Ana SayfaManşetHâlâ öyle mi Güler Hanım?

Hâlâ öyle mi Güler Hanım?

Bir bakanın karnesini düzeltmek için Hazine’nin 128 milyar doları Babacan’ın tabiriyle kibritle yakıldı, bütün değerlendirme kuruluşlarında Türkiye’nin notları yerlerde sürünüyor. Cumhurbaşkanı’nın açıklamasıyla açı reçetelik hale gelmiş bir ekonomi var. Halbuki 2018 yılında da sadece çıplak gözle bile ortada “güvenimiz tamamdır” denecek bir ehliyet ve liyakat olmadığını görmek mümkündü.Bu duruma bağıra çağıra geldik.

“Azdan az, çoktan çok gider,” kaybedecek şeyi olmayan birinin kaybedecek çok şeyi olan birine söyleyebileceği en etkili meydan okumalardan biri.

İlk olarak Yılmaz Güney’in bir filminde mi yoksa Kurtlar Vadisi’nde mi kullanıldığında popülerleştiği konusunda rivayetler muhtelif.

Mafya ağzı olduğu kesin.

Bu sözün Türkiye’de devlet ile işadamları arasındaki ilişki konusunda çok açıklayıcı olduğu da…

Çoktan çok gitmesinden endişe ilk başta haklı bir korku gibi görünüyor.

Özellikle devletin mafyalaştığı otoriterleşme dönemlerinde.

O yüzden klasik Marksist “altyapı üstyapıyı belirler” analizleri Türkiye’yi açıklamıyor.

Yıllarca Türkiye’deki Marksistler parlamenter demokrasiye burjuva demokrasisi dediler.

Haklı olsalardı, demokrasi defalarca çökerken burjuvaziden çatlak da olsa bir ses çıkması gerekirdi.

Ama o ses hiçbir zaman çıkmadı. Tabii alkış sesleri hariç…

27 Mayıs darbesinin Devlet Başkanı Cemal Gürsel, İstanbul Ticaret Odası’na “Bana Sanayi Bakanlığı için üç isim önerin” dediğinde ona üç isim önerilmişti: Vehbi Koç, Nejat Eczacıbaşı ve Şahap Kocatopçu.

İlk iki isim bağlılıkları bildirerek aflarını isteyince, İstanbul burjuvazisi adına bakanlık görevini Türk Şişecam’ın Genel Müdürü olan Şahap Kocatopçu üstlenmişti. (Ne tesadüf, aynı isim 12 Eylül rejiminde de darbecilerin bakanlar kuruluna aynı pozisyonda girdi.)

Affını istemesinin nedeni bu olmasa da, kendisine bakanlık teklif edilen Nejat Eczacıbaşı’nın babası Ferit Eczacıbaşı, İttihatçılık zamanlarından Celal Bayar’ın yakın dostu, sıkı bir Demokrattı. Babası gibi Demokrat Partili olan iki numaralı oğlu Vedat Eczacıbaşı, darbenin ardından İstanbul’daki ünlü bir meyhanede ayağa kalkıp “Kadehimi benim için hâlâ başbakan olan Menderes için kaldırıyorum” deyince ihbar edilip tutuklanmış, uğradığı linçe dayanamayıp intihar ederek hayatını kaybetmişti.

Kardeşi ilk gözaltına alındığında ağabey Nejat Eczacıbaşı, önce bunun gazetelere çıkmaması için uğraşmış; olayı öfkeli bir başlıkla veren Hürriyet gazetesi haberinde “Vedat Eczacıbaşı” adını kullanınca gazeteye bir açıklama gönderip “olayı gazetelerden öğrendiğini, Vedat Eczacıbaşı ile ilgisinin bir akrabalık bağından ibaret olduğunu ve yine bahis konusu kimsenin, Eczacıbaşı ilaç fabrikası ile hiçbir alâkasının bulunmadığını, olay karşısında duyduğu teessürü” ifade etmişti.

Ama ülkenin bakanlık teklif edilmiş en zengin işadamlarından biri olmak bile kardeşinin cenazesini memleketleri İzmir’e götürmesine yetmemişti.

İşadamları bu ve benzeri acı tecrübelerden kendilerine dersler çıkardılar.

Herhalde ülkenin önde gelen 12 işadamının bir araya gelerek TÜSİAD’ı kurmak için 2 Nisan 1971 gününü beklemeleri de tesadüf değildi.

12 Mart Muhtırası’ndan 20 gün, Nihat Erim başbakanlığında teknokrat ara rejim kabinesinin kurulmasından 5 gün sonrası…

Ekonominin başına Dünya Bankası’ndan Atilla Karaosmanoğlu getirilmiş; Başbakan Erim, “Demokrasinin ve özgürlüklerin üzerine bir şal örtülmeli” demişti.

Demokrasinin üzerine şal örtülmesi TÜSİAD’ın hiç umurunda olmadı. O günlerde kuruluşlarını müjdeledikleri, altında ülkenin en zengin ailelerinin imzasının olan “Amaç ve Görüşlerimiz” adlı gazete ilanında “Ülkemizin yeni bir devreye yöneldiği şu günlerde, biz bu yönelimin yurdumuzun kaderini nesiller boyu etkileyeceği inancındayız” deniyordu. 

12 Eylül ve işadamları üzerine çok fazla konuşmaya bile gerek yok. Vehbi Koç’un Kenan Evren’e gönderdiği, sonu “Emrinize amadeyim” diye biten tebrik telgrafı, geçtiğimiz yıllarda İstanbul Bienali’nde bir sergide bile yer aldı.

İşadamları, sadece paranın değil, gerçek iktidarın da kokusunu da iyi aldılar; her zaman esas iktidarın kimde olduğunu, işlerini kimle görebileceklerini, kimi karşıya almalarının maliyetinin daha ağır olacağını iyi hesap ettiler.

O yüzden 28 Şubat’ta hükümetin değil askerlerin, beşli çetenin, silâhsız kuvvetlerin yanında durdular; 2007’de cumhurbaşkanlığı krizinde laiklik vurgulu açıklamalar yaptılar; 2008’de AKP kapatma dâvâsına hık mık ettiler; üniversitelerde başörtüsü düzenlemesine bile karşı çıktılar.

Mevcut iktidarlara karşı seslerini ise ancak ülkedeki demokrasi seviyesi ortalamanın üstüne çıktığında duyabildik.

Parlamenter demokrasinin güçlü olduğu 79’da Ecevit’e karşı gazetelere ilânlar verdiler, 90’lardaki zayıf hükümetleri eleştirdiler, AK Parti iktidarının demokrasi çıtasını yukarılara çıkardığı dönemlerde zaman zaman itiraz ettiler.

Ama çizgiyi aşınca durmasını bildiler. 1997’de Prof. Bülent Tanör’ün yazdığı Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri başlıklı TÜSİAD raporu, 2011’de Prof. Ergun Özbudun’ın TÜSİAD için hazırladığı anayasa taslağı çok tepki alınca, TÜSİAD yaptırdığı çalışmaların ve hocaların arkasında duramamıştı.

Ama bütün bu karanlık tarihte bazı istisna insanlar ve istisnai dönemler de yok değildi.

70’ler boyunca piyasa ekonomisini, liberalleşmeyi savunan ve bu yüzden TÜSİAD’la da kapışan işadamı Mehmet Mermerci, 90’ların başında liberal değerleri savunmak için parti kuran Cem Boyner ve yine 90’ların başında parti kuran ve en zor zamanlarda demokrasi ve özgürlükler için mücadele eden Besim Tibuk — ve tabii son olarak, babasının parasını yiyerek bir ömür mutlu mesut bir hayat yaşamaktansa solcu ve muhalif bir aktivist olmayı tercih eden ve bu tercihinin cezasını da 1111 gündür hapiste ödemekte olan Osman Kavala…

Bu listeye bir ismi daha eklemezsek haksızlık olur.

Sakıp Sabancı’yı.

Sabancı, 1995 yılında İstanbul Sanayi Odası’ndan bir heyetle birlikte Diyarbakır’ı ziyaret etmiş ve bu geziden sonra “Doğu Anadolu Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Politikaları Raporu”nu hazırlatmıştı.

Rapor o günlerin şartlarında oldukça cesurdu. 

Sorunun sadece fabrika açmakla çözülmeyeceğini söylüyordu Sabancı; İspanya ve İngiltere tecrübelerinin incelenmesini, özellikle Bask modeline bakılmasını öneriyordu.

Yani bir çeşit özerkliği tartışma masasının üzerine koymuştu. 

Bu öneri Alparslan Türkeş’i çok hiddetlendirmiş, “Sakıp Ağa, çizmeden yukarı çıkıyorsun” diye onu öfkeyle uyarmıştı.

TÜSİAD, o gün de Sakıp Sabancı’nın arkasında duramadı.

Hattâ birkaç yıl sonra Sabancı Center’da kardeşini kurban verdiği suikastı bu kırmızı çizgiyi geçmeye bağlayan çok sayıda komplo teorisi yazıldı.

Ama aralarında Sakıp Sabancı’nın da olduğu bir grup işadamı zaman zaman cesur hamleler yapmaya devam ettiler.

2000’ler boyunca Karaköy’de Sabancılara ait bir binada ve onların da destekleriyle faaliyetlerini yürüten TESEV’in, Türkiye’nin demokratikleşmesine, sivilleşmesine, AB sürecine büyük katkıları oldu.

Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir akademik özgürlük ortamı sağlayan Sabancı Üniversitesi,  Sakıp Sabancı’nın vefatının ardından da bu çizgisini sürdürdü.

2005’de Boğaziçi Üniversitesi ile birlikte düzenledikleri, popüler adıyla Ermeni Konferansı, idare mahkemesi kararıyla iptal edilince buna karşı direndiler ve konferansı yaptılar.

Tabii o günler, bu iptal kararına dönemin Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakanı Erdoğan’ın “düşünce özgürlüğü” diyerek net bir şekilde karşı çıkabildiği zamanlardı.

Sonra bu köprünün altında çok sular geçti.

AK Parti iktidarı bütün güçleri elinde topladı. İktidarın kokusunu iyi alan, gücün kimde olduğunu tespitte mahir Türk burjuvaları da klasik pozisyonlarını aldılar.

Kim derdi ki, bir zamanların en şahin Kemalist işadamı İnan Kıraç’ı bir gün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hayali yerli otomobil için kurulan konsorsiyumunda sahnede göreceğiz, ya da 28 Şubat’ta boykot listelerine girmiş Ülker’in patronu Murat Ülker gün gelip, o 28 Şubat’ın en ateşli destekçisi Doğu Perinçek’in ve Uygurlara zulümleri arşa ulaşmış Çin Büyükelçisi’nin düzenlediği toplantılara koşacak…

Ama herhalde bu sahneler içinde en şaşırtıcı olanı 2018’deki o toplantıydı.

2018 yılında yeni Cumhurbaşkanlığı sisteminin sürpriz Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın Yeni Ekonomi Modeli diyerek yaptığı Powerpoint sunumunu izlemek üzere iş dünyasının en önemli isimleri salondaki yerlerini almıştı.

Genç ve tecrübesiz bakan konuşması sırasında salondaki kerli ferli iş insanlarına büyük bir özgüvenle lâf attı, onlarla ilginç diyaloglar kurdu.

 “Öyle mi Güler Hanım” gibi…

Ama toplantının sonunda Güler Hanım’ın da bundan çok rahatsız olmadığını gördük.

Kameraların karşısına geçip kimsenin hiç bir şey anlamadığı o powerpoint sunumu tevil eden iş insanları arasında en dikkat çekici olan Güler Sabancı’ydı.

Sakıp Sabancı’yı andıran kendine has, özgüvenli üslubuyla bakana kefil oldu ve desteğini bildirdi:

“Sayın Bakanımızı Enerji Bakanlığından tanırız. Söylediğini yapan bir kişidir. Gerçekleştirmiştir. Başarılı bir Enerji Bakanlığı yapmıştır. Bugün de bize orta ve uzun vâdede yeni dönemin, dönüşüm döneminin neler yapılacağının ana hatlarıyla verdi. İnanıyorum ki önümüzdeki dönemde Eylül başında orta vâdeli program çıktığında hepimiz daha fazla detaylara hakim olacağız. Ancak duyduğumuz orta ve uzun vâdeli planın ön hatları bakanımızın geçmişini de bildiğim için, yaşadığımız için Enerji Bakanlığında, tek tek uygulanacağına ve Türkiye’nin, ülkemizin hak ettiği dönüşümü gerçekleştireceğine olan inancımız tamamdır.”

O günlerde bu sözleri, Sabancıların aldıkları ve oturdukları yerden para bastıkları elektrik dağıtım ihaleleriyle, ülkedeki ekonomik krizden etkilenmediklerini gösteren yüksek kârlılık rakamlarıyla, yüksek vergi cezalarından duydukları korkuyla veya  Pelikan adıyla bilinen grubun derneğinin başkanlığı yapan eski TESEV Başkanı Can Paker’in Sabancı Holding’in yönetiminde olmasıyla açıklayanlar oldu.

Sebep her neyse, iki yıl sonra sonuç ortada.

Bir bakanın karnesini düzeltmek için Hazine’nin 128 milyar doları Babacan’ın tabiriyle kibritle yakıldı, bütün değerlendirme kuruluşlarında Türkiye’nin notları yerlerde sürünüyor. Cumhurbaşkanı’nın açıklamasıyla acı reçetelik hale gelmiş bir ekonomi var.

Halbuki 2018 yılında da sadece çıplak gözle bile ortada “güvenimiz tamamdır” denecek bir ehliyet ve liyakat olmadığını görmek mümkündü.

Bu duruma bağıra çağıra geldik.

Ama 2018’de bakana açıkça kefil olan Güler Sabancı ve o toplantının çıkışında bakanın powerpoint becerilerini övgülere boğan iş insanlarının sesini bu iki yılda hiç duyamadık.

Bankalarında baş ekonomist, uzman olarak çalıştırdıkları ve baskılarla işten çıkardıkları finansçılar, bankacılar bu iki yıl içinde Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin nasıl eritildiğini anlattılar; onları duymadılar.

Enflasyon-faiz üzerine yeni ekonomik tezler yazılırken, emekli maaşı ve kitap gelirleriyle geçinen ekonomistler bile her gün itiraz ettiler ama onlar çıkıp tek kelime söyleyemediler.

Ekonominin bir inat ve önyargı uğruna darmadağın edildiği Brunson krizinde ağızlarını açamadılar; Osman Kavala için Slovenyalı parlamenterler bile açıklama yaptı, ama 2018’de bakana kefil olan Güler Sabancı ve powerpoint övücü iş insanlarından “tanırız, ne alakası var” diyen çıkmadı.

 Ve “dediğini yapan bir kişi” olan bakan bir Instagram mesajıyla ortadan kayboldu, bir haftadır yine sessizler.

Affını kabul eden Cumhurbaşkanı bile kendisine bir cümleyle teşekkür ederken, Hazine Bakanı olarak yaptıklarından hiç bahsetmeden, sadece Enerji Bakanı iken sismik araştırma ve sondaj gemileri almasını övebildi.

Bakanın “başarılı bir bakanlık yapmadığını” artık en fanatik AK Partili küçük esnaf bile kabul ediyor bugün.

Ama iş dünyasından yine tek bir ses yok.

Instagram story’lerinde “happy hour”lardan, İtalya’nın kasabalarındaki bağbozumlarından “keyifli” paylaşımlarını görmesek, yaşadıklarından bile insan şüpheye düşebilir. 

Adana’da vakıf binalarına bile el konulmuş dini bir cemaatin lideri kadar, sokak röportajlarında kendisine uzatılan mikrofonlara konuşan yatay çizgili t-shirtlü abiler kadar bile cesaretleri yok.

Halbuki Cumhurbaşkanı’nın bile acı reçete gerek dediği bu tablonun en çok kaybedeni de en çok kazananlar olmalı.

Demek ki öyle değilmiş. Belki de Güler Hanım için bu iki yıl o kadar da kötü geçmemiştir. Hattâ “güveni tamam” olan eski bakana holdinginde bir iş bile teklif edebilir.

Yani o söz o kadar doğru olmayabilir.

Azdan az, çoktan çok gitmiyor bu ülkede.

Azdan hayallerini yıkacak kadar çok gidiyor, ya da çoktan giden kafaya takılmayacak kadar az.

Ama şurası kesin; Türkiye tekrar demokrasiye, hukuka, rasyonaliteye dönerse, bundan en çok kazanan yine “çok”lar olacak.

Herhalde artık kimse o demokrasiye burjuva demokrasisi demez.

Çünkü sokak röportajlarında olan bitene isyan eden emekli amcalar ve teyzeler kadar bile katkıları olmayacak bu dönüşe…

Öyle değil mi Güler Hanım…

- Advertisment -