Çocuk edebiyatı denince aklına Kemalettin Tuğcu gelen bir kuşağız biz. Parçalanan, dağılan ailelerin, küçük yaşta çalışmak zorunda kalan çocukların, yalnız ve kimsesizlerin yazarı Tuğcu bir anlamda yaşanan değil yaşanmayan çocukluğu anlatmıştır. Eksik kalan ve bir daha hiç tamamlanamayacak olanın iç sızısını yazmış ve böylelikle yaşanmamış bir çocukluğun yasını tutmuştur.
Çocukluk bitmeyen bir hazinedir çünkü ve buna sahip olunamadığında hayatın kaçınılmaz acıları her defasına bizi sürükleyip yaşanmamış çocukluğun kıyılarına bırakır. Ne var ki o coşkun nehirde sonradan girip yıkanmak bir daha asla mümkün olmaz ve bu nedenle çocukluk, doğası gereği hep eksiktir. Her şeye rağmen bu coşkun nehir bizi sürekli besleyen oldukça yaşatıcı bir kuvveti de içerir. Esas olan zorluklardan arındırılmış, sıkıntısız bir hayat ya da böyle olması için çabalama değil her türlü zorluk ve acı karşısında sahip olduğumuz dayanma gücümüze tutunmadır ve bu güç çocukluğun bahçesinde yetişir. Bizi biz yapan her ne varsa çocukken karşımıza çıkmıştır.
Bu nedenle çocuk edebiyatı hayati derecede önemlidir; çocukluğun bitmeyen gücünü hep canlı tutup yaşatmak, hayatın bilinmeyen karanlıkları karşısında ne zaman istersek kaçıp sığınabileceğimiz aydınlık bir alanı korumak için buna ihtiyaç vardır. İnsanlardan uzaklaşmak istediğimizde kendimize kaçabilmemiz için de bu gereklidir. Çocukluk asla yalnız olmadığımız bir yerdir. İleri doğru yaşanan bir hayatın arkamızdan gülen sevimli gözleridir. Ve de sonradan geri dönülemeyene ancak edebiyat bizi götürebilir. Çocukluk yalnızca bir defa gidilen bir ülke gibidir. Bu nedenle sonrasında dönüp dönüp içimizde yeniden yaşatmamız gerekir ve edebiyat bize bunu sağlayan muhteşem bir imkândır.
Buraya çocukluğun canlılığı hiç geçmeyen hatıralarından birini eklemek sanırım yerinde olacak. Kemalettin Tuğcu’yla ilk tanışmam ilkokul son sınıfta olmuştur. 80’lerin sonları… O yıllarda her nedense bilgi yarışmaları çok önemsenirdi. Okullar arasındaki inanılmaz seviye farklılıklarına bağlı olarak sonucu baştan belli yarışmalardı bunlar. Milli eğitim kendini iyi hissetsin diye yapılıyordu sanırım! Biz çocuklar içinse büyük olaydı elbette. Günler öncesinden üç kişilik bir ekip kurulur ve ara sıra bir araya gelip hazırlık yapılırdı. Çok sevdiğim yakın arkadaşım Altan, ben ve yanlış hatırlamıyorsam Suzan’dan oluşan bir ekiptik. Suzan mı diye emin olamadım şimdi düşününce çünkü bu tür ekiplerde her zaman için sessiz bir üye vardır ve Suzan sanırım çok katkısı olmayan o sessiz üyemiz olduğundan yeterince net hatırlayamıyorum. Önce kendi okulumuzda başarılı olunca okullar arası yarışmada temsil hakkı bizim olmuştu. Ve ardından bir dizi elemeleri geçmiş ve yine yanlış hatırlamıyorsam finalde Malatya’nın en bilinen okulu Derme’yle karşı karşıya gelmiştik. Bizim Sakarya ilkokulu kıyıda köşede kendi halinde bir yerdi. Ve Derme’yi yenmiştik (Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik, türü bir duyguydu bu!). Derken sıra hediyelere gelmişti. Bu kadar büyük bir zaferin hediyesi de ona göredir diye düşünüyorduk (Oysa Milli Eğitim’in hediyeleri her zaman sönüktür!). Pek tabii ki böylesi bir yarışmanın hediyesi kitap olmalıydı (Muhtemelen bu işler için ayrı bir bütçe olmamasının da bunda epeyce bir payı vardı!) Sarı, parıltılı bir kağıda sarılmış halde aldık kitaplarımızı. Bir süre açmayarak zaferimizin heyecanını yaşamayı sürdürdük. Ta ki kendi kendimize kalıncaya kadar. Ve açtık. Hediyelerimiz, Kemalettin Tuğcu kitaplarıydı. Benim payıma, Bir Ocak Söndü düşmüş Altan’a ise Göçmen Kızı gelmişti. Suzan’ınkini bir kere daha tam hatırlayamıyorum (Çocukluk hiçbir zaman tam hatırlanmaz çünkü! Hep eksik parçaları bir türlü bulunamayan bulmacalar gibidir. İlginizi ve merakınızı sürdürmeniz için bir tür oyundur bu ve eksik parçaları hatırlamak bu nedenle çok zevklidir).
Altan’ı bilemiyorum ama ben bu isimle ilk kez karşılaşıyordum. Hatırladığım kadarıyla hediyenin biraz hafif kalışını çok da önemsememiştik. Hatta, bunu gerçek bir hediyeye dönüştürmek için Altan’la olan tarifsiz arkadaşlığımızın anısına adamaya karar vererek kitapları kısa süre içerisinde okuyup değiştirmeye karar verdik. Üzerine de bizim için yazılan genel notun (Milli Eğitim hediyeleri hiçbir zaman kişiye özel olmayıp hemen her zaman genel bir gençliğe adanır!) altına olacak şekilde birbirimize içimizden gelenleri yazarak değiş-tokuş yaptık. Benimki artık Göçmen Kızı onunki de Bir Ocak Söndü olmuştu. Aman Allahım her ikisi de ne acıklı kitaplardı. Bunu hediye eden kişiler bilerek ve okuyarak mı etmişlerdi diye hep düşünmüşümdür. Görkemli bir zafer için ne kadar da uyumsuz bir hediye! Sonraları giderek koptuğum arkadaşım hediyesini ne yaptı bilemiyorum ama ben zorlasam baba evinin el sürülmeyen kutsal köşelerinde bulabilirim sanıyorum. Her neyse çocuk edebiyatı denilen türle ilk ciddi karşılaşmam böyle olmuştu ve bunun ne olmadığını küçük yaşta anlamamı sağlamıştı (Bizim Milli eğitimin genel yaklaşımına da uygun bir durumdu, sanırım bu yolla eğitimin ne olduğundan çok ne olmadığını anlamamız isteniyordu). İlk ve son okuduğum Kemalettin Tuğcu kitaplarıdır bunlar.
Bunları düşünmeme sebep geçen hafta kitapçının çocuk kitapları bölümüne bakınırken karşılaştığım Gülten Dayıoğlu’nun ilginç bir kitabı. İlginç diyorum çünkü bu, Dayıoğlu’nun, yazdığı çocuk kitaplarının hikâyesini ve kendi yazarlık serüvenini anlattığı bir kitap. Kurgunun içindeki gerçeği, gerçeğin içindeki kurguyu açığa vurdu oldukça kişisel bir anlatı: Yaşadıklarım ve Düşlediklerim: Yetmiş İki Kitap, Bir Hayat (Altın Kitaplar).
Dayıoğlu, bana göre Kemallettin Tuğcu’nun aksine yaşanamayan değil yaşanan çocukluğun yazarıdır. O nedenle, eksik kalanı acıklı bir edebiyata dönüştürmeksizin tamamlanabilir olan bir dünya kuruyor ve ötekinin tersine içimizdeki çocuğu canlı tutmayı hedefliyor. Gerçeğin ağır yükünü kurguya geçirirken anlamını kaybetmeden başka bir forma dönüştürüyor. Ciddiyetin sıkıcılığını çocuklaştırıyor.
Kitaptan anlaşıldığı kadarıyla kendisi de içindeki çocuğu canlı tutabilmiş biri. Çok yaramaz bir çocuk olduğunu söylüyor: “Çocukluğumda çok yaramaz bir kızdım. Annem, eşe dosta benden söz ederken, ‘Benim kız öyle yaramaz ki, gün olur düz duvara tırmanır, gün olur gökyüzüne kement atar’ derdi. Annemin bu sözlerini, hep belleğimin başköşesinde sakladım. Pek çok kez kendimi, kimliğimi, bu sözleri ölçüt alarak irdeledim. Anneme hep hak verdim. Nice büyüsem, olgunlaşsam da ben hep, o gökyüzüne kement atan kız olarak kaldım.” (s.12).
“Gökyüzüne kement atmak” deyimi Dayıoğlu için edebiyatın ta kendisi. Bu aynı zamanda kurmaca yazmanın da sırrı. Yani, elle tutulamaz gözle görülemez bir düşün yakalanması işi: “‘Gökyüzüne kement atmak’ deyimi mesleğimle de örtüşüyor. Başka bir deyişle, yazma eylemimin özeti oluyor. Çünkü eserlerimi yazarken, bir bakıma gökyüzüne kement atıyorum. Düşler, düşünceler, türlü fanteziler, en çok da yüreğime sığdıramayacağım kadar sevgi ve coşku yakalıyorum.” (s.12).
Kitabı okuyunca anlıyoruz ki çocuk edebiyatı diye ayrı bir tür olsa da edebiyat yazarı olmanın sırrı hep aynı: yaşanan gerçekliklerle düşünülen, hayal edilenleri birleştirerek yeni bir dünya kurmak. O da hep bunu yapmış, Kütahya Emet’te başlayan hayatının her aşamasından biriktirdiği sayısız tecrübeyi yeniden işleyerek içindeki çocuğun yaşadığı bir ülke kurmuş. Yaşadıklarıyla düşlediklerini harmanlayarak kendisinin de ne çıkacağını bilmediği bir ürün elde etmiş. Hayat boyu gökyüzüne kement atmayı sürdürmüş durmuş.
Gülten Dayıoğlu ülkede hâlâ eksikliği fazlasıyla hissedilen bir alanın ilklerinden ve “çocuk edebiyatı” başlığının yayılmasının arkasındaki isimlerdendir. Bu nedenle denebilir ki çocuk edebiyatın annesidir. Aslına bakılırsa o hep bir anne olmuştur (her çocuk kitabı yazarı kendi kendisinin annesidir!). Sevgisi öfkesine, kızgınlıklarına ve acılarına baskın, şefkatli bir anne gibi gelir bana hep. Kitaplarını okuyan her çocuk kendi çocuğu gibidir ve her kitabı bir süre sonra çocuklarından birine dönüşür. Hem amatör hem de profesyonelliği annelikle birleştiren sevecen bir yazardır.
Kitabın alt başlığında da yazdığı gibi onlarca kitabı vardır ama ben hep Fadiş gibi Dört Kardeşler gibi daha amatör denilecek dönem ürünü eserlerini sevmişimdir. Gerçi şunu da söylemek gerekir ki bütün çocuk kitabı yazarları aslında tek bir kitap yazarlar ve bu yaptıkları geçip gitmeyen bir geçmişin dünyasında yaşayan içimizdeki çocuğun ana kahraman olduğu, ne kadar kurgu yaparsak yapalım gerçekliğin çocukluğa dönüştüğü bir düşler ülkesi kurmaktır.
Ve tam da bu nedenle her çocuk kitabı bir tavşan deliğinden girilerek başlar ve iyi yazar, kaçıp gideni gökyüzüne kement atarak yakalar. Çocukluk uzak bir ülkedir ve ancak bunu yapabilenler onu tutup geri getirebilir!