[14-15-16 Temmuz 2021] Neredeyse iki ay susmuşken, bir ölüm ve anma yazısı daha. Yaşımın gereği. Yaşlanmalarımızın.
Faika ablayı da kaybetmişiz. Faika Artan (1927-2021). Neyyir üç gün önce (Salı sabah) haber verdi. Eşi Hilmi ağabeyden sonra iki yıl daha yaşadı ve 94 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Merkezinde bir zamanların Türkiye Komünist Partisi’nin ve 1951-52 TKP tevkifatının yer aldığı, Marksist dünya görüşü ve duruşunu derece derece yansıtan seçkin sol aydın kuşağının son mensuplarından biri daha göçtü bu dünyadan.
Anılar ve tarih. İkisi aynı şey değil. Ama zamanla birini diğerine oturtmak mümkün oluyor.
Faika ablayı hatırlamak, bütün bir dönemin, bir toplumun, bir hayat tarzının, siyasî bakımdan muhalif, hattâ mağdur, ama kültürel planda çok etkili bu aydın kesimin iç tarihine açılıyor.
Küçüklüğümün ilkokul ders kitaplarında Türkiye 22-24 milyondu. İstanbul 1,250,000; denizi olmadığı için bir türlü gözümde canlandıramadığım, asla orada yaşayamam dediğim (ama sonuçta belki 25 yılımı geçirdiğim) Ankara 700,000 kadardı. “Sarı motor… mavi motor…” diye diye limanının dibinde büyüdüğüm İzmir ise 220-230,000 nüfusuyla Türkiye’nin en büyük ihracat limanı gösterilirdi. Sırf tarım ürünleriydi tabii. İçerden, Aydın ve Akhisar ovalarından pamuk, tütün, incir ve kuru üzüm gelir; pamuk ve tütün balyaları at arabalarından Karadeniz yapısı gaga burunlu, tek direkli takalara yüklenir; sabah Karşıyaka’dan gelen ilk vapurlardan tütün depolarının işçileri boşalırdı.
Çocuk gözüme uçsuz bucaksız gözükürdü, ama bizim evin oradan, Atatürk Heykeli’nden ve Pasaport’tan Konak meydanına, ortaokuldaki adımımla bile on dakikada yürünürdü aslında. Tümüyle taşralılıktan kurtarıcı özelliği, 20. yüzyıl başlarının “gâvur İzmir” dönemi 13-18 Eylül 1922’nin büyük yangınıyla son bulduktan sonra dahi kâh Girit’ten kâh Selânik’ten göç almayı sürdüren bir Doğu Akdeniz liman kenti olmasıydı. Mütevazi orta sınıf düzeyimizde, ister Levanten ister yerli zenginlerle ilişkimiz olmazdı kuşkusuz. Ama doktorlar, mimarlar, avukatlar ve benzeri serbest meslek sahipleri arasında, hemen herkes birbirini tanırdı.
Berktaylar bu aydın ortamının göbeğinde; o kadar politize olmayan, daha özel sektör (ticaret ve bankacılık) karakterli ve CHP (yani kısmen devlet) bağlantılı Kösemenler ise biraz kıyısında yer alıyordu. Berktaylar, dedemin (babamın babasının), Halil Namık beyin (1893-1957) ailesiydi — Girit’in güneyindeki Ano Vianos (Yukarı Viano) köyündeki adlarıyla Bedderakiler. Kösemenler ise babaannemin, Ülfet hanımın ailesiydi; gene aynı köydeki adlarıyla Kavukakiler. Büyük Girit isyanının 1896-1900 çalkantıları içinde önce kırsal alanı terkedip Kandiye’ye (İraklion), oradan da İzmir’e kaçıp sığınmışlardı. Sanullarla ne zaman, nasıl tanıştıkları hakkında şu son günlere kadar hiç düşünmemiştim. Fakat galiba, İstanbul’da hukuk okuyan babam ile tıp okuyan Faika ablanın solcu çevrelerde oluşan arkadaşlığının gerisin geri İzmir’e ve ailelerine yansımasıymış. Faika abla, ailenin muhtarı ve asıl tarihçisi konumundaki kızkardeşim Neyyir’e, son yıllarda böyle anlatmış, en azından.
Öyle veya böyle; benim üç dört yaşlarımdan, 1950 dolaylarından başlayan ilk anılarımda Sanullar belki en yakın aile dostlarımızdı. (Tam yerini bilemediğim, ama bir dâvet veya resepsiyonda çekildiği izlenimini veren yukarıdaki fotoğrafta, sağdan sola Ali Rıza Sanul, annem Yegân Berktay, babam Erdoğan Berktay ve Ali Rıza beyin eşi Cazibe Sanul.) Herhalde Girit ve Selânik göçmenliği bir ortak zemin oluşturmuş; üzerine kuşatılmışlığın, baskı altında yaşamanın yakınlaştırıcılığı binmişti. Hepsi sert radikal değildi kuşkusuz. (Zaten şu yukarıdaki resimde, iki erkeğin farklı beden dilleri ve yüz ifadelerinden bile biraz okunuyor.) Dedem gibi Ali Rıza bey amca da hümanist, evrenselci, hoşgörülü, demokrat bir kültürün taşıyıcısıydı. Hayata bağlı, konuşmayı seven, neşeli ve esprili bir insandı diye hatırlıyorum. Ünlü bir operatör doktordu; hem Alsancak’taki Fransız Hastanesi’nde çalışırdı, hem de Konak’ın arka tarafındaki, doktorlar sokağı olarak da bilinen İkinci Beyler Sokağı’nda muayenehanesi vardı. Eşi Cazibe hanımla birlikte, Alsancak vapur iskelesine yakın bir evde otururlardı. Çocukları Amran ve Faika da doktordu; sonra Faika ablanın kızı Şirin ve Amran amcanın oğlu Ali de (ama şimdi antikacılık yapıyor). Amran Sanul’un eşi, çok genç (liseyi bitirir bitirmez) evlenen Meral Sanul, çocukluğumun Meral ablasıydı. Yatılı okul öncesinde doğru dürüst yemek yemediğim yaşlarda, zeytinler balina, haşlanmış yumurta dilimleri balina avcılarının kayıkları olur; Moby Dick benzeri hikâyelerle bir onu bir öbürünü ağzıma tıkıştırırdı.
Böyle yemeklerin anısı çok yoğun, çünkü o günün orta sınıf yaşantısı gereği sık sık akşam yemeklerine gidilirdi karşılıklı. Bir onlarda, bir bizde, masalar açılır, mezeler döşenir, kadehler kaldırılır, Ülfet hanım ile Cazibe hanım çok nazik, çok kurallı bir rekabet içinde öncelikle mayonezleri ve Rus salatalarına, sonra birinin patlıcanlı pilavı, diğerinin domatesli kıymalı böreğine karşılıklı iltifatlar yağdırırdı. Bazen de Çeşme’ye taşınırdı bu sofra sohbetleri. Ali Rıza bey amca bize göre varlıklıydı; denize ve tekne yaptırmaya da meraklıydı; Çeşme’de evi ve büyük mizana yelkeniyle çok yollu Ceviz filikasının yanısıra, biri açık, biri kabinli ve güverteli iki de motoru vardı. Yazları dâvet ederlerdi bizi bir iki haftalığına. Arka tarafa bakan salonda oturup dalgalı denizi seyreder, açık ve koyu harelerinin suluboyasını yapmaya çalışırdım. Büyük Liman ve Paşa Limanı açıklarında sırtı çekerdik; bir seferinde babamın misinayı tutan eli besbelli büyük bir balığın ilk atlayışıyla ansızın sarsılmış, işaret parmağı üst boğumundan kesilip kanamıştı da, sonra eğilip sudan alıverdiği üç dört kiloluk sinavrit, kocaman kafası, sert bakan iri gözleri, mavi kırmızı ışıltılarıyla bugün bile gözümün önünde. Gecelerse, gene saatler boyu masa başı muhabbetiyle doluydu. Nefret ederdim, artık başım düşüyor ve gözlerim kapanıyor diye yatmaya gönderilmekten. İki büyük konu vardı: tıp ve daha genel olarak bilim; bir de yakın tarih. Doktorluk hayatını anlatırdı Ali Rıza bey amca — hem çeşitli hastalıkları, karşılaştığı salt tıbbî anlamda ilginç vakaları, hem de oradan hastalarının hayatına açılan pencereleri. Benim için, bilimsel yöntem, mantık ve sebep-sonuç ilişkileri konusunda bir başlangıç semineri gibiydi. Uydurmaya, atmasyona, doğa dışı açıklamalara yer bırakmayan bir alan. Bu arada biraz anatomi de öğrenmiş, insan vücudunun içini hayal ederken biyolojiye ilgi duymaya başlamıştım.
Ama bu, ortaokulda (Mr Metzgar), lisede (Dr Rallou Rhasis) ve sonra üniversitede, Yale’deki ilk yılımda (Prof Galston, Goldsby, Trinkaus ve diğerleri) dönem dönem canlanacak da olsa, uyanan tarih merakımın yanında o zaman dahi ikincil kalıyordu. Saltanat, Meşrutiyet, Cumhuriyet. İttihatçılık. Yakup Cemil. Hasan Amca. Babıâlî Baskını. Milli Mücadele. İzmir Suikasti. İstiklâl Mahkemeleri. Atatürk ve İnönü. Faşizm ve Nazizm. İkinci Dünya Savaşı, Stalingrad, Sovyetler Birliği. Soğuk Savaş, Kore Savaşı, o sırada iktidarda olan Demokrat Parti. — Bunlar ve daha niceleri havada uçuşuyor, tam anlamasam da belli belirsiz yerleşiyordu kafama. Ve tabii hepsinin ardında, Türkiye’nin gecikmişliği, azgelişmişliği, toplumsal yapısı — ve nasıl kurtulacağı yatıyordu.
Dolayısıyla sırf tarih değil, aslında tarih üzerinden hep siyaset konuşuluyor ve bütün yollar devrime çıkıyordu. Henüz bilmiyordum ama bu, ister Kemalist ister Komünist, ya da ikisi arasında gidip gelen bütün Cumhuriyet aydınlarının ortak sorunsalıydı. Bugün çok daha iyi görüyoruz ki Marksizm ve Kemalizm modernizmin iki varyantıydı. Aralarında hem (devrim noktasında) akrabalık, hem (devrimde hegemonya noktasında) düşmanlık söz konusuydu. Fransız İhtilâli devrim fikri ve ihtimalini Avrupa, sonra dünya siyasetine sokmuş; Marksizm devrimi teorileştirmiş (hattâ aşırı teorileştirmiş); Kemalizm bu teorileştirilmiş meşruiyetin gölgesinde uçvermiş; pratikte Kemalist devrim 1917 Sovyet devriminin gölgesi ve himayesinde gerçekleşmişti. Ama nereye kadar? Çıkarabilmiş miydi Türkiye’yi geri kalmışlık ve dışa bağımlılıktan? Baskı ve sömürü düzenini — böyle müphemiyetlerle konuşulurdu — altedebilmiş miydi?
1930’lardan 60’lar ve 70’lere uzanan yıllar boyunca bu sorular hemen hiçbir elit aydın ve sanatçı ailesinin düşmezdi gündeminden. Başardıysa — başardığını kabul ediyorduysanız — zaten CHP ve dolayısıyla devlet oluyordunuz. Buna karşılık başarısızlık başlıbaşına bir muhalefet kavramı ve tartışmasıydı. Zira tarihin bir yönü ve oraya giden yolda belirli gelişme merhaleleri (aşamaları) olduğunu varsayıyordu. Önce burjuva devrimi, sonra sosyalist devrim gelmeliydi. Bu bağlamda Türkiye’nin problemi, İttihatçılığın ve sonra Kemalizmin şahsında burjuva demokratik devriminin yarım kalmışlığıydı. Toprak reformu yoluyla yarı-feodal ağalığın bir türlü kökü kazınamamış; biraz da bu yerli ve taşra gericiliğinin işbirlikçi burjuvaziye verdiği destek sayesinde, 1919-39 arasında tam bağımsızlık yolunda bazı adımlar atılmışken 1945 sonrasında tekrar emperyalizmin pususuna düşülmüştü. Çare? Çare, Kemalist devrimin düşürdüğü bayrağı yerden kaldırıp çok daha ilerilere taşıyacak ikinci bir devrimdi. Kimine göre bu hâlâ, Cumhuriyetin ve 27 Mayısın daha radikal, daha Baasçı-Nâsırcı bir edisyonu olabilirdi (Doğan Avcıoğlu). Kimine göre İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz şemsiyesi altında başarılabilirdi (Hikmet Kıvılcımlı). Tarihsel TKP’nin 1951-52 tevkifatı sonrasındaki informel yurtiçi devamı diyebileceğimiz Eski Tüfekçiler çevresi (başta Mihri Belli), buna Lenin ve Stalin mirası bir kurguyla Millî Demokratik Devrim diyordu.
Hangi varyantıyla olursa olsun, Sol Kemalistlerin de içine işlemiş tam bir Komintern Marksizmi paradigmasıydı söz konusu olan. Ve illegal TKP’nin etrafındaki ideolojik nüfuz alanından başlayıp, CHP’nin azıcık soluna kadar uzanan çok geniş bir yelpazeye sirayet edebiliyor; bütün modernite, (Türkçülüğe karşı) anti-emperyalizm, cumhuriyet, laiklik, halkçılık, ilerleme, ulusal kalkınma özlemlerine bütünleyici bir çerçeve sunuyordu. Mustafa Suphi’ler ve Şefik Hüsnü’ler de bunun bir parçasıydı. Kadro’cular da (Vedat Nedim, Şevket Süreyya, Burhan Belge, İsmail Hüsrev Tökin). Nâzım Hikmet de. Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Kemal Tahir’ler de. Mavi Anadolucular da (Halikarnas Balıkçısı ve çevresi). Köy Enstitüleri ve köy romancıları da. Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’lar da. D Grubu da. Aziz Nesin ve Sadun Aren’ler de. İlhan Selçuk ve Çetin Altan’lar da. Nail Çakırhan da. Çambeller, Boratavlar, Dinolar gibi büyük aydın aileleri de. Hepsi Türkiye toplumunun aynı sol-laik mahallesiydi. Mahallemdi. Hepsi aynı düşünsel matristen besleniyor ve bir dönemin baskın elit kültürü içinde, hattâ üst düzey kurucu, üretici ve sürdürücüleri arasında yer alıyordu. Bunu illâ eleştirel anlamda da söylemiyorum. Kendi büyüklüğü ve derinliği vardı o kültürün. Çünkü yerelden evrensele açılan bir damarı vardı. 2002 sonrasının, 2012 sonrasının ve 2016 sonrasının Türkiyesi, benzer bir kültür, sanat ve edebiyat yaratabilmekten çok uzak. Çünkü evrensele, evrenselleşmeye, insanlık halinin tamamına görece kapalı. “Henüz” çok uzak da demiyorum. Sadece çok uzak.
Çocukluğumun İzmir’indeki Berktayları ve Sanulları da hep aynı zemin, aynı habitus kucaklıyor, bitiştiriyor, dostluklarına ve sofra sohbetlerindeki tarih tartışmalarına yansıyordu. En baştaki başlık resmimin de imâ ettiği gibi, o kadar içiçeydi ki hayatlar! İşte bakın, 75 yıl önce Urla İskelesi. Küreklerde Aslan amcam (1924-2012). Kayığın burnunda oturan, ilk başta tanıştığınız (İlhan amcamın eşi) Solmaz yengemin en büyük kızkardeşi Aydın abla (Aydın Görkmen). Ortada Suzan teyzem (1919-1968) ve Nazan ablam (herhalde 4 yaşında). Kayığın en arkasında, bize en yakın oturan, tıp öğrencisi Faika Sanul, yani Faika abla. Bu da, aşağıdaki fotoğraf da 1946 olmalı. İkincisinde, en arkada ayakta duran dört kişiyi teşhis edemiyorum. Sol önde Amran Sanul (Amran amca); ortada dedem; kucağındaki kızı Nazan ablam sanmıştım ama değilmiş; onun yanında babaannem Ülfet hanım. Sağ önde, denizin içinde oturan da gene Faika abla.
Yani bir kere daha, en az üç, belki dört veya beş aile var bu fotoğrafta. Nasıl saydığınıza bağlı. Yolları nasıl kesişti? Liberalleri de vardı, radikalleri de, ama benzer sorular soruyor, benzer kavram ve terimlerle düşünüp konuşuyordardı. Radikalleri babamdı, İlhan amcamdı, Faika ablaydı; TKP içinde veya çevresinde Marksizmi bulmuş, çoğu birbirini İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği’nden tanıyan, Nâzım Hikmet’e özgürlük kampanyasına katılmış, gençlikleri 1951-52 tevkifatıyla ortadan biçilmiş, bazıları eğitimini tamamlayabilmiş ama bazıları tamamlayamamış erkek ve kadınlardı (ilginç ve önemlidir; aralarında çok güçlü kadınlar vardı, en kadın-yoğun hareketiydi o dönemin). Ben gözlerimi dünyaya onların içinde açtım. Gördüm, tanıdım. Solculuğun en mihnetli zamanlarını yaşamış, ona göre bir âdâb ve terbiye edinmişlerdi. Vakur, mütevazi, farfarasız, tantanasız. (Her türlü gösteriş ve pozculuğu, sosyalistliğin yanısıra illegalitenin icapları da mı silmişti acaba?) Her halükârda, Faika abla hepsiydi bu özelliklerin. İnsanlıkları içime sinmiş. Karakterlerini kendimce örnek almaya devam ediyorum.
Dünya ve Türkiye çok değişti. Memleketin kimliği de, modernite ile ilişkisi de hâlâ problemli. Ama bu problem artık farklı paradigmalar çerçevesinde sürüyor. Cemaatleşme ve cemaatler üzerinden kutuplaşmaya çare, herhalde Millî Demokratik Devrimle bulunmayacak! Bambaşka ve çok daha demokratik bir uzlaşma kültürü gerektirecek. Olabilirse. Bilmiyorum. Ya da çok iyimser değilim doğrusu.
Neresinden bakarsanız bakın, siyaseti ve kültürüyle bir dönemi kapandı Cumhuriyet tarihinin. Marksizm de kalmadı, Sovyetler Birliği de, Kemalizm de. İkinci devrim tartışmasını kaç kişi hatırlıyor?
O kültür de bitti, kişileri de. Geri gelmeyecek, çok özel bir kuşak. Birer birer gidiyoruz. Gidiyorlar.