Öncelikle şu tespiti yapmak gerekiyor: Evet, özelde bazı Kürtlerin gizli amaçları ve bu amaca matuf büyük dertleri (ayrılık, bağımsızlık gibi!) olabilir ama genelde dile getirilen ana mesele “Kürtçe eğitim”dir. Çözüm sürecinin gelip dayandığı, dayanıp da tıkanma noktasına geldiği (ya da öyle gösterildiği!) yer tam da burasıdır. Kürtçe eğitim bir eşik olmuştur ve hem psikolojik hem de siyasi pratik anlamında ancak aşılırsa yola devam edilebilecek bir havaya sokulmuştur.
Konuya girmeden “anadilde öğretim” ve “anadilde eğitim”in ne anlama geldiğini, en azından benim bunlardan ne anladığımı açıklamam gerekiyor.
Anadilde öğretim; devletin bizzat doğrudan eliyle ya da sunduğu imkânlarla, dolaylı olarak (hukuken ve uygulamada serbestlik ve/veya maddi-manevi yardımlar) vatandaşının anadilini öğrenmesini sağlamasıdır. Anadilde eğitim ise bir öğrenmenin ötesinde, öğrenilen o dille mesela tarih dersinin, coğrafya dersinin, matematik dersinin, din dersinin vesaire yani tüm tedrisatın resmen o dille işlenmesini ifade eder.
Bunlardan, konumuzla ilgili olarak, Kürtçe öğretimde herhangi bir sorun yoktur. Şu anda bu dilin konuşulması da öğrenilmesi de öğretilmesi de tamamen serbesttir. Hiçbir yasal ve pratik engel söz konusu değildir. Sorun (ya da sorun edilen) Kürtçe eğitimdedir.
Yasağın Zemini ve Tarihçesi:
…Bu memlekette önce “Kürt diye birileri var mıdır yok mudur?” tartışmaları yapıldı. Muktedirler – uzun bilimsel araştırmalar sonucu olsa gerek!- çok emin bir şekilde “Kürt yoktur” dediler ve çıkardıkları devrim yasalarını, anayasaları, yasaları da ona göre düzenlediler. Rafine bir ulus-devlet yaratacaklardı çünkü! Eee, Kürt’ü yok sayan kafa, yok olanın dilini var saymayacaktı elbette; neticede Kürtçe de yok sayıldı!
Evet, muktedirler Kürt’ü ve Kürtçeyi yok saydılar ama çıkardıkları yasalarda ilgili maddeleri hep varmışlar gibi düzenlediler, hem de özellikle ve hukuk bilimi açısından gülünç sayılabilecek ifadelerle. Sonuçta genç Türkiye Cumhuriyetinde Kürtçe konuşmak, yazmak, neşriyat yapmak zinhar yasak oldu… Oysa herkesin malumu olduğu üzere Kürt de vardı, Kürtçe de vardı ve ülkemizin belli kesimlerinde, bir kısım insanımızca bilinen ve konuşulan tek dil o idi.
Türkiye’de konuşulan farklı dillere dair güvenilirliği yüksek bir bilimsel çalışmaya ben rastlamadım. Ancak KONDA’nın 2006 yılında yaptığı bir araştırmaya göre nüfusumuzun %85’i Türkçe, %13’ü Kürtçe konuşuyor. Diğer dillerin konuşulma oranları %1’lerin altında. TOOB’un 1995’de hazırladığı rapora göre ise Doğu Anadolu’da halkın %65’i evinde Kürtçe konuşuyor.
Yani bugün, bir isyanın temel taşı (talebi de diyebilirdim ama bütün argümanları ona dayandırıldığı için bu tabiri kullandım) haline gelen Kürtçe eğitim meselesinin kökleri aslında (devletin bizatihi dâhil olması anlamında) Cumhuriyetin ilk yıllarına ve inkılâp (Devrim) kanunlarına kadar gitmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşuna kadar Kürt isyanı olarak nitelenebilecek 12 isyandan bahseder tarihçiler. Bunlar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun geleneksel feodal yapısı içerisinde aşiretlerin hegomonik anlamda çekişmeler ve bölgenin malum ekonomik sebeplerinden doğan, etnik kimlik anlamında (fazla) bir özellik taşımayan ve de genele matuf olmayan mevzii olaylardı.
Cumhuriyetin ilanının akabinde, devletin otoriter tutumu ve ulus-devlet amacına yönelik asimilasyon politikaları bir ayrışımın başlamasına sebep olmuş ve Cumhuriyet öncesi sebeplerle birlikte Kürt kimliğinin de öne çıktığı 22 isyana zemin hazırlamıştır. Kürtçe anadil meselesi işte bu dönemin çocuğudur.
Şimdi, izninizle, otuz yıldır yaşamakta olduğumuz bu son isyanın sürükleyici nedeni haline gelen Kürtçe eğitim yasağına dair gelişmelere ve yasa maddelerine şöyle bir göz atalım, sonra da bunların bahsettiğimiz, Cumhuriyetin başındaki temel dayanaklarına inelim.
1924 Yılı Şükrü Saraçoğlu…
Maarif Vekil Şükrü Saraçoğlu TBMM’deki konuşmasında şunları söylüyordu: “…Benim kanaatim bu büyük derdin en vahim noktası harflerdir. Yegâne kabahatli harflerdir. Arap harfleri Türk lisanını yazmaya müsait değildir. Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun gayretine, asırlardan beri yapılan bunca fedakârlığa rağmen halkımızın ancak yüzde ikisi veya üçü okumuştur.”
1928 Yılı Harf İnkılâbı…
Bu görüş birkaç yıl içinde ete kemiğe büründü ve 1928 yılında harf inkılâbı olarak karşımıza çıktı. 1353 Sayılı Türk harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’un 2. maddesi şöyle: “…Devletin bütün kurumlarında, şirketlerin ve derneklerin özel kuruluşlarında Türk harfler kullanılması zorunludur.”
Böylece bazı harfleri Türkçede olmayan Kürtçe bazı kelimeler, cümleler yazılamaz, çocuk isimleri, köy isimleri verilemez, nüfus hüviyet, evlenme cüzdanları, hatta tapu senetleri düzenlenemez oldu.
1972 yılı, 1587 sayılı Yasa, 16.madde:
“…Çocuğun adını ana ve babası kor. Ancak ahlâk kurallarına uygun düşmeyen veya kamuoyunu inciten adlar konulamaz.”
Masum ve pek de namuslu görünen bu madde ile Kürtçe isimler kamuoyunu incitir özellikte bulundu ve çocuklara verdirilmedi.
1982 Anayasası 26. Madde, 3.fıkra (Orijinal metin)
“Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz. Bu yasağa aykırı yazılı veya basılı kâğıtlar, plaklar, ses ve görüntü bantları ile diğer anlatım araç ve gereçleri usulüne göre verilmiş hâkim kararı üzerine veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kanunla yetkili kılınan merciin emriyle toplattırılır.”
Ve bir yıl sonra, bu madde dayanak alınarak 2932 sayılı yasa çıkarıldı…
1983 Yılı 2932 sayılı Yasa
“Türkçeden başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunulması yasaktır. Türk devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır.”
Şimdi tam da bu noktada durup cümleyi ve içindeki bir tamlamayı (birinci resmi dil) iyice irdelemek gerekiyor. Çünkü hükümdeki sır bu tamlamada saklıdır. Bununla amaç; Lozan’da, anadil hakları koruma altına alınmış gayrimüslim azınlıklar (Rumlar, Ermeniler, Yahudiler) hariç diğer grupların (milletin bir kesimi, halk) dillerini kullanmaları, yaymaları hususundaki haklarını etkisiz kılmaktı!.. Kimdi bunlar? Şüphesiz ki öncelikle ve özellikle Kürtler!
Neden mi?.. Nedeni şu: Çünkü Kürtçenin, birinci resmi dil dışında, (ikinci resmi dil olarak) resmen kullanıldığı bir ülke vardır o da Irak’tır. Bu komedi ifadeyle oraya işaret edilmiş, “onların ikinci dili yani Kürtçe Türkiye’de kullanılamaz, onunla düşünceler açıklanamaz, yayılamaz, yayınlanamaz “denilmiş oluyor!?..
Peki, Lozan’da Ne Deniliyordu:
– 39.Madde 4.fıkra: “Herhangi bir Türk uyruğunun gerek özel gerekse ticari ilişkilerde din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarda dilediği her dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.”
– 39.Madde 5.fıkra: “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”
Burada dikkat çekmek istediğim ve genelde Kürt meselesini değerlendirirken de önemli bulduğum iki nokta var: Birincisi Lozan’da dünyanın Kürtleri bir Türk uyruğu olarak kabul ettiği; ikincisi de bu antlaşmaya imza atan Türkiye Cumhuriyeti devletinin mahkemelerinde (yani bir anlamda kamu’da) yazılı olmasa bile sözlü Kürtçeye (ve diğer grupların dillerini) “evet” demiş olduğudur.
Lozan Dışında…
Türkiye, Lozan’daki bu maddelerin dışında, Anadiller konusunda;
– 1949’da İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne,
– 1976’da Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne,
– 1989’da BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne (“Yerli halktan olan çocuğun kendi kültüründen yararlanmasına, kendi dinini inanma ve uygulama, kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.”) imza atmış bir ülkedir.
Birinci yazımızda; 1924 yılında Maarif Vekili Şükrü Saraçoğlu’nun TBMM’deki konuşmasından başlayarak 1928’deki harf inkılâbından, 1972 yılında çıkarılan “…Çocuğun adını ana ve babası kor. Ancak ahlâk kurallarına uygun düşmeyen veya kamuoyunu inciten adlar konulmaz.” diyen 1587 sayılı Yasadan, 1982’de “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz.” amir hükmünü getiren anayasadan ve 1983’de “ikinci dil” tanımıyla zimnen Kürtçeyi yasaklayan 2932 sayılı yasadan söz etmiş ve bunlara, devlet olarak altına imza koyduğumuz Lozan ve Lozan dışındaki anlaşma-beyannamelerdeki temel hak ve özgürlüklere dair maddeleri de ilave ederek ülkemizin belli bölgelerinde yaygın olarak kullanılan bir dilin tümüyle yasaklanmasının tarihçesini vermiştim.
– Ve Avrupa Birliği Müktesebatı…
Konuyu değerlendirirken, öyle toptancı mantıkla “Burası Türkiye Cumhuriyet kardeşim, yasak” ya da ‘Nee, olur mu öyle şey? Hemen resmi eğitime başlanmalı” demeden önce hiç olmazsa bunların ve de (yetki kullanacak olanlar için) daha fazlasının bilinmesi gerekiyor.
Kürtçe Eğitim Olmalı mı? Çabalar, Yapılanlar!..
Bu yazımızda ise mezkûr yasağı yumuşatma ve/veya kaldırmaya yönelik resmi ve sivil çabaları özetleyeceğim.
1991; Özal Dönemi:
1983’te çıkarılan 2932 sayılı “yasakçı” yasa yürürlükten kaldırıldı. Bu sıralarda sivil toplumda da Kürt sorununun (bu tabirden hiç hoşlanmıyorum. Zira Kürtler bizatihi sorunmuş gibi bir intiba veriyor insana! Buna hep beraber ‘Kürtlerin sorunları’ desek daha doğru olacaktır diye düşünüyorum) daha iyi anlaşılmasına yönelik bir takım çalışmalar başlatıldı.
Bu raporlardan özellikle konumuzla ilgili olanlarını hatırlayalım:
1990; SHP Raporu:
– Anadil yasağı ilkel bir politika; kaldırılmalı. Zira bu tek parti döneminde bile uygulanmadı.
– Anadil öğrenimi güvence altına alınmalı ama resmi dil Türkçe olmalı.
– Değişik kültür ve diller devlet eliyle araştırılmalı, bunlar için araştırma birimleri ve enstitüler kurulmalı.
– Ülkenin belli coğrafyasındaki kimlik krizi kaygı verici boyutlara ulaştı. Bölge insanı yabancılaşma eğilimi içine girdi. Kürtler kendilerini hayatın her alanında özgürce ifade edebilmeliler.
PKK’nın dehşet saçtığı o yıllarda, böylesine demokratik içerikli cesur bir rapor bazı çevrelerde, deyim yerindeyse şok etkisi yaptı. Bunun sonucu olarak da SHP DGM’lik oldu!!?
1991; Tayyip Erdoğan Raporu (Refah Partisi MKYK Üyesi)
– Kürt sözcüğünün kullanılmasından çekinilmemeli, resmi ideoloji sorgulanmalı.
– Kürt kimliği ve kültürünün tanınması ve geliştirilmesi için engelleyici tüm yasalar kaldırılmalı.
– Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçenin öğretilmesi için yasal imkânlar hazırlanmalı.
– Bu haklar diğer halklara da (Laz, Çerkez, Gürcü Arap vs) tanınmalı.
– Dileyen herkes anadilinde eğitim-öğretim yapabilmeli.
– Dileyen herkes anadilinde kitle iletişim araçlarından yararlanabilmeli.
1995; Doğu Anadolu Raporu:
– O dönemin çok önemli bir raporu da Sakıp Sabancı’nın hazırlattığı “Doğu Anadolu Raporu” idi. Zamanın etkili lideri Alparslan Türkeş bu rapor sebebiyle “çizmeyi aşmakla” suçlamıştı Sabancı’yı. Sadece Türkeş’le sınırlı değildi rapora tepki gösterenler; öyle ki Sakıp Bey’in kardeşi Özdemir Sabancı cinayetini bile buna bağlayanlar var.
– Merhum işadamı Sabancı durumu, rapor kitapçığının girişinde bir cümleyle ifade ediyordu: “Bu sorunu sadece fabrika kurmakla çözemeyiz!”
1995; TOBB Raporu:
– Halkın Yüzde 63’ü resmi dil Türkçe-Kürtçe olsun görüşünde.
– Halkın yüzde 65’i evinde Kürtçe konuşuyor.
– Halkın yüzde 34.8’inin yakını PKK saflarında (Doğrudan konumuzla ilgili değil ama..!)
1996; Hak-İş Raporu:
– Soruna ulus-devlet zihniyetinin dayatmacı mantığı ile bakıldı. Tüm Türkiye’de yeniden yapılanma olmalı. Yeni yapılanmanın özünü demokratikleşme, özgürlükler ve bütün kesimlerin örgütlüğü oluşturmalı.
– Bölgedeki köylerden 2 bin 900’ü boşaltıldı. Bütçe açığının temel sebebini Kürt sorunu için yapılan harcamalar oluşturuyor.(Bunlar da doğrudan konumuzla ilgili değil ama..!)
1998; CHP Raporu:
– İsteyenlere ana dillerini, devlet denetimindeki özel kurslarda öğrenme olanağı sağlanacak.
– Üniversitelerde enstitü kurulacak.
2001 Anayasa Değişikliği:
1991 yılında 2932 sayılı yasanın kaldırılmasından tam 10 yıl sonra, 3 Ekim 2001’de bir Anayasa değişikliği yapılarak 26. maddesinin 3.fıkrası mülga oldu ve yerine şu hüküm kondu: “Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler, bunların yayımını
engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz.”
Bununla Kürtçenin kullanılmasının önündeki yasal engellerin dayanakları ortadan kaldırılmış oldu.
2002; Kürtçe Kurslar:
AB uyum paketleri çerçevesinde 2923 sayılı “Yabancı dil Eğitimi ve Öğretimi Kanunu’nun” adı “Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğretilmesi Hakkında Kanun” olarak değiştirildi. Bu sayede 2002 Kürtçe kurslar açıldı. (Burada şunu da ilave etmek gerekiyor ki açılması için kıyametler koparılan bu kurslar beklenen ilgiyi görmedi!)
2002; Radyo ve Televizyon Kurulu ve Yayınlar Hakkındaki Kanun:
Aynı Torba Kanunda 3984 Sayılı “Radyo ve Televizyon Kurulu ve Yayınlar Hakkındaki Kanun’un” 4. Maddesinin 1.Fıkrasına “Ayrıca Türk Vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir” ilavesi yapıldı.
Böylece Kürtçe yayın yapılmaya başladı. Devletin resmi yayın organı (kurumu) olan TRT günde 45 dakikalık da olsa Kürtçe yayına açıldı. Bunun, elbette program süresinden çok sembolik bir önemi vardı.
2009; TRT Şeş:
2009’e kadar bir ilerleme olmadı; malum 28 Şubat süreci!.. Çünkü müesses nizamın güçlüleri RTÜK Yasasındaki şu hükümle Anayasa’nın sağladığı serbestliği farklı bir çizgiye taşıyordu: ‘Radyo ve TV yayınlarının Türkçe yapılması, ancak, evrensel kültür ve bilim eserlerinin oluşmasında katkısı olan yabancı dillerin öğretilmesi veya bu dillerde haber iletilmesi amacıyla bu dillerin kullanılması…”
RTÜK yasası bununla, radyo ve TV yayınlarına Türkçe ile bir sınırlama getirirken, tek esnekliği ‘‘evrensel kültür ve bilimin oluşmasına katkısı olan diller”e tanıyor. Yani İngilizce, Fransızca Almanca vesaireye evet ama evrensel kültür ve bilime katkısı ol(a)mayacak Kürtçeye hayır!
Ancak bütün bunlara rağmen 2009’da TRT Şeş kuruldu ve 24 saat Kürtçe yayına başladı.
Ve 2013 Demokratikleşme Paketi:
– Farklı dil ve lehçelerde her türlü seçim propagandasının önü açılıyor. Bu sayede, mesela BDP Kürtçe seçim propagandası yapabilecek.
– X, Q, W gibi harflere uygulanan yasak da kaldırılıyor. Erdoğan bunu veciz bir söz –“Klavyelere özgürlük getiriyoruz”- ile ifade ediyor. Bunlarla insanlar çocuklarına istediği ismi verebilecek.
– Kürtçe anadilde eğitimin önü açılıyor. Yapılacak yasal düzenleme ile özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitim verilebilecek.
– 1982 darbesiyle adları değiştirilen il, ilçe ve köylerin adlarının iade edilmesinin önü açıldı.
Kürtçe Eğitim Dili Olarak Yeterli mi?
Türkiye’de anadilde eğitim sorununa (kanımca genel olarak Kürt sorununa da) kalıcı bir çözüm bulabilmenin yolu; içinde bulunduğumuz durumu tüm yönleriyle inceleyerek akılcı değerlendirmelerde bulunmaktan ve benzer durumları yaşayan ülkelerin tecrübelerinden istifade etmekten geçiyor. Toptancı görüşleri, peşin hükümleri, edinilmiş siyasi körlükleri ve ulus devletin bugün bizleri bölünmek noktasına kadar getiren paranoyalarını bir tarafa bırakmamız gerekiyor. Bu çok çetrefil ve özel bir mesele çünkü!
Dünya’da böyle sıkıntılı siyasal ve sosyal süreç yaşayan ülke sadece Türkiye değil. Pek çok ülkede bu sorun yaşandı ve yaşanıyor. Bunlardan çoğu konuyu yasaklarla çözmeye çalıştı, çalışıyor! Mesela dünyanın en gelişmiş demokratik ülkelerinden sayılan Birleşik Krallık ve Fransa bile -bizdeki gibi üniter devlet yapısını bozacağı endişesiyle bir kısım vatandaşlarının anadillerinde eğitim görme haklarını yıllar boyunca engelledi. Ancak birkaç sene önce yasakları kaldırarak çözüm yolunu bulmuş oldular. ABD, Kanada, İspanya, Almanya, İsviçre, Norveç, Hindistan ve hatta Romanya da bunlar arasında.
Günümüz Türkiye’sinde, asıl yasağı getiren ulus devletin hâkim güçleri piyasada pek gözükmüyorlar; gerilemiş ve hatta kısmen de olsa mülga olmuş durumdalar ama ulusalcı, ırkçı sivil dinamikler hala etkinliklerini muhafaza ediyorlar. Ve bir yandan, sözde ağabey pozlarında, “bizim insanlarımız, bizim Kürt’ümüz” filan deyip sırt sıvazlayıp saç okşuyorlar ama sıra yasakların kaldırılmasına gelince amansız tepkiler veriyorlar: “Kürtçe bilim lügati yoktur; dolayısıyla eğitim dili, bilim dili olamaz” ya da “Kürtçe eğitim devleti böler” filan diyorlar!
Yeni bir dille eğitime geçmeyi tartıştığımız bugünlerde, Türkiye’de (Osmanlı) ilk Türkçe eğitimin 1872 yılında kurulan Vefa Lisesinde (o zamanki adı ‘Dersaadet İdadi-i Mülkiye-i Şâhâne’) yapıldığını söylersek, “hem bir dilin yeterliliği hem de devletin bölünmesi, parçalanması(!) açısından ilgi ile karşılanacaktır” diye düşünüyorum.
Dilbilimciler “dilleri kelimelerin varlığı veya yokluğu değil o dilin grameri ve sentaksı (söz dizimi) belirler.” derler. Bugün Türkçe olarak kabul ettiğimiz Osmanlıcaya baktığımızda kullanılan kelimelerin çoğunun Arapça ve Farsça oldukları görülür. Bunların bazılarının yerine 1930’lardaki sözde dili arılaştırma çabalarıyla, onların öztürkçe dediği bizim uydurukça diye nitelendirdiğimiz kelimeler, pardon sözcükler konmuş olsa da pek çoğu halen yaşamakta ve milletimiz meramını onlarla daha iyi anlattığını düşünmektedirler. Sonuçta kelimeler nereden gelirse gelsin, yapılanlar ne olursa olsun Osmanlıca ile Türk kimliğine hiçbir şekilde halel gelmemiş ve Türkçe eğitim öğretime herhangi bir engel oluşmamıştır. Aslında Atatürk’ün ortaya attığı ve hiçbir bilimsel tabanı olmayan Güneş Dil Teorisi, uydurma Türkçe ile girilen çıkmazdan çıkışın dayanağı olarak görülmüştür
Bu konuda çarpıcı bir örnek de İbranicedir. Eski Ahit Tevrat İbranicesiyle yazılmıştır ama Kudüs’ün Babilliler tarafından talan edilmesinden sonra (MÖ 607) bu dil yerini Aramiceye bırakmıştır. Bu dil Romalıların bölgeyi ele geçirmesinden sonra konuşulan bir dil olmaktan tamamen çıkmıştır (MS 3.Yüzyıl). Ancak 19. yüzyıl sonunda İbranice, Siyonizm ile birlikte modern İbranice olarak tekrar canlandırılmış ve bugünkü İsrail devletinin resmi dili haline getirilmiştir. (İsrail kurulduğu ilk yılda (1948) resmi dil Arapça ile birlikte İbranice idi.)
İngiltere’de Galce’nin eğitim dili olarak kabul edilmesi konusunda yaşananlar, bugün bizim Kürtçe konusunda yaşadıklarımıza çok benziyor. Bu dilin eğitim dili olarak yeterliğe sahip olmadığı ve dolayısıyla onunla eğitimin yapılamayacağı ileri sürülüyordu. Ama verilen büyük mücadeleler sonunda Galce bugün bir eğitim dili olarak kullanımdadır. Ancak işin ilginç tarafı bu hak elde edildikten sonra bu dille eğitimi seçenlerin sayısının hiç de beklendiği kadar olmadığıdır.
İşte tam bu noktada Kürtçe eğitim almak isteyenlerle, bu eğitimi verecek olanların üzerinde durup düşünmesi gereken çok önemli bir nokta karşımıza çıkıyor: İşin yükseköğretim seviyesi, meslek edinme ve gençlerin geleceklerini kazanmaya dair tarafı.
Kritik soru şu: Bu dilde üniversite eğitimi alan Kürt gençler meslek hayatına başlarken, mevcut dilleriyle (Kürtçeleri ve de olmayan ya da zayıf olan Türkçeleriyle ) Türkçe’yi iyi bilen ve kullanan diğer vatandaşlarla aynı fırsatları yakalayabilecek, dolayısıyla eşit şartlarda yarışabilecekler mi? Anadilde eğitimin kültürel-demokratik- temel hak vesaire olduğu hususu eyvallah tamam ama bu ve benzer sosyal ve ekonomik sorunsallar da şimdiden gözle görülebilir bir çıplaklıkta ortada! Yani bir hevesten, bir özlemden hatta temel bir hakkın elde edilmesi ve kullanılmasından öte bir şey bu!
Gençler Türkçeyi mi tercih edecek yoksa Kürtçeyi mi? Uzmanlar ilköğretimde, orta öğretimde eğitim dilini ve müfredatı belirlerken, ana babalar çocuklarının hangi dilde eğitim alacağına karar verirken ve Kürtçe ile çocuklarının kişisel ve toplumsal gelişimine dair endişelerini gidermeye çalışırken biraz da bunlar üzerinde düşünmeleri gerekiyor kanımca. Öyle “bu işe hemen başlansın, yoksa eğitim boykotu yaparız” demekle, bir anlamda tehditler savurmakla da olmuyor bu işler.
Kürtçe eğitim söz konusu olduğunda hemen bizim ırkçı taife, Kürtçe’nin eğitim için yeterli bir dil olmadığını, Kürtçe’nin birçok farklı şivesinin bulunduğunu, bunların hangisinin esas alınacağı meselesinin Kürtçe eğitim için ciddi bir engel olduğunu söylemeye başlıyorlar. Ancak işin gerçeği bu değil. Kürtçe’n temelde dört şivesi var: Kurmanci, Sorani, Gorani, Zazaki…
Kuzey Irak’ta Dohuk’ta Kurmanci eğitim yapılırken bölgenin çoğunda ise Sorani şivesiyle eğitim yapılıyor. Fizik, Kimya, Biyoloji, Matematik’ten tutun da bütün sosyal bilimlerde ders kitapları hazırlanmış, hiçbir eksiklik ve aksama olmadan eğitim yapılıyor.
Kürtçe’nin bölgeden bölgeye değişiklik gösterdiği mazeretine sığınanlara şunu hatırlatmak isterim. Türkçe’nin Yakutça ve Çuvaşça denen iki lehçesi vardır ki, ancak alanın uzmanı olan Türkologlar bu lehçeleri anlayabiliyor. Türkçe’nin şivelerine gelince orada işin içinden çıkmak çok da kolay değildir. Türkçenin belli başlı şivelerini şöyle sıralamak mümkün:
Türkiye Türkçesi, Azerice, Türkmence, Özbekçe, Gagavuzca, Uygurca, Kazakça, Tatarca, Kırgızca, Nogayca, Başkurtça, Karakalpakça…
Yöreden yöreye değişen ve dilbilimcilerin “ağız” diye isimlendirdiği dilde farklılaşmalar ise yüzlercedir.
Türkçe’de bu durum böyleyken ırkçı mülahazalarla milyonlarca Kürt vatandaşımızın ve Türkiye dışında yaşayan milyonlarca Kürt dindaşımızın dilini hakir görmenin insani olmadığını düşünüyorum.
Kanımca burada devlete düşen sadece Kürtçe eğitimin önünü açmaktır.
Onun gelişmesi, tercih edilmesi, gerçek bir eğitim ve bilim dili haline gelmesi ise Kürt halkının sahiplenmesine bağlıdır. Görüştüğüm, ırkçı mülahazalarla meseleye bakmayan birçok Kürtçe uzmanı, aksine Kürtçe’nin zengin ve kadim bir dil olduğunu teslim ediyor. Bir dil işlenmediği zaman, o dil üzerinde yasak ve baskı olduğu zaman elbette ki o dil gelişmez. Kürtçe’nin klasik eserlerindeki dilin, iddia edilenin aksine çok rahatlıkla eğitim dili olarak yeterli olduğunu yine işin uzmanları ifade etmektedirler.
Ona bakarsanız, zamanın Yök Başkanı Kemal Gürüz Türkçe’nin de bir bilim dili olamayacağını iddia etmişti. Bu zihniyet tam bir kültür emperyalizmi zihniyetidir.
Anadilde Eğitim Devleti Böler mi?
Aslında demokrat bir kafayla, temel hak ve özgürlükler açısından bakıldığında, bir insanın anadilini öğrenmesi ve onunla eğitim görmeyi istemesi şüphesiz ki bireyin en doğal hakkıdır; manevi kişilik anlamında toplumlar için de öyle! Yine aynı görüş çerçevesinde, devlet insana hizmet için vardır, öznesi ve önceliği insandır.
Bazılarının yaptığı gibi ille de vatanı ve devleti öne alırsak ve meseleye, vatanın bölünmez bütünlüğüne ve devletin bekasına halel geleceğine dair bir endişeyle bakarsak, o zaman şu sorunun cevabını da vermemiz gerekiyor: Vatanın bölünmez bütünlüğünü korumak ve devletin bekasını sağlamak hususunda vatandaşının diline, kültürüne saygı gösteren, onlara sahip çıkan bir devlet mi akıllı bir iş yapmış olur yoksa onları yasaklayan bir devlet mi?
Bu soru aynı zamanda anadilde eğitimin devleti bölüp bölmeyeceği sorusunun da cevabıdır. Buna bir cümleyle cevap verirsek; bana göre, bölmek bir yana, anadilde eğitim Kürt sorununda mesafe almanın, hatta büyük ölçüde bu sorunu bitirme noktasına getirmenin nirengi noktasıdır ve onlarca yıldır baskılarla, yasaklarla ötekileştirilen vatandaşlarıyla doludizgin ayrışmaya/bölüşmeye/bölünmeye doğru giden devleti tekrar yekvücut hale getirecek, o insanları gönülden devletine bağlayacak kocaman bir adımdır.
Şimdi, Dünyadan Bazı Örnekler Verelim:
Belçika: Ülkede 3 ayrı dil konuşulmaktadır: % 56 Flamanca, %32 Fransızca ve % 2 Almanca… Önce hangi şehirde, hatta hangi semtte hangi dilin konuşulduğu tespit ediliyor, sonra talep üzerine o dilde eğitim yapan okullar açılıyor. Devletin resmi dili ise Flamanca ve Fransızcadır. (Burada, nüfusun sadece % 2’si tarafından konuşulan Almancanın resmi dil olarak kabul edilmediğine dikkat çekmek isterim!)
İspanya: Ülke 17 eyaletli bir krallıktır ve 4 dil konuşulmaktadır (%72 Kastilyaca -İspanyolca-, %16 Katalonca, %8 Galicia, %3 Bask dili). Devletin resmi dili İspanyolcadır. Eyaletler eğitimde söz sahibidirler.
Kanada: Resmi dili İngilizce olmakla beraber, güneydoğudaki Koopeck eyaletinde resmi dil Fransızcadır ve bu dille eğitim yapılmaktadır.
Norveç: Norveç’te iki yerli halk vardır: Norveçliler ve Samiler. Samiler çoğunlukta olan Norveçliler tarafında tarih boyunca baskı altında tutulmuş ve dilleri yasaklanmış. Bu haklarına ancak 1985 yılında kavuşabildiler. Bugün Norveç’te Samiler için üçlü bir sistem uygulanmaktadır: Sami dili tek başına eğitim dili, Sami dilinin yanında ikinci dil olarak Norveççe ve asıl eğitim dili Norveççe ama Sami dili de ikinci dil.
Almanya: Eğitimi uygulama hakkı eyaletlere bırakılmış. Bu bağlamda mesela Danimarka azınlığının kendi okulları ve kendi dilleriyle eğitimine izin verilmiştir. Batı Berlin’de iki dilli okullar mevcuttur ama bu hak Türklere (bildiğim kadarıyla, bazı Türkçe sınıfları olmakla beraber -ilk Türk sınıfı 1974’te açılmıştı- en azından ‘kendi dilinizle istediğiniz okulu açabilirsiniz’ genişliğinde) tanınmamıştır. c
Fransa: Anadilde eğitim, devlet veya özel, anaokulundan üniversiteye kadar serbesttir.
Danimarka: Epeyce bir yekûn tutan Alman azınlığın kendi diliyle eğitim hakkı vardır.
Avusturya: 1967’ den bu yana okullarda “ek anadil dersi” verilmektedir.
İsviçre: Devleti oluşturan23 kantondan her biri eğitimde anadillerini (Almanca: % 65, Fransızca: % 8, İtalyanca: % 12, Romanca: % 12) kullanıyorlar.
Rusya: Rusya’da etnik yapıya dayalı 20 ye yakın cumhuriyet, 12 otonomi, onlarca yarı özerk bölge ve yerel yönetim birimleri mevcuttur. (Bu 12 otonomiden biri Adige Özerk Cumhuriyetindeki ‘Ulusal-Kültürel Kürt Otonomisi’dir.) Hepsine kendi etnik ve kültürel kimlikleriyle yaşama ve kendi kendilerini yönetmeleri hususunda geniş haklar tanınmıştır. Kültür otonomileri kanununa göre bu etnik azınlıklar kendi ana dillerinde eğitim verebilmektedirler.
Hindistan: 22 eyalet ve 9 idari bölgeden oluşur. İnanılması güç ama Hindistan’da 400’den fazla dil, lehçe ve diyalekt kullanılmaktadır: Başlıcaları Hintçe, İngilizce, Tolugu, Bengali, Marati, Urdu, Tamil, Bhaari… Tüm eyaletlerde resmi dil İngilizcedir (Sömürgecilikten kalan bir eser!) ancak birçoğunda Hintçe de resmi dil olarak kullanılmaktadır.
Örnekler çoğaltılabilir…
Sonuç olarak pek çok ülkede, toplumu oluşturan değişik katmanlar için anadillerin serbest olduğu ve eğitimlerini bu dille yapmalarına büyük ölçüde izin verildiği görülmektedir.
Buradan hareketle “bizim ülkemizde niye öyle değil” diye itiraz edilebilir ve hemen o ülkelerdeki uygulamalara geçilmesi istenebilir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta şudur: Bahsi geçen bu ülkelerin tamamına yakını eyalet-kanton sistemi ile yönetilmektedirler… Dahası gerçekten de ülkemizin etnik, siyasi ve Ortadoğu’daki stratejik konumu adı geçen ülkelerden oldukça farklıdır. Bu açıdan Türkiye’ye tam uydukları söylenemez. Ama bütün bunlar yasakçı, asimilasyoncu, şovenist ve isyancı bir kafayla oluşturduğumuz kanlı batağa saplanıp kalmamızı, debelendikçe daha çok batmamızı gerektirmiyor. Bunları Türk-Kürt hepimiz için söylüyorum!..
Buradan çıkaracağımız ders şudur; eğer bu sorunu çözmek istiyorsak Türkiye olarak kendi siyasi yapılanmamıza da uygun olacak bir model geliştirmeliyiz.
Bugün ülkemizdeki, devlet ya da vakıf, birçok üniversitede yabancı dilde eğitim yapılıyor ve milliyetçisiyle, muhafazakarıyla, ulusalcısıyla aileler çocuklarını bu okullara sokabilmek için can atıyorlar, hem de fazladan yüklü paralar ödeyerek! Ortaöğretimde durum daha da çarpıcıdır: Galatasaray Lisesi, Alman Lisesi, Avusturya Lisesi, Notre Dame de Sion, Saint Joseph, Saint Benoit, İtalyan Lisesi gibi orta öğretim kurumlarında eğitim Türkçe değil İngilizce, Fransızca, Almanca veya İtalyancadır. Öğrenciler; matematiği, geometriyi, fiziği, kimyayı, biyolojiyi, sosyolojiyi yabancı dillerde öğreniyorlar; sadece tarih, coğrafya ve edebiyat gibi bazı dersler Türkçe. Bir de devletin bizzat kendi okulları var: hepimizin bildiği Anadolu liseleri!.. Bu arada, özbeöz Türk(!) bebelerimize İngilizce eğitim-öğretim yapan anaokullarını ise isterseniz hiç karıştırmayalım!
Şimdi…
Bir Kürt vatandaşımız çıkıp da “kardeşim bu okullarda (bu topraklara tamamen) yabancı dillerle eğitim yapılırken kıyamet kopmuyor, ülke bölünmüyor da Kürtçe yapılınca mı bölünecek?” diye sorsa nasıl bir cevap vereceğiz? Vereceğimiz cevap doyurucu, inandırıcı, kalpleri mutmain edici olabilecek mi? Belki aramızdan “Ya kardeşim İngiliz’in, Fransız’ın, Alman’ın gelip de ülkeyi ‘Doğu-Güneydoğu-Batı’ diye bölecek, oralara yerleşecek hali yok ama Kürtler öyle mi?” diyenler çıkacaktır.
Peki, o zaman, o vatandaş buna “iyi de kardeşim onlar bir zamanlar bu memleketi asıl bölen, parçalayan, elinizden-elimizden almaya kalkışanlardı. Biz de bunu önlemeye çalışan, bunun için kanını akıtan, canını veren bu toprağın insanlarının torunlarıyız. Şimdi onlara verdiğiniz bir hakkı bile bizden esirgiyorsunuz. Böyle bir şeye hakkınız var mı? Bu nasıl bir vicdan, adalet ve devlet idaresi anlayışıdır? Bu şekilde aynı devletin çatısı altında olunabileceğini, birlikte ortak bir geleceğe yürünebileceğini düşünebiliyor musunuz?” şeklindeki bir soruyla cevap verse ne diyeceğiz? Yeniyetme delikanlılar gibi “Ya sev ya terk et” mi diyeceğiz? Yoksa imparatorluk kalıntısı ihtiraslı lider kafalıların dediği gibi “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” ya da daha çağdaşları(!) gibi “Söz konusu devletse gerisi teferruattır” gibi bir cümleyi mi tercih edeceğiz? (“Ya devlet başa ya kuzgun leşe” sadece bize ait bir söylem değildir. İngilizler de bunu “either victory or death” -ya zafer ya ölüm- şeklinde kullanmışlardır!)
Asıl can alıcı sorunun tam da bu noktada sorulması gerekiyor: Böyle yaparsak; yani yasaklara devam edersek bölünmez vatanın burçlarına bir tuğla daha mı koymuş olacağız, yoksa tam tersine, o duvarlardan bir tuğla daha sökmüş mü olacağız, hem de temelden?
Kürtçe Eğitime itirazlar kanımca tekçi, ırkçı ve asimilasyoncu bir Cumhuriyetçi gelenekten kaynaklanıyor. Çoğu ulusalcı diye tanımlanan bu insanlarımız, ana dilde eğitimin bölünmeyi hızlandıracağı, ülkeyi parçalanmaya götüreceği endişesini taşıyorlar. Bazı yeminli Ak Parti muhalifi Milliyetçi-Müslüman tipler de var aralarında; kimi gerçekten yüreğinde böyle bir duyguyu taşıyor, kimi de onulmaz bir ideolojik hastalığın müptelası.
Bence böyle bir endişeye mahal yok. Öyle olsaydı, bugün dünyanın pek çok ülkesindeki anadillerde eğitim uygulamaları o ülkelerin bölünmesine yol açardı. Oysa tam tersine, o ülkeler çok ciddi bir gerilim, ayrışma, isyan ve hatta savaş unsuru olan-olabilen bir meseleyi, yaptıkları özgürleştirmelerle etkisizleştirdiler ve böylece bir arada yaşamanın yolunu buldular, neticede devletlerinin bütünlüğünü korudular.
25 Kasım 2013
Bir Kürt Çocuğa Türkçe Eğitime Başlarken…
Dilbilimci Jim Cummins (Toronto Üniversitesi/Kanada), eğitim dilinin önemini ve gerekliliğini vurgularken şöyle der: “Okuldaki eğitimde çocuğun anadilini reddetmek, çocuğu reddetmek demektir. İster doğrudan ister dolaylı bir şekilde olsun, çocuklara ‘dilini ve kültürünü okul kapısında bırak öyle gir’ deniliyorsa, çocuk en temel yapılarını, kimliğini o kapıda bırakıp okula öyle girer.”
Şu anda, Doğu’daki üniversitelerimizden birinde matematik doçenti olan Kürt kökenli bir dostumla konuşuyoruz:
– Bütün okulları birincilikle bitirdim. Töremiz ve aileden aldığımız terbiye gereği büyüklerimize karşı itaatkârdım. Verilen ödevleri zamanında ve en iyi şekilde yaptım hep. Dolayısıyla öğretmenlerimden hiç azar işitmedim, aksine hep “aferin” aldım. Ama bir defasında… Evet, ilkokul birinci sınıftayken esaslı bir tokat yemiştim öğretmenimden!
– Tokat mı? Hem de esaslı! Neden?
– Türkçe bilmediğim bir kelime yüzünden. (Aslında arkadaşım Türkçe eğitim sistemiyle okumuş ve akademik kariyer de yapmıştı ama bu onun temel kültürünün yani Kürtlüğünün önüne geçememişti! Değil ilkokul öğrencisiyken doçentlik seviyesine geldiğinde de bir Kürtün Türkçesindeki kelime sıralamasında, vurgularında farklılık olabiliyor!.. Malum burada “Bilmediğim bir Türkçe kelime yüzünden” demesi gerekiyordu!)
– Hay Allah! Peki, neydi o kelime?
– Valla galiba “ata”nın“ced” anlamına geldiğini bilememiştim!
– Başka hatırladığın benzer şeyler var mı?
– Var. Mesela; kitapta “revani” yazıyordu. Yine tokadı yemeyeyim diye hemen sözlüğü açtım; “bir çeşit tatlı” yazıyordu karşılığında!
– Çok güzel, iyi sıyırmışın! (gülüşmeler) Peki öğretmenin kimdi? İsmini, cinsini, şeklini şemalini hatırlıyor musun?
– Valla ismini hatırlamıyorum. Yalnız, erkekti ve daha çok beden eğitimi dersine giriyordu!
– Yani?
– Yani, galiba esasen beden öğretmeni idi de Türkçe öğretmeni olmadığı ve kendisi de Türk olduğu için Türkçe dersimize giriyordu!?
Bu sırada yanımızdaki, yine babası Kürt annesi Arap olan diğer dostumuz (Avukat ve öğretim üyesi) söze giriyor:
– Hocam ben de bir şey söyleyebilir miyim?
– Elbette, memnun olurum.
– Ben de bir gün öğretmenden fırça yedim.
– Sen kaçıncı sınıftaydın?
– Ortaokuldaydım.
– Seninki neydi?
– Kitapta “her kelime bir gereksinimden doğmuştur” diye yazıyordu. Parmak kaldırıp sormuştum; “Öğretmenim ‘gereksinim’ nedir” diye.
– Ne dedi?
– “Evladım ihtiyaç, ihtiyaç” dedi.
– Eee iyi, seninkinde pek bir şey yok; yani tokat, azarlama filan!
– Var hocam, var. Arkasından ben “öğretmenim madem öyle neden ‘ihtiyaç’ diye yazmamışlar” deyince…
– Anladım! Gerisini söylemene gerek yok ama bu yeni uydurma-Türkçe kelimeler sadece senin sorunun değil! (gülüşmeler)
Yaşanmış ilginç bir örnek daha verelim: “Gece Türkçe konuşulabilir mi?!”
Eski asistanlarımdan biri; şimdi göz hastalıkları uzmanı. Son oftalmoloji Kongresinde bir araya gelmiştik. Kendisini severim. Bir Türk kızı ile evli. Evlerine de gittim, mutlu bir yuvaları var; Allah afiyet versin… Sohbet ediyoruz:
– …cım, bugünlerde biliyorsun Kürtçe eğitim meselesini yazıyorum. Kısa yoldan sorayım; bu konudaki görüşün nedir? Ya da daha açık sorayım; nasıl bir şey istiyorsunuz? Bana bir model sunabilir misin?
– Hocam tabii ben eğitimci değilim. Böyle bir model sunamam ama bizzat yaşadıklarımı size anlatabilirim. Eminim siz onları daha iyi değerlendirirsiniz.
– Tamam, …cım, anlat bakalım!
– İlkokula gidinceye kadar tek kelime Türkçe bilmiyordum. Köyde, bizim ailede, etrafımızda konuşulmazdı, bilen yoktu. Bu sebeple okulda konuşulanlardan hiçbir şey anlamıyordum. İlk gittiğimiz gün okuldan kaçmak, eve gitmek, aileme sığınmak istemiştim. Ama nasıl gidecektim ki? İlk defa köyümden (aslında mezra!) ayrılmıştım, yolu bile bilmiyordum!.. Okulda bir iki arkadaşım (Kürtçe konuşan) daha vardı ama… Korkuyordum; ya öğretmenin bana bir şey sorarsa, ya sınıftakilerin yanında benimle konuşmaya kalkarsa!? Nedense diğer Kürt çocuklarla da konuşmuyordum! Neyse ki öğretmenimiz çok anlayışlı bir insandı; Çanakkaleli genç bir idealist. Bizle top oynayarak, işaret diliyle konuşarak, saçımızı okşayarak korkularımızı yendirdi bize. Türkçeyi sevdik, dört beş ayda konuşabilir olduk. Ama itiraf edeyim ki Türkçeden, edebiyattan eğitim-öğretim hayatım boyunca hiçbir zaman iyi not alamadım, yanlış anlaşılmasın çalışmadım, çaba sarf etmedim değil! Matematikte daha başarılı oluyordum!
– O niye?
– Çünkü biliyorsunuz matematik daha çok sembollerle anlatılan bir ders. Yani Türkçe işin içine daha az giriyor.
– Peki başka, şöyle daha çarpıcı bir şeyin yok mu?
– Var Hocam, olmaz mı?.. Köyde muzip bir adam vardı, akrabadan. Durup dururken sorular sorar, bizi zor durumda bırakmaktan keyif alırdı. Önce hoşlanmamıştık ama… Sonra biz de “bugün acaba ne soracak” diye merak eder olmuş, sormasını ister hale gelmiştik; her defasında bir şeyler öğrenmiş oluyorduk çünkü. Belki bu da onun bir öğretme şekliydi.
– Evet?!..
– Birkaç arkadaş bir gün yolda oynuyoruz. Ahmet amca denk geldi yine. Bizim arada Türkçe kelime konuştuğumuzu fark edince fırsatı kaçırmadı.
– Ne gibi?
– “Çocuklar siz Türkçe de konuşuyorsunuz galiba?!” dedi… Biz de yeni bir şeyler öğrenmiş olmanın gururuyla; Evet, “Türkçe öğrendik” dedik… “Peki, o zaman bir soru soracağım size” deyince, biz de kendimize güvendiğimiz için “Sor” dedik hemen. Ama sorusunu duyduğumuzda söylediğimize pişman olduk: “Söyleyin bakalım çocuklar; gece Türkçe konuşulabilir mi?” (Aslında bu cümlenin de ‘Türkçe gece konuşulabilir mi?’ şeklinde olması gerekirdi. Ama nihayette soran da bir Kürt idi! Yani Türkçe onun anadili değildi. ŞŞ)
Şaşırıp kalmıştık. Gerçekten gece konuşulabilir bir şey miydi bu Türkçe? Cevabını vermek zordu bizim için, çünkü bu lisanı sadece okulda işitmiştik, “gündüz!”. Akşamları ise evdekiler Türkçe bilmediği için hiç Türkçe konuşmamıştık!.. Kafamız karışmıştı!
– Yani Ahmet amcanız yine yapmıştı yapacağını!?
– Evet, Hocam, hem de nasıl!.. Böyle sıkıntılı bir durumdayken bir arkadaşımız “Evet konuşulabiliyor” dedi. Bu cevaba şaşırdık, biraz da heyecanlandık ama Ahmet amcamız sakindi; “Nerden biliyorsun?” diye karşılık verdi. Arkadaşımızın ceavı bugün herkesi şaşırtacak cinstendi: “Biz Taşlıçayır’a (Ağrı’nın bir ilçesi) dünürlere gittiğimizde (bir Azeri ailesi olan halasının oğlunun dünüründen bahsediyordu) karanlık olmuştu, ama Türkçe konuşuyorlardı!”
Şimdi…
Bütün bunlar şüphesizdir ki kendi anadiliyle eğitim almayan bir çocuğun içinde yaşayacağı toplumla ilişkisinin çok da sağlıklı olamayacağının birer kanıtı. Çocuk yaşta ağır psişik travmalar yaşanıyor ve bu, hayatın bir evresinde -çocuklukta, gençlikte ya da ileri yaşta- bir yerlerde mutlaka karşısına çıkıyor ve defektler (kusur, arıza, boşluk!) oluşuyor. Bunların en kötüsü, kanımca, ilk karşılaşma anlarındaki zihinlerde, gönüllerde, ruhsal dünyada yaşananlardır; kalabalık içerisinde yalnızlık, aidiyet duygusunun yokluğu, yabancılık, özgüven eksikliği, gönül kırıklığı…
Bu örnekler aynı zamanda Cummins’in “dil-kültür-kimlik” ilişkisinde söylediklerini de doğruluyor. Yani bir dilin kelimelerini öğrenmekten öte bir şey bu, bir kültür meselesi; bildiğin yemeklerle donatılmış sofranın kenarına oturup karnını doyurmak, beslenmek, büyümek, tadını almak ya da yabancısı olduğun o sofrada bunların tersi! Teknik anlamda ise kelimeleri tanımak, eş anlamlılarını bilmek, onları cümle içerisinde doğru sıralamak, cümlenin eklerini-bağlacını, yüklemini koymak ve neticede kazandığı anlamı kavramak, konuşurken vurguları yerinde yapmak ve bunu kendi kültürünün anlamlar dünyasında bir yerlere yerleştirmek, kısaca hayatla bağdaştırabilmek meselesi.
Sonuç olarak çocuğun dili ancak yaşadığı kültür üzerinde gelişebiliyor; kimliğinin oluşması, bu dille yapacağı işler ve toplumla kuracağı ilişkiler de öyle!
“Geçiş dili”, Kürtçe Öğretim-Eğitim!
Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Bana göre Kürtçe eğitim dili olmalıdır ve Milli Eğitimimizde bir “geçiş dili” olarak kullanılmalıdır!
Araştırdığım kadarıyla bunun literatürde bir yeri yok, tanımlanmamış! “Geçiş dili”, kısaca (konumuzla ilgili olarak);“Kürtçeden başka bir dil bilmeyen çocuğa okuma yazmanın bu dille (anadiliyle) öğretilmesi, bunu öğretirken beraberinde Türkçenin de öğretilmesi ve sonraki eğitimine ülkenin hakim ve aynı zamanda resmi dili olan Türkçe ile devam edilmesi” şeklinde tarif edilebilir diye düşünüyorum.
“Kürtçe anadilde eğitim” deyince okullarda Türkçe eğitimin hiç olmayacağı ya da “Türkçe eğitime devam” deyince de müfredatta hiç Kürtçe olmayacağı söylemiyle işi yokuşa sürenler var. İkisinin bir arada olmasının teknik olarak imkânsız olduğunu iddia edenler de mevcut. Oysa önceki yazılarımızda, bunun dünyadaki örneklerini sunmuş ve sorun teşkil etmesi bir yana o ülkelerde huzura, barışa, birlikteliğe katkı sağladığına işaret etmiştim. Aslında başka ülkelere gitmeye gerek de yok, hâlihazırda, ülkemizdeki pek çok okulda iki dilli-iki dilde (çoğunlukla İngilizce) eğitim veriliyor.
İtiraz eden ve “bunlar anadille eğitim değil ki” diyenler olacaktır; bir açıdan haklıdırlar. Çünkü bunların bir kısmı müfredatı ağırlıklı olarak İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca vs. olanlar, diğerleri de haftalık programa birkaç saat bu dillerin dersini koyanlar.
İlk kısımda yer alan okullara giden öğrenciler için bu diller anadil değil yabancı dildir. Dolayısıyla bu okullardaki eğitim “anadilde eğitim” tanımına uymaz; bunun adı “yabancı dilde eğitim”dir. Evet, bu bir Türk çocuğu (veya Kürt çocuğu) için yabancı dilde eğitimdir ama Türkiye’de yaşayıp o okula giden bir İngiliz Fransız, Alman ya da İtalyan çocuğu için kendi diliyle eğitim, diğer bir deyişle “anadilinde eğitim”dir. Yani, ülkemizde Türkçeden başka anadilde eğitim (öğrenci sayısı az da olsa) hem yasal anlamda hem de pratik anlamda mevcuttur.
İkinci kısımdakilere gelince… Onlar ne “anadilde eğitim” ne de “yabancı dilde eğitim” . Hatta “yabancı dilde öğretim” bile değil. Onlar için uygun tabir; “yabancı dil öğretimi” dir.
Şimdi durumu özetlersek ülkemizde, “İngilizce, Fransızca vs. gibi diller için Mili Eğitim sistemimiz içerisinde eğitim-öğretim imkânları vardır ama Kürtçe ve Kürt çocuğu için her ikisi de yoktur” gerçeği söz konusudur. Yani İngilizceye, Fransızcaya, Almancaya ve/veya İngiliz çocuğuna, Fransız çocuğuna, Alman çocuğuna tanınan haklar Kürtçeye ve Kürt çocuğuna tanınmamıştır.
İkincisini halletmek çok da zor olmasa gerektir. İngilizce vesaire için yapılan (arzu eden ve talepte bulunanlara) Kürtçe için de pekâlâ yapılabilir. Haftalık ders programlarına üç dört saatlik Kürtçe dersi konarak sorun giderilebilir. Bildiğim kadarıyla 4+4+4 ile oluşturulan mevzuat buna cevaz veriyor. Bunun adı “Kürtçe anadil öğretim” dir. Bunun için, bilindiği gibi, daha önce özel kurslar açılmasına izin verilmişti. Buradaki fark; devletinin bu dili kendi eliyle vatandaşına öğretecek olmasıdır.
Kürtçe Anadille Eğitime Gelince…
Formülüm şudur:
1) Kürtlerin yoğunluklu bulunduğu bölgelerde, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı devlet okullarında, Kürtçe eğitim dili olarak birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarda kullanılabilir.
Bu bir temel insan hakkı olmanın ötesinde pedagojik olarak da zorunludur. Zira kendi anadilinden başka bir dil bilmeyen beş altı yaşındaki çocuğa “oklumuza hoş geldin” deyip Türkçe ya da başka bir dille eğitime başlayamazsınız. Başlarsanız bu o çocuğun anlamlar dünyasını alt üst edersiniz. Eğitim bilimi teorisi babında konuyu değerlendirirsek bunun adı “devlet eliyle cinayet işlemek” tir.
Bu çocukları, Almanya’da veya başka ülkelerde yapıldığı gibi dil kurslarına sokup sonrasında o dille eğitime de alamazsınız… Çünkü bu çocuklar göçmen filan değil öz be öz bu vatanın evladıdır. Bu topraklar Türk çocuklarının olduğu kadar Kürt çocuklarının da (tabii ki Laz’ıyla, Çerkez’iyle diğer halkların, grupların da) vatanıdır. Dolayısıyla neden kendi ülkelerinde bir yabancı gibi muamele görsün, niçin öz yurtlarında parya olsunlar. Dahası öyle birkaç aylık kursla o çocuklara adam gibi bir eğitim vermeniz mümkün olabilir mi? Şayet “devlet ana” tabirini benimsiyorsanız, öğreteceğiniz şeyleri, bir anne kuş misali, dilinizin üstünde mama yapıp ağızlarına koyabilir misiniz?
2) İlk üç sınıfta Kürtçe okuma yazma öğretilirken ve Kürtçe eğitim verilirken, aynı zamanda Türkçe de öğretilecektir. Dördüncü sınıfa gelindiğinde ise Türkçeyi öğrenmiş olan çocuklara artık iki dilli eğitim verilecektir.
Kürtçe özellikle Kürt kültürünü öğrenme, geliştirme ile ilgili derslerde sürdürülürken Türkçe ağırlıklı eğitim dili olmalıdır. Böylece Kürt çocuk bir yandan kendi anadilini konuşur, kimliğini geliştirir, kültürünü yaşarken diğer yandan da daha evrensel ve hayatını (geleceğini) kazanma noktasında kendisine daha çok gerekli olan bir dili (Türkçe) öğrenmiş ve bu dille konuşulanlardan, bilgi birikiminden, yazılmış eserlerden istifade eder konuma gelmiş olacaktır.
Bu formüldeki Kürtçe eğitim ve Türkçe öğretim için ilk üç sınıf yerine ilk iki sınıf da düşünülebilir. O zaman, ağırlıklı Türkçe olacak İki dilli eğitime üçüncü sınıfta geçilir… Pedagojik eğitim ve çocuk gelişimi açısından bunlar incelenmeli ve sağlıklı bir karara varılmalıdır.
Özel okullarda daha serbest bir uygulama yapılabilir:
Eğitim dili ağırlıklı olarak tüm sınıflarda Kürtçe olabilir. Ancak bu okullardaki çocuklara mutlaka Türkçe de öğretilmeli, Kürtçenin kifayetsiz kaldığı derslerde eğitim Türkçe ile takviye edilmelidir. Zira unutmayalım ki o çocuklar vatandaş olarak birer parçası ve ortağı oldukları bu devletin resmi dilini bilmek, hem kendi gelecekleri hem de memleketin geleceği için hâkim dil olan Türkçe ile haşır neşir olmak durumundadırlar.
Tabii bütün bunlar daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türkçeyi bilmeyen Kürt çocukların kahir çoğunlukta olduğu bölgelerde söz konusu olup halkın özgürce oy kullanabileceği mini referandumlar sonucunda karar verilerek uygulamaya sokulacak politikalardır. Derslik-sınıf, okul sayısı elbette talep ve ihtiyaca göre belirlenmelidir.
Sayısal olarak azınlıkta kalan çocuklar için Kürtçe bir seçmeli ders olarak eğitimin bir parçası durumuna getirilebilir. Çocuk bu derslerle Kürtçeyi öğrenirken, kültür derslerini de isterse bu dille alabilmelidir. Bu gibi bölgelerde taşımalı sistem de ortak Kürtçe sınıfların oluşturulmasında yardımcı olabilir kanaatindeyim.
Tabi bunların hepsi aynı zamanda öğretmen, fizik mekân, araç-gereç yönünden imkân meselesidir ve zaman gerektirebilir.
Meselenin Bir Başka Yönü Daha Vardır:
Bugüne kadar ülkemizde tartışılan, üzerinde fırtınalar koparılan konu nedense hep eğitim dilinin ne olması gerektiği üzerinedir. Oysa eğitimin en az bunun kadar önemli olan bir yanı daha vardır ki o da müfredatın içeriğidir. Çünkü dil bir şekil, kabuk, yani bir yanıyla muhafazadır, müfredat ve içerik ise akıldır, özdür, ruhtur. Yani ne öğreteceğimize gözümüzü açıp bakmıyoruz da hangi dille öğreteceğimize kafayı takıyoruz! Ve bununla vatanın birliğini sağladığımızı, ülkenin bölünmez bütünlüğünü koruduğumuzu zannediyoruz; ne büyük çelişki! Bunca yaşanmışlıklardan sonra hala bu fikirde olanlar varsa, özellikle memleketi idare edenler için söylüyorum; Allah (cc) akıl fikir versin!
Kürtçe Eğitimin Siyasi Anlamı
Soru; Baştan beri ifade ettiğimiz gibi temel bir insan hakkı olan anadilde eğitim siyasi bir konu olarak ele alınmalı mıdır?.. Kanımca buna “hayır alınmamalıdır” demek Türkiye’de ve dünyada yaşanan gerçekliklerden bihaber olmak ya da bilip de görmezlikten gelmek, kafayı kuma sokmak demektir. Zira birçok ülkede, tarih boyunca yaşanan, bugün de yaşanmakta olan etnik siyasi çatışmalar kör gözlere bile ayan olacak kadar açıktır!
Bugün gelinen noktada, politik duruş anlamında, Kürt halkında geniş bir yelpaze söz konusudur. Bu yelpazenin bir ucunda Türk halkı ile bir arada-tek çatı altında yaşamayı benimsemiş, devletine bağlı, ancak demokratik yollarla insani ve anayasal haklarını elde etmek isteyen mutat, mütedeyyin, kadirşinas Kürt vatandaşlarımız vardır. Diğer ucunda ise silah zoruyla ya da onun gölgesindeki sivil yapılanmalarla ayrı bir devlet kurmayı amaçlayan, milli ve manevi değerlerimizden uzak ayrılıkçılar söz konusudur.
Şimdi…
Bir şekilde Kürtçe eğitime geçince, tahmin ediyorum ki Türk ve Kürt insanımız, ilk başta bunu biraz tedirginlik yaşasalar da büyük çoğunluk olarak bunu sükûnetle karşılayacaktır ama bahsettiğim ayrılıkçı uç zafer kazanmışlık havasında naralar atacak ve durumu bir fırsata dönüştürmeye çalışarak daha ileri -olmayacak- talepler de bulunacaktır. Buna karşılık Türklerin bir kesimi ise bir çeşit yenilmişlik duyguları içerisinde meyus olacak, neticede bazı olumsuz tepkiler gösterecektir.
İşte tam da bu noktada iki tarafın da görmesi gereken bir hususa işarete etmek gerekiyor: Bununla Türkler mutat Kürtlerin vatana-devlete-millete-gönüllere bağlılığını kazanırken ayrılıkçılar ise davalarını üzerine kurdukları temel bir argümanı kaybetmiş olacaktır. Yani bu ne bir taraf için zafer ne de diğer taraf için hezimettir! Çünkü eğitim meselesi halledildiğinde demokratik uçtaki grubun talepleri büyük ölçüde karşılanmış olacak, bu grup böylece sorunlarını siyasi bir mesele olarak görmekten uzaklaşacak, ayrılıkçıların siyasi istekleri ise meşruiyetini yitirecek, halk nezdinde ve uluslararası camiada desteksiz/tabansız kalacaklardır. Genel olarak Türkiye ve T.C. Hükümetleri de bu mecralarda konu ile ilgili sıkıntıyı üzerlerinden atmış olacaktır.
Şüphesiz ki bir siyasi hareket için oy alacağı “taban” olmazsa olmazların başındadır… Daha düne kadar Kürtçenin tümüyle yasak olduğu düşünülürse, yasağın kalkması ve devlet eliyle bu dille eğitime başlanmasının ne kadar büyük bir adım olduğu, Kürt halkı üzerinde nasıl bir psikolojik rahatlamaya yol açacağı aşikârdır. Konuştuğum her kesimden insanlar özetle; “Kürtçe eğitim günümüz (homoekonomikus) dünyasında elbette önemlidir ama bizim için olayın maddi değil manevi tarafı, biyolojik değil psikolojik tarafı daha önemlidir. Bununla kimliğimiz tanınıyor, varlığımız kabul edilmiş olunuyor çünkü.” diyor.
Ayrıca yasağın-yasakların getirdiği merak ve cazibe unsuru da ortadan kalkacaktır. Bunun Anayasa güvencesine alınması ise resmen eşit vatandaşlığı getirecek ki bütün bunlarla etkilenen “taban” ayrılıkçıların altından kayıp gidecek, böylelikle Kürtçü ırkçıların istismar siyaseti karşılık bulamayacak ama Kürt vatandaşlarımızın gönlünü kazanacağız.
Türk Tarafına Gelince…
Bir takım şahin partiler bunu kullanacaklardır elbette ama zaman içerisinde barış havasının devam ettiği, şehit cenazelerini artık gelmediği, vatanın bölünmediği, (bu düşük yoğunluklu) savaşa harcanan paraların ekonomiye aktarılmasıyla top yekûn kalkınmanın hızlandığı, refah seviyesinin yükseldiği görüldükçe onların da tabanları zayıflayacaktır.
Belki de, Kürtçe kurslarda olduğu gibi, beklendiği kadar talep de olmayacaktır bu eğitim diline. Zira İrlanda’da da öyle olmuştu. Resmi dil olarak da kabul edilmesine rağmen Gael dilinde eğitim-öğretim görmeyi tercih edenlerin oranı hiç de beklendiği kadar olmadı.
Kararlı bir siyasi irade ve uzlaşmacı bir tavır da şarttır.
Unutulmaması gereken bir nokta da bu işin bir süreç olduğu, zamana ihtiyaç duyduğu ve bu sürecin siyasi yanı olduğu kadar teknik altyapı, sosyo-psikolojik yönü (Kürt-Türk öğrenci, veli ayrışması), kaynak (öğretmen, personel, derslik) ve planlama yanlarının da bulunduğudur.
İktidarın bu sorumlulukları yanında muhalefetin yapıcı tutumu, sivil toplumun gayreti de yine olmazsa olmazlardandır. Mesela “anadilde eğitim”in hemen uygulamak üzere hükümeti zor durumlara düşürmeye çalışmak ve bu meyanda öğrencileri, ailelerini okula gitmemek şeklinde boykota davet etmek doğru davranışlar değildir. Zira bütün bunlar çok zor bir siyasal, sosyal, kültürel ve tarihi zeminde başarılmaya çalışılmaktadır.
Yine kabul etmek gerekiyor ki bu topraklar yüz yıllardır bir milletin siyasi hâkimiyeti altındadır. Bütün dünya bu milleti “Türkler”, bu devleti “Türkiye” yani “Türklerin Ülkesi” olarak bilmektedir. Devletin adının Osmanlı, Selçuklu ya da başka bir şey olması sadece resmiyetteki -kâğıt üzerindeki- bir şeydi. Kürt vatandaşlarımız bilmesi gerekiyor ki kendileri de hep bu tanımların içerisinde olmuşlar, öyle görülmüşlerdir. Eğer iddia Kürtlerin ve Kürtçenin sindirilmiş bastırılmış, gözlerden uzak tutulmuş olması ise yani bu sebeplerle bilinmemişlerse, bu da durumu değiştirmiyor! Gerçek budur.!
Buradan “Türkiye Türklerindir, Kürtlerin değildir” gibi bir mana çıkarılmasın… Çok bilinen bir şeydir ki Avrupalı, herhangi bir Müslüman devlet ya da insanlar kendilerine doğru hareketlendiğinde (ya da saldırdığında diyelim!) “Eyvah Türkler geliyor” derlerdi. Yani Avrupalının gözündeki Türklük kavramı bir etnisiteye değil daha çok bir dine ve o dinin mensubu olan insanlara, topluluğa, halklara, kısaca bir millete işaret ediyordu. Kürtler de (diğer halklar da) bu milletin içindeydi şüphesiz.
Şahsen, PKK militanları hariç, “Ben bu orduyla savaşa gitmiyorum” diyen bir Kürdü görmedim, duymadım, okumadım şimdiye kadar. Tarih boyunca böyle bir şey olmadı. Yani Kürtler hiçbir zaman kendilerini bu milletten, bu devletten ayrı gayrı görmedi. Bayrağımızdaki al rengin yerini-manasını bulmasında en az Türk ya da Türkmenler kadar Kürtlerin de kanı vardır. Zaten benim bugünün Kürtünün taleplerini, temel insan hakkı olmalarının yanında, meşru, makul ve mantıklı bulmamın asıl sebebi budur. Mazlumiyetleri de,mağduriyetleri de, meşruiyetleri de burada saklıdır.
Son Söz Olarak…
Bütün bunları, ay yıldızlı bayrağımızın altında, vatanın birliği ve bütünlüğüne, halkların kardeşliğine ve devletlerin vatandaşlar için var olduğuna inanan bir insan olarak yine aynı duygu ve düşünceleri paylaştığını düşündüğüm tüm insanlar için yazdım.
Bu netameli konuyu işlemekle aldığımız risk, harcadığımız mesai, sarf ettiğimiz çaba bin yıldır birlikte yaşadığımız, birlikte öldüğümüz, kız alıp vererek akraba olduğumuz, okulda sınıfdaş, devlette mevkidaş, işte meslektaş, dağda bayırda yoldaş, çalışma hayatında paydaş, askerde devredaş olduğumuz bu toprakların helal süt emmiş çocukları içindir. Muhatabım onlardır. Hedefimiz, neye mal olursa olsun, bu insanlarla ümit ve güven üzerine kurulacak bir kutsal kardeşlik hukukunun yeniden tesis edilmesidir.
*Bu yazı, yazarın 2014 yılında Barış Kitap yayınları arasında çıkan “Kart Kurt Kürt !?..” isimli kitabından alınmıştır.