip’i, hem de Erkek Ortaçağ: Aşka Dair ve Diğer Denemeler’i bu yayınevinden yayınlanmış. İkisini de Mehmet Ali Kılıçbay çevirmiş. İkincisini biliyordum ama ilkinin farkında değildim. Hem çevirmenden, hem genel yayın yönetmeninden özür dilerim. Öte yandan, bilhassa bu kitabın ve genel olarak Duby’nin neden tartışılmadığı veya yeterince tartışılmadığına ilişkin tahminlerimi koruyorum.

- Advertisment -