Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Felâket haberciliği” bizâtihi felâket

“Felâket haberciliği” bizâtihi felâket

Habercilikle ilgili yazı dizisine dönüşen örnekler, en ağır “meslekî benzetme”lere de imkân/ilham veriyor maalesef. Türkiye’de bizâtihi felâkete dönüşen “felâket haberciliği” de öyle… Sadece yaşanan facialarda, o tanıya uyan ağır sorunlarda, dertlerde yapılan “gazetecilik”e dair bir mecâz-ı mürsel değil. Gazetecilik yapmaya çabalayanların, hatta sosyal medyada görüşünü, sorularını seslendiren “x”zedelerin başına gelen felâketlere de uyuyor.

İktidarın çarkını yıllardır her reyondan etiketlemeyle, gündeme göre çeşitlenebilen düşmanlaştırmayla da döndürmeye çalışması, basınının da görev alanını biçimlendiriyor: Mesleğin sıfır noktasında “cephe gazeteciliği”.

Savaş, çatışma muhabirliğine değinen “Kameranın tetiği”yle başladığım yazı dizisinde geçen pazar yayınlanan “Tetikten tetikçiliğe ‘benzetilen’ gazetecilik” de cepheleşmenin, gücünü “bir bayrak”, bir manşet altında toplama çabasının Türkiye’den örnekleriydi bir bakıma. Açılan yakın uzak cephelerden bayrak bayrak manşetler… “Savaş çıksa bu kadar olur” diyeceğin birinci sayfalar.

Böyle örnekler en ağır “meslekî benzetme”lere de imkân/ilham veriyor maalesef. Dile gelişi öyle… Önceki yazımın finalinde -bugünkü yazıma atıfla- vurguladığım gibi “gazetecilik”te de deklanşörün, “düğme”nin, klavyenin “tuş”unun, “tetik”in-tetikçiliğin birbirine karıştığı durumlar.

Fason, tapon üretim

Artçıları iktidarı sarsabilecek her durumda, her felâket, kriz, sorunda medyayı iktidara rapteden menteşeler, manşetlerdeki ortak klişeler benzer. Türkiye’de bizâtihi felâkete dönüşen “felâket haberciliği” de öyle.

Sadece yaşanan facialarda, o tanıya uyan ağır sorunlarda, dertlerde dezenformasyona, gündem saptırmaya, yok saymaya, alenen uydurmaya, hedef göstermeye dayalı “gazetecilik”e dair bir mecâz-ı mürsel, “ad aktarması” değil. Gazetecilik yapmaya çabalayanların, hatta sosyal medyada sorularını, görüşünü, tepkisini seslendiren “x”zedelerin başına gelen felâketlere de uyuyor.

Gerçeği değilmiş gibi, yalanı gerçekmiş gibi gösterme “sanat”ı da derdim ama bu pespayelik öyle prefabrik, seri, kalıp üretim ki, bu örnekte o kelime de dillere zarar. Belki o marka, merdiven altında üretilen “fason, tapon gazetecilik”… Gazeteciliğin temel ilkeleriyle ilgili her “defo”su, yapılış kusuru, imalat hatası ayrı facia. Sadece son beş yıla, o süreçte yaşanan “felâket”lere bakmak bile yeterli.

Pandemi-infodemi felâketi

Benim yapmaya çalıştığım da tartışmaya, çözüm önerilerine kapalı seyriyle örtülü, yanıtsız kalan soruların, iddiaların kabaca derlendiği bir tür “soru bankası” denemesi. 2020, yılın felâketi koronavirüs salgını mesela… Pandemi vesilesiyle gündeme gelen “infodemi”, yanlış-yanıltıcı-güdümlü, ayarlanmış, çarpıtılmış bilgi salgınıyla da tetikleniyor.

Başlıkları, havada kalan sorularıyla bile ayrı yazı dizisi… Eski başbakanın oğluyla Venezuala’ya uzanan “maske” skandalı, iddiaları bile ironisi, maskelemeyle ilgili metaforlarıyla roman da olur.

İçerde, sınır kapılarında alınmayan tedbirlerden Çin’den gelen aşıyla süregelen tartışmalara, toplumsal mesafe”nin yok sayıldığı iktidar etkinliklerinden zamanlama krizlerine, krizin yönetilmesinden uluslararası istatistiklerin “yönetilmesi”ne, veri manipülasyonlarından virüse dayalı ölüm raporlarının “kalp krizi, zatürree” gibi kavramsal tasniflerle örtülmesine kadar birçok soru işareti, tartışma… Ama bunları “o basın”dan okuyamıyoruz tabii.

“Her şey kontrol altında”

Virüsün ilk vakayla ülke gündemine, manşetlere yerleştiği 12 Mart 2020’de iktidar basınında “Her şey kontrol altında”, “Endişeye gerek yok”, “Korona anayasası: Hasta olma, bulaştırma” gibi başlıklar göze çarpıyor.

Ertesi gün Akit “Virüs kontrolde kaosçular devrede” manşetiyle mutat görevini yapıyor. Yeni Şafak’ın “Türkiye farkı” manşetinde ise İtalya, Arjantin ve Ukrayna’ya turist olarak giden, oraları gördükten sonra Ankara’ya dönen vatandaşımızın Türkiye’de alınan tedbirlere övgüleri sıralanıyor. Daha ikinci gün!

Sosyal mesafe yasakları!

“Kontrol altındaki” salgın hızla yayılıyor. Halkı “Temastan kaçın mesafeyi koru” manşetleri, başlıklarıyla uyaran iktidar basını Diyarbakır’daki bir düğünü ilk sayfasına taşıyor. Hürriyet’in de 20 Temmuz 2020’de ilk sayfasındaki haberi o: “Sıfır mesafe halay”. Haberin işçiliğiyle de yarattığı algı, “Bu kadarı olmaz yani” ya da “Biz adam olmayız” babından…

Oysa birkaç gün sonra daha beteri olacak. Aynı Hürriyet’in ilk sayfasında ertesi günden itibaren her gün yayınlanan “Ayasofya’nın açılış töreni” ilgili seri haberler, duyurular onun habercisi zaten. Ve “Sıfır mesafe halay” haberinden dört gün sonraki manşeti yukarıdaki kupürde. Böyle durumlarda başka müjdeler gerekli…

Salgın ortamında, sosyal mesafe yasaklarına rağmen 24 Temmuz 2020’de Ayasofya’nın “350 bin kişiyle” ibadete açılıyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın minbere kılıçla çıkması ayrı “manzara”. Dekoru oyuncularıyla tarihi, dini, milli birlik beraberlik tam tekmil sahnede.

Kongre lebalep dolu”

Ardından iktidarın Giresun mitingi salgındaki coşku haberlerine ekleniyor. AKP’nin seri kongreleri de coşku verici. Şubat 2021’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rize Kongresi’ndeki sözleri ise resmen mâlûmun îlâmı: “Salgının olduğu bir dönemde kongre yapıyoruz ve salon lebâleb (ağzına kadar) dolu”!

Çifte standardın, “kurumlara güvensizlik”in yanında “sorumluların sorumsuzluğu” da yine gündemde. Sokağa çıkma yasaklarıyla ilgili “son dakika” duyuruları, yaşanan izdihamlar, indirilen-kaldırılan kepenkler, işten çıkartmalar, işsizlik, seri iflaslar bir yana… Sosyal mesafe yasaklarını yok sayan, bizzat delen iktidarın etkinlikleri manşetlerden kutlanıyor.

Yine çakılı kalan sayılar

O sürecin koyu gölgesinde kalan manşetler de var tabii. Seçimlerde devletin resmi ajansı AA’da “çakılı kalan” oylar misali, devletin “resmi veri ajansı”nda vaka sayıları, istatistikler aniden belli bir sayıyı asla aşmıyor… Lâkin yaz aylarında Türkiye genelinde 900’ü asla geçmeyen resmi rakamlara karşı, bir tek ilden, yerelden, hastanelerden, belediyelerden gelen veriler binleri, 2 binleri çoktan geçiyor.

Öyle ki Türkiye uluslararası salgın verilerini an be an veren Worldometer sitesinde bir ara kıskanılacak düzeyde neredeyse. Test, vaka, yatan hasta, yoğun bakım, entübe, ölüm sayısı gibi veriler -kendi içinde- birbiriyle çelişirken, uluslararası ortalamalara, denklemlere, grafik eğrilerine bariz uyumsuzluklar da görülüyor. Kendine has ülkenin nevi şahsına münhasır verileriyle, ölüm nedeni tasnifiyle virüsten hayatını kaybedenlerin sayısı bile muamma.

Depremde felâket haberciliği

Ardından iki yıl önce yaşanan depremlerle ilgili “habercilik”! Depremde enkaz altında kalan gazetecilik, yine felâket haberciliğinin felâketi… İliştirilmiş kameraların tetiklerinin başka yöne, muhalefete çekildiği haberler, seçmece görüntüler, devletlû yardım manzaraları…

Depremdeki korkunç görüntüleri, tepkileri, eleştirileri, imdat çığlıklarını pas geçen, hatta derdini duyurmaya çalışan depremzedeyi sustururken kameralara yakalanan “muhabir”ler, kanallar.

Mesela Sabah’ın depremin hemen ardından dört gün boyunca manşetleri… İlk günün manşeti “Asrın felâketi”, patlağı -anında nasıl ölçüldüyse- “Depremin yıkıcılığı 130 atom bombası gücünde”. İkinci gün “Devlet bütün gücüyle sahada”… 

Hemen ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklaması manşette “Hiç kimseyi sokakta bırakmayacağız”. Ertesi gün, yani depremin daha dördüncü gününde “Yaralar sarılıyor”, altında “Milletimiz devletin yanında”.  Hep öyledir de… Yeri zamanı geldiğinde devlet ne kadar milletin yanında, asıl o tartışılmalı.

Depreme erişim engeli!

Depremde acil iletişim aracı olan ve enkaz altındaki insanların sesini duyurduğu, yardımların organize edildiği sosyal medyaya, “twitter”a kısıtlama, saatlerce erişim engeli ise gerçekten inanılır gibi değil.

O rezâlet vahameti duyurmaya, eleştirel habercilik yapmaya çalışan birkaç gazetede “Vicdansız karartma”, “Çığlığa sansür”, “Twitter’ı bırakın şu enkazı kaldırın” başlıklarıyla gündeme getirilirken, iktidar basınında tek satır yok! Kısıtlamayı oto(matik)sansürle uyguluyorlar. Ötesi, yekûnu da ayrı felâket…

Sonradan bazı gazetelere, sitelere haber oluyor: “6 Şubat’tan 7 Şubat 2025’e kadar geçen iki yıllık sürede depremle ilgili sorun, ihmal ve aksaklıkları duyuran haber ve sosyal medya paylaşımlarına 11 ayrı erişim engeli kararı verildi. Bu kararlar kapsamında 213 haber ve paylaşıma erişim engellendi.” Yardımların, ekiplerin, askeri birliklerin, madencinin, doktorun, gönüllülerin bölgeye zamanında “erişimi” tartışılırken, farklı, öyle haberlere erişim de mesele.

“Yer” sarsıntısı ayrı skandal

İktidarın ekranlarını kaplayan “sismik”, deprem tehlike haritaları üzerinden durumu normalleştirmeye çabalayan, “takdir-ilahi”yi orada da arayan yine eli sopalı haber yorumcuları da devrede tabii.

Tarihteki büyük faciaların, depremlerin -tek tek- seçilmiş kronolojileri, bilançolarıyla Türkiye’deki depremin “eşi benzeri olmadığı”nı kanıtlamaya çalışmalar, “asrın felâketi” kavramlaştırmaları da… Ama eşi benzeri zor görülür kayıpların nedenleri mevzu edilmiyor.

İktidar basını daha ilk günden “Devlet burada” başlıklarıyla, yardım dağıtımı gibi “sembolik” sahnelerle, görüntülerle, vaatlerle donatılsa da… Ekranlardaki devletlû deprem bağış kampanyası, demeye dilim varmıyor ama “şov”a dönüşen o görüntüler bile ayrı skandal.

“Türkiye Tek Yürek” kampanyasında Merkez Bankası başkanının en yüksek “bağış”ı yapması, lafta yapılan sonradan tahsil edilemeyen bağışlar, Kızılay skandalları ile yarışıyor. “Kızılay başkanı”nın Kızılay’a kurumsal güveni kaç şiddetinde sarstığını, tahribatını bilemiyorum ama, bugün bile süren seri, doğrudan “iltisaklı” haberlerle oradaki “yer” sarsıntısı da ortada.

Yangın, “orman şehitleri”…

Yangınlar da var elbette. Yangın söndürme uçağı olmadığı için Marmaris’te günlerce süren orman yangınında kamerasını birkaç helikoptere, bölgeye uğrayan eşrafa kilitleyen kanallar…

Geçen ay mağarada zehirlenen “12 şehit asker”in yası, yanıt aranan soruları soğumadan “10 yangın şehidi”, AA’nın deyimiyle “Orman şehitleri” manşetlerde. Ardından eğitimde hayatını kaybeden iki şehit.

Felâketler gerçek nedenleri, sorumluları, çözümü, kurulan araştırma komisyonları, gündeme alınan soru önergeleriyle değil anca “şehit”leriyle yer alıyor o “basın”ın manşetlerinde, ekranlarında.

En acı, artık reddedilemeyecek, görmezden gelinemeyecek, örtülemeyecek felâketlerde bile ekran manzaraları “Her şey kontrol altında, devlet her şeyi yapıyor” mesajının gölgesinde. Ana görev “Devlet burada” menülerinin, mizansenlerinin servise koyulması…

Kartalkaya’nın kartalları

Yaşanan olayın nedenlerinin, sorumluların iktidardan uzak tutulup anında muhalefete, birkaç kişiye yönlendirilmesi de bir tür “tetikçilik”in canlı örnekleri. 78 kişinin hayatını kaybettiği “Kartalkaya yangını”nın soruşturulması da taze örnek. Dilim yine kayıyor: “Yahu turizmci bakanın, bakanlığın filan hiç mi günahı, sorumluluğu yok!”

Felâket yönetimi”nin ana ilkeleri arasında muhalefetin, belediyelerin yardımlarının, kampanyalarının görünmez kılınması, küçümsenmesi hatta resmen engellenmesi, yardım etkinliklerinin durdurulması, tüm soru önergelerinin anında reddedilmesi de var tabii.

Basının operasyonları…

Süregelen, yaşanan/yaşatılan felâketler, “facia”lar türlerine göre de sınıflanıyor, sıralanıyor. Adaletten eğitime, ekonomiden çevreye tarıma, esasında bakanlığı olan her alan bu tanıma da aday.  Şiddet desen o da kendi içinde sınıflanmış. “Trafik magandası, canavarı” bile demode sanki, yollardaki şiddet, kesici delici ateşli silahlı trafik terörü güncel. 

Bir başka boyutunun, veçhesinin de dört aydır tartışmalarla, protestolarla gündemde olduğunu düşünmek mümkün: “CHP’li belediyelere operasyonlar”.  Ve tabii “o basın”ın güncel, tipik göreviyle anında devreye girmesi… Basının operasyonları!

Ama yaşananları bu başlıkla tanımlamak, bu cümleye sığdırmak bile zor. Zira gözaltılar, tutuklamalar, cezayla-yaptırımla, otomatik idari kontrol, yurtdışı yasağıyla “özgür” bırakmalar, baskılar, kanal kapatmalar “CHP” ile de sınırlı değil. Medyanın “tetik mekanizması” da ondan ibaret değil. Hedefine herkes yerleşebiliyor.

“İnfaz” fotoğrafları, listeleri

Bu mevzuda 2025 sembolleri arasına yerleşen bir görüntüyü, kareyi de hatırlatmalıyım. Haziran başında aralarında beş “seçilmiş başkan”ın da bulunduğu 38 kişinin gözaltına alındığı, görüntülerinin kişi başına iki polisin ortasında, tek sıra servis edildiği o fotoğrafla ilgili “iliştirilmiş basın”ın coşan “infaz haberleri”…  

Henüz yargılanmamış, iddianamesi bile hazırlanmamış, netleşmemiş o insanlarla ilgili atılan toptan “Yolsuzluk taburu” başlıkları mı istersiniz, daha inceden yargı yüklü “5. dalga” başlıkları mı… O “basın” durumu aktarıp en azından iddianameyi beklemek filan bir yana, yargılamayı bile mahkemeye bırakmıyor.

Ötesi gözaltına alınacaklardan, tutuklanacaklardan, zamanlamasından -geh geh- söz ediliyor, yeni listeler açıklanıyor. “Geh geh” gibi “gerile gerile”, “hava ata ata” mânâsında eski, sevimsiz, genellikle kaçındığım türden bir tabir kullanmamın nedeni de maalesef bu duruma en uygun tasvir olması… Bakın ekrana bazıları öyle oturuyorlar koltuklarında. Görüntü, malzeme bu olunca yazıdaki “işçilik” de insanın sınırlarını, dilini zorluyor.

Kendini aşma rekorları

Esasında iktidar medyasını eleştirmeye, başlıklarıyla özetlemeye, hatırlatmaya bu kadar yer ayırmanın anlamı bile laf-güzaf sanki. Tadı tuzu da yok zaten, sofradaki yeri, “ehemmiyeti” de şüpheli. Velâkin yazmamak ne mümkün… Böyle rezaletlerin bir kısmı yeni de sayılmaz ama kırılan yeni rekorlar, “kendini aşmalar”, “buluş”lar, pervasızlık kayda geçmeli.

Bu ortamda gazetecilikle ilgili “etik” tartışmalar da endazeye gelmeyen en hoyrat örneklerin koyu gölgesinde. Gündemdeki, her türden “iktidar”daki tetik, “düğme” mekanizması, “hedef alma /gösterme” düzeneği, “kamera”dan öte haber masalarında, “tartışma” programlarında yerleşik düzen ritminde işliyor. Bazen en kaba, hoyrat, saldırgan, alaycı haliyle, bazen inceden inceden…

- Advertisment -