Eduardo Galeano’nun harika kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol’u (Can Yay.) anmak için bundan daha güzel bir zaman olamazdı. Belki de ilk kez bu kadar kendinden memnun ve hiç olmadığı kadar sportmence mücadele eden, hiç olmadığı kadar keyif alarak oynayan oyuncularımız var. Bir de seyircili oynadığımızı düşünün! (Belki de seyircisiz oynamak yarıyordur bize, kimbilir!).
Gerçi Galeano için, “Seyircisiz bir maç müziksiz dans etmek gibidir” (s.29). Fazlasıyla haklıdır bunda ama bu durumun yaradığı takımlar olabileceğini de düşünmemiz gerekir. Üzerindeki “milli baskıyı” gereğinden fazla hissederek oynadığı oyunu keyifsiz bir güç mücadelesine, anlamsız bir savaşa çeviren, estetiksiz bir kuvvet teşhirinden kurtulmak kimi takımlara iyi geliyor olabilir! Bu konuda şöyle yazar Galeano: “Savaşın yüceltilmiş bir şekli olan futbolda şortlu on bir adam, semtin, kentin ya da ülkenin kılıcıdır. Zırhsız ve silahsız bu adamlar, seyircilerin içindeki şeytanı açığa çıkarırlar, takımlarına olan inançlarını ise perçinlerler.” (43).
Seyircisizlik, yalnızca kendisi için oynamak gibi bir ağırlığından kurtulma şansı verebilir ki bu bizim gibi takımlar için belki de bulunmaz bir nimettir! Ve belki de seyircisizlik, bir dünya insanın içindeki şeytanı açığa çıkarmasına izin vermediği için oyuncularımıza kendileri olma fırsatı vermiştir. Sebep her neyse, milli takım hiç olmadığı kadar gurur veren bir oyun oynuyor ve bu çok şaşırtıcı! Her zamanki gibi izleyen gözlerimiz tuhaf ve farklı bir şeylerin olduğunu hissediyor tam olarak açıklayamasa da.
Uğur Meleke Hürriyet’teki bugünkü yazısında, takımın son iki maçının büyük bir kırılma ve yeni dönemin habercisi olduğunu yazmış: “Norveç maçında bir devrin sona erdiğini gördük” diyecek kadar önemsemiş durumu ve şöyle devam etmiş: “Güzel bir oyuncu grubumuz var: Güler yüzlü, olumlu, centilmen. Hollanda ve Norveç’i harika skorlarla geçtiler. Ancak tüm bunların dışında heyecan verici bir şey var bu takımda. Çeyrek yüzyıllık ezberlerimizi bozuyorlar adeta. Biz mesela hep topa sahip olan, yeteneklerine güvenen, sahaya terinin son damlasına kadar bırakıp şanssızlıkla kaybeden taraf zannederdik kendimizi. Oysa iki maçtır rakipler bir fazlasını yapmak zorunda kalıyor hep. Bizse akılcı oynayan tarafız. Onlar yüreğini koyuyor sahaya artık. Bizimse bir stratejimiz var. Topa onlar sahip oluyor, yetenek sergiliyor; biz kazanıyoruz! Bu bizim daha önce şahit olmadığımız bir şey. Ezber bozan bir şey.”
Üzerinde düşünmemiz gereken bir durum olduğu aşikâr. Ama ben nedense hiç olmadığımız kadar gerçekçi ve akılcı davrandığımızı söyleyen Uğur Meleke gibi düşünmüyorum. Söyledikleri yanlış olduğu için değil eksik olduğu için. Bence de gerçekçi ve akılcıydık ama hem Hollanda hem de Norveç maçında zannedildiği kadar akılcı ve strateji içeren bir oyun oynamadık. Tam tersine, hem Hollanda ve hem de Norveç bize kıyasla fazlasıyla akılcı, fazlasıyla rasyonel ve fazlasıyla stratejiklerdi ve bence tam da bu nedenle kaybettiler. Bunun dışında bir yolları ve çözümleri olmadığı için aynı sonuçsuz çabayı sarf edip durdular. Beklenmeyenle karşılaştıklarında beklenmedik bir tepki geliştiremediler. Çünkü futbol hiçbir zaman sadece akıl ve strateji oyunu değildir. Öyle olduğu gün bütün anlamını yitirmiş demektir.
Geleano, kitabında bir ara profesyonel kalecilik yapmış olan ünlü yazar Albert Camus’nun küçüklükten beri hep kaleci olduğunu yazar. Çünkü kaleciyken ayakkabıları daha az eskimektedir. “Fakir bir ailenin çocuğu olan Camus için sahalarda koşmak bir lükstü. Her gece büyükannesi ayakkabılarının tabanını kontrol eder, eskimiş bulursa döverdi.” (s.100).
Kalecilik tecrübesi Camus’ya hayata dair çok şey öğretmişti. “‘Şunu öğrendim ki’ diyordu Camus, ‘top birine hiçbir zaman beklediği yönden gelmiyor. Bu bana hayatta çok yardımcı oldu, özellikle de büyükşehirlerde insanlar göründükleri gibi olmuyorlar.” (s.100). Futboldan bir şey daha öğrenmişti Camus: “Kazandığında çok sevinmemeyi, kaybettiğinde de yerinmemeyi öğrendi.” (s.100).
Bizim takım, yeterince gerçekçi ve akılcı değildi ama bugüne kadarki en akılcı ve gerçekçi futbolunu oynadı. Fakat bu oyunda top hiçbir zaman beklenen yönden gelmediği için uzun bir tecrübeyle kazandığımız akıl dışılığın getirdiği şans ve gerçekçi olmamanın sağladığı düşünülemeyeni düşünebilir olma çok yardım etti. Diğer bir deyişle futbol, akılla duygunun, stratejiyle hayalin birleşmesine, tıpkı hayat gibi yeteneğin ve çalışmanın yetmediği bir alana ihtiyaç duyar ama bunlardan bir taraf dengesiz şekilde yetersiz kalırsa diğer tarafa ne kadar yüklenirsek yüklenelim sonuç hüsran olmak zorundadır. “Terinizi son damlasına kadar sahaya akıtsanız da” işe yaramaz.
Bu defa fark işte burada gizliydi, yani bugüne kadar hep yaptığımız ama sonucu değiştirmemize yetmeyen, yürekten oynama, gereksiz riskler alma, herkesin kendi topunu oynaması, estetik yaratıcılık, gerçekçi olmama gibi hasletlerimiz ilk kez sonuca olumlu anlamla etki edebilir hale geldi. Bu durum tam da bu ülkenin ihtiyaç duyduğu ve kendi farkını ortaya koyabileceği bir şeye karşılık geldiğinden son derece önemli oldu. Yani, kendimizde varlığını hep hissettiğimiz bir takım meziyetlerimiz ve içsel bir gücümüz var şüphesiz ama bütün bunların sonuca dönüşmesi için akla, stratejiye ve bilgiye ihtiyacımız var. İman gücü ancak akılla birleştiğinde hayata geçirilebilir bir niteliğe dönüşüyor. Yurt dışında oynayan oyuncu sayısının çokluğu Şenol Güneş’in yaklaşımıyla ihtiyaç duyduğumuz bu rasyonelliği kazandırmış olabilir.
Tıpkı bu ülkede gerçek bir düşünceye ulaşmak için doğunun ve batının birikiminden eşit derecede yararlanmanın bir zorunluluk oluşu gibi futbolun da başarısı duyguyu ve aklı ne eksik ne fazla bir karışımla sahaya yansıtabilmeye, topun hiçbir zaman beklediğimiz taraftan gelmeyeceğini bilen bir açık uçlulukla ama aynı zamanda yeterince çalışır, düşünür, akılcı davranırsak her zaman istediğimiz tarafa gönderebileceğimiz bir anlayışa ihtiyacı vardır. Futbol, gölgeli ve güneşli bir oyundur ve tam da bu nedenle en başarılılar ne Batılı ne de Doğulu, ne gereğinden fazla soğuk ne de gereğinden fazla sıcak ülkeler değil aynı anda her ikisi olabilen, hayalle realiteyi birleştirebilen ülkelerdir.
Ve milli takım Şenol Güneş’le birlikte çok önemli bir şey öğrendi: “Kazandığında çok sevinmemeyi, kaybettiğinde de yerinmemeyi.” Bu durum, duygusal dengesizliği bastırdı ve akılcılıktan kolaylıkla sapma eğilimlerimizi sürekli olarak kontrol altında tutabildi. Yeni bir his ortaya çıktı: rakibin yenilgisinden çok kendi zaferinden zevk alma hissi. Galibiyetleri ötekinin aczine değil kendi oyununa bağlama zevki.
Kısacası, milli takım bunu yapmaya devam ederse futbol gerçekten de asla sadece futboldan ibaret olmayabilir.