İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener hakkında açılan “Fosforlu Meral” tag’iyle geçtiğimiz hafta gündeme gelen efsanevi bir karakter Fosforlu Cevriye.
Meral Akşener haklı olduğu kadar okkalı bir cevap da verdi, ayrıca yolları hâlâ beraberken beş yıl öncesinde Devlet Bahçeli’nin ona yine bu şekilde hitap ettiğini de anlattı. Bir çoğumuz gibi benim de yüreğim serinledi.
Fakat, bir niteleme olarak “Fosforlu” olmanın hakaret olarak kullanıldığına, altında yatan imaya şahit olurken, bir şarkı ya da roman kahramanı olarak “Fosforlu Cevriye” karakterinin hakkının yenmesine itirazım olduğu için bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Fosforlu Cevriye’den bahsedeceksek, önce bestekâr ve söz yazarı Zeki Duygulu ile başlamalıyız, daha sonra da edebiyatımızın kadri bilinmemiş kadın yazarlarından Suat Derviş ile devam etmeliyiz. İkisi de 1900’lerin başlarında doğmuş, ikisi de dönemin “iyi” “varlıklı” ailelerinden geliyor.
Zeki Duygulu hakkında tutarlı bilgilere ulaşmak zor ama Soyadı Kanunu ile “Duygulu” soyadını kendilerine uygun gören bir aileden bahsediyoruz öncelikle. 1903 yılında Beyrut’ta dünyaya geldiği, babası Trablusgarp’ta İtalyanlara esir düşünce ailenin geri kalanının İzmir’e yerleştiği, Aydın Sultanisinde öğrenciyken Millî Mücadeleye katıldığı, 1925 yılında Fahrettin Altay’ın Süvari Kolordusunda müzik öğretmenliği yaptığı, 1935 yılında Kıdemli Yüzbaşı iken ordudan istifa ettiği ve hatta 1928 yılında Atatürk tarafından “Mülazım” rütbesi ve İstiklal Madalyası ile ödüllendirildiği gibi bilgilerle karşılaşıyoruz. Tabii, bizi esas olarak ilgilendiren müzisyenlik kısmı. Binden fazla Türk Sanat Müziği şarkısı bestelemiş, zamanında biraz fazla “popüler” ya da zamanın ruhuna uygun olmayan şarkılar da yazmış ve bestelemiş olduğu eleştirilerini de almış. “Fosforlu Cevriye” de bunlardan biri olsa gerek. 1974 yılında İstanbul’da ölmüş.
Suat Derviş ise 1900’lü yılların başında ender rastlanılacak şekilde “akademik” bir ailenin çocuğu. Babası İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi profesörlerinden İsmail Derviş, dedesi Darülfünûn kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa. Anne tarafından dedesi Sarayın mabeyncilerinden Kâmil Bey. O dönemlerde her kız çocuğuna kısmet olmayacak derecede iyi bir eğitim alıyor, Fransızcayı ana dili gibi biliyor, 16-17 yaşlarındayken ablası ile birlikte Berlin’e gidip, bir yandan Almanca öğrenirken diğer yandan konservatuara devam ediyor, Berlin Üniversitesinde Felsefe ve Edebiyat dersleri almayı da ihmal etmiyor. Şiirler yazıyor, henüz çocuk denecek yaştayken yazdığı öyküler, romanlar var, gazeteler çıkarıyor. Otuza yakın romanı, çevirileri basılıyor. Devrimci Kadınlar Birliğinin kurucularından. Dördüncü evliliğini TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner ile yapıyor. 1972’de İstanbul’da ölüyor.
O da, Zeki Duygulu gibi, çoğunlukla hüzünlü hikayelerin peşinde. Nereden baktığınıza bağlı tabii, ama bana göre Suat Derviş hüzünlü kadın hikayelerinin içinde “toplumsal” başka hikayeleri günlük dilde, hiç göze sokmadan ama derin felsefî sorgulamalarla birlikte, ustalıkla anlatıyor. 1990’lı yıllarda edebiyat çevreleri ve feministler tarafından yeniden keşfedildiğini söyleyebiliriz.
Suat Derviş’in, en ünlü romanındaki “Fosforlu Cevriye” karakterini Zeki Duygulu’nun 1940’lı yıllarda yazdığı ve bestelediği tahmin edilen “Fosforlu Cevriye” şarkısının sözlerinin izini sürerek yarattığını biliyoruz. Bu kısacık şarkı sözlerini çok ilham verici bulmakta haklı bence…
“Karakolda ayna var, ayna var
Kız kolunda damga var
Gözlerinden bellidir Cevriyem
Sende kara sevda var
Denizlerin kumuyum
Balıkların puluyum
Aç koynunu ben geldim
Ben de Allah kuluyum”
Suat Derviş bu romanı, siyasi görüşleri sebebiyle tutuklanma ihtimali ile karşılaşınca ablasının yanına gittiği Paris’te 1950’lerin sonlarında yazıyor. 1963’te eşinin de hapisten çıkması üzerine Türkiye’ye geri dönüyor ve bu güzel roman 1968’de ilk kez yayımlanıyor.
Romanda 1940’lı, 1950’li yıllarda Beyoğlu, Galata, Karaköy sokaklarında dolaşıyoruz.
Cevriye, kendini bildi bileli sokaklarda yaşıyor, hiç evi olmamış. Annesi hakkında hiçbir fikri yok, gökyüzündeki yıldızlara bakıp hayaller kurarken, “bir yıldızdan” dünyaya düşmüş olabileceğini düşünüyor, o çok küçükken ölen ve ona sahip çıkan bir adamı sevgiyle hatırlıyor ve onun babası olduğunu sanıyor.
Roman dört bölümden oluşuyor, şarkının sözlerinin ilk dört dizesi bu dört bölüme başlık oluyor. Mümkün olduğunca Suat Derviş’e bırakalım sözü:
Karakolda ayna var…
Önce Cevriye’ye neden “fosforlu” dendiğini öğreniyoruz:
Bir gece vakti, polisten kaçmaya çalışırken, “Onu ilk yakalayan şişman ve yaşlı komiser… o gece ona doğru çevirdiği elektrik ışığı saçlarına çarpıp binbir ışık yaratınca: “Burada bir fosforlu var…” diyor. “İşte o gün bugün ismi Fosforlu Cevriye’ydi.”
“Ona bu ismi yakıştırmalarında daha başka sebepler de vardı.
Bu sebepler onun gözlerinin, saçlarının ve bütün varlığının sanki hakikaten fosforluymuş gibi, etrafa ışık saçmasıydı.
Karanlıkta köşe başlarında beklerlerken, erkekler karanlığa rağmen hep ona doğru gelirlerdi. Onu görüp de seçerek değil…
Kızlar: “Fosforu var derlerdi… Göze evvela o çarpıyor.”
…
“Bir gece kadınına, bir karanlık kızına bundan daha güzel ve onu daha iyi vasıflandıran bir sıfat bulmaya imkân mı vardı…”
Fosforundan dolayı polisin yakaladığı karanlık kızı Cevriye, “vaktiyle hali ve vakti yerinde bir Rum ailesine ait bir bina olan”… bir “Beyoğlu karakolu”na getirilir.
“…camekanın karşısına gelen duvarın ortasında cevizden ince oymalı bir çerçeveyle süslü bir endam aynası vardı. Yerlere kadar inen bu aynanın iki tarafında herhalde eskiden portmanto gibi bir şeyler bulunmuş olmalıydı.
…
Cevriye’yi ilk defa bu karakola getirdikleri zaman büyük bir sevinçle:
“Aaa! Karakolda ayna var! diye ellerini çırpmış ve aynaya doğru koşmuştu.
Cevriye’nin kendini bir defada yukarıdan aşağıya kadar gördüğü biricik ayna buydu.
Tepesinden tırnağına kadar kendi aksini birinci defa olarak görmekten o akşam o kadar büyük bir zevk duymuştu ki, yakalanmış olmaktan hissettiği üzüntüyü hemen unutuvermişti.”
Kız kolunda damga var…
İyi kalpli, açıkça söylenmese de siyasî mahkum olduğu anlaşılan, kimilerine göre Suat Derviş’in çocukluk arkadaşı Nazım Hikmet’ten, kimilerine göreyse eşi Reşat Fuat Baraner’den esinlenerek oluşturduğu bir erkek karakter Fosforlunun hayatına çok müşkül bir anında giriyor. Ama bir süre sonra adı bilinmeyen bu adam da yakalanıp hapse düşüyor:
“… karakolun aynasında kollarına baktığı zaman; bileklerinde bu kelepçe resimleri yoktu. Bunu sonradan yaptırmıştı.
Barba’ya yalvarmış, Galata’nın en mahir dövmecisini buldurmuştu. Ve kollarını ona uzatarak:
– İkisine de kelepçe resmi yap! demişti. Sahici büyüklüğünde olsun!
– Daha güzel bir şey yapalım be kız! diyen ihtiyar dövmeciye:
– Güzel bir şey istemem. Kelepçe olsun! diye bağırmıştı.
… bir daha onu görüp görmeyeceğini, bir daha onunla konuşup konuşmayacağını bilmiyordu. İsmini bile bilmiyordu.
Fakat Cevriye onun felaketini paylaştığını kendine ve herkese ilan için bu dövme kelepçeleri kollarında ölünceye kadar taşıyacaktı.”
Gözlerinden bellidir Cevriyem…
Aşık olmuş, daha da fenası karasevdaya düşmüş bir kadının bakışları vardır artık Fosforlu Cevriye’de…
“Hayatı hiç bilmeyen ve hayattan her şeyi bekleyen bir çift göz ancak bu kadar masum ve bu kadar ümitli bakışlarla bakardı.
…
“Bu his girift acayip bir duyguydu.
Çok kudretli, çok korkunç, kendisini şaşırtan, şimdiye kadar bilmediği, hissetmediği ve bilip hissetmediği için isimlendiremediği bir duyguydu bu.”
…
“Onun bıçak tutuşunda, lokmaları çiğneyişinde bile bir fevkaladelik var gibi geliyordu.”
…
“Cevriye bu adamdan ne istiyordu? Niçin ona gelmişti? Niçin onu görmek, onun karşısında oturmak, onun yüzüne bakmak, onun çevresinde ve yanında bulunmak istiyordu?
Cevriye bunu kendi kendine izahtan acizdi.
Halbuki Cevriye, Fosforlu Cevriye, İstanbul kaldırımlarının çiçeğiydi. Ve bir erkek kendisine yaklaştığı zaman, kendisi bir erkeğe sokulduğu zaman, onun kendisinden ve kendisinin ondan velhasıl birbirlerinden neler istediklerini pek iyi bilirdi.”
…
“Cevriye mavi denizlere, mavi göklere dalıp baktığı zaman içinde kendi kendine tarif edemediği sonsuz bir hayranlık hissi duyardı.
Bir büyüklük karşısında en had derecesine kadar düşen bir küçülme hissiydi bu.
Onu kendisine sonsuzca yüksek görüyordu. Onun karşısında kendini sonsuzca küçük ve âciz hissediyordu.”
…
“Sevgilisine giderken… bütün varlığı değişiyordu. İri siyah gözlerine büyük sevda kadınlarının manalı bir ateşle tutuşan derin, muammalı bakışları doluyor, benzi, bir fildişi bebek benzi sararıyor, kırmızı dudaklarının kenarında bir ümidin titreşmesi hasıl oluyordu. Ümit, korku, saadet, üzüntü, endişe ve hicap, bu sürtük ve sıyrık görünümü, yüzünden koparıp atıyordu.”
…
“Sanki köprü altı çocuğu değilim de ana baba yanında yetişmişim gibi!” diyordu kendi kendine.
Sende karasevda var…
“Yeis içinde olan kalbi kuduz bir canavar gibi göğsünü dişliyordu.”
…
“İnsanın bir kimsenin ibadetten sonra duyduğu sükûnet gibi tatlı bir his olarak kalbine girmiş olan bu sevgi, şimdi harap eden, kasıp kavuran afet gibi bir şey olmuştu.”
…
“Ona karşı olan sevgisi bir aşktan daha fazla bir şeydi… bir karasevda… hasta bir gecesinde kendisini evine alan ve ondan bugüne kadar bütün erkeklerin istediğini istemeyen, onun zavallı bir sürtük olduğunu anlamaz görünerek onu sayarak, ona insanlık gururunu iade etmiş olan bu adamı, bu zavallı mahpusu karasevdayı hatırlatan bir aşkla seviyordu.”
Sonunda karasevdalısını ele vermemek için ölmeye gider Cevriye, gözünü kırpmadan… Ölümün eşiğinde “denize demir atmış bir takanın üstünde tek başına oturan bir gemicinin” söylediği türküyü duyar.
“Bu türkü karakollardaki aynalarda kendini seyreden, kollarında damga olan, gözlerinden karasevdası okunan fosforlu bir güzeli anlatıyordu. Karanlık bir gecede gökten düşüp parçalanan bir yıldız gibi sular üstünde fosforlu bir iz bırakarak kaybolmuş Fosforlu Cevriye’yi…”
Ne bu şarkının ne de bu romanın ilham verebileceklerini sınırlamak haddim değil. Ama yine de, bence, bir karakter olarak Fosforlu Cevriye bize en çok aşkın nasıl bir şey olduğunu ve namusun ne olmadığını anlatır. Gündelik siyasi söylemde, bu hüzünlü ama güçlü karakterin daracık zihinlere hapsedilmesine gönlüm razı olmaz.