Toplumsal değişimin meşrubatın payına düşen kısmında, tiryakisi için en hazin, can sıkıcı dönem, bence çayla yaşanmıştır. “İçecek endüstrisi”nin şekilden şekile, poşetten poşete soktuğu çayla…
Çaya “meşrubat” demem ama soğuk-sıcak cümle içecekler değişti, çeşitlendi. İçecek reklamları da artık tarz yaşamın, gençliğin, farklılığın, seksapelin büyülü asalarından birisi. “Hanım gider sen gidersin, gündüzleri çaydan çaya”lı “lüküs hayat” bile operetinden demode.
O rüyasında zengin, o ikinci yeni “lüks hayat”ın alımlı, seksi, buluşfuruş dünyanın curcunasında, sadece “Abi bi çay” gariban… Zira Stephan Reimertz’ın deyişiyle, “Çaydan sonra seks, seksten sonra çay” paradigmasını ancak Anthony Burgess gibi İrlanda kökenli bir İngiliz akıl edebilir, dillendirebilir. Kimse de nedenini, nasılını, “ne alaka”sını tahayyül edemez. Burgess’ın bu muammasını da “Otomatik Portakal”ının, Türkçe’ye “Mozart ve Deyyuslar” diye çevrilen kitabının yanına koyar, otomatik Oralet’ini içer. (¹)
“Çaydan sonra”yı Lale Müldür güzel anlatıyor ama o da romantik maalesef: “Sonra belki çay içeriz. /Şansımız varsa yağmur da yağar./Damlalara huzur yüklemece oynarız./Benim damlam seninkini alnından öper. /Güzel şeyler olur belki. /Sen gel bence…” Aslında “çay ve ihtiyaç molaları”yla geçen ömürlerde romantizm de zor.
Flörtün enstrümanı değil
Harikalar Çağı’nda çay, flörtün bile enstrümanı sayılmıyor artık. “Sizinle bir çay içelim bari”li izdivaç programları çoktan kalktı. İki yüz yıl önceki çayla ilgili tablolarda bile bu hâl seziliyor. Tabloların ezici çoğunluğu, kadınları Çay Partisi’nde ya da “İkindi Çayı”nda resmediyor. Evin erkekleri işte, oynaşta ya da savaşta muhtemelen…
Erkekler tablolara ancak ihtiyarlayınca yaşlı eşiyle birlikte katılıyor ya da çok kalabalık torunlu-torbalı çay saatlerinde “hısım-akraba” arasında kaynatılıyor. Tablolarda erkek erkeğe çay içmek savaşta, paşalara mahsus… Tek başına çayını içen erkekler ise ya emekli kaptan, ya fakir, bezgin, dul çiftçi.
Çayın kalelerindeki sabah-akşam seyranı da, sadece “anane-babane-dede” diye çağrılan kuşakta, tavlada, pişpirikte makul karşılanıyor. O da biraz ite kaka… Onların zerzevat çayı yerine hâlâ kara çayı tercih ettikleri rivayeti, hoşa giden, nostaljiyi diri tutan bir şehir efsanesi. Herkeste bir çarpıntı, asabi dem tansiyonu, çay demleme hâlsizliği, uykusuzluk fobisi/hobisi… Kahvede masadakilere seslenerek “Herkes çay değil mi?” diye soran amca, rahmetli. Vefatının 10. sene-i devriyesinde ıhlamurla anılıyor.
Çayla seksapel imkânsız
Bu nedenle çaycı sermaye, reklamlarında ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor. Seksapeli olmayınca reklam reklam değil, “Ben ben değilim”… Çay reklamında Magnum modelleri bile kullanılsa… Elcağızına, Cem Karaca tahayyüllü “ojeli parmakları”na çay bardağı tutuşturulsa, onlar da nasıl seksi olacaklarını çözemeyecek. Kesme şekerle Magnum yaratıcılığında bir şeyler yapılabilir ama o da yine çayı geri plana düşüren bir tema.
Diyelim ki; delikanlı “bir gecelik aşk” stand(art)ında göz kırpan bir yakınlaşmanın ardından kız tarafının malikânesine gidiyor. Prenses üzerine rahat, tavşankanı renginde bir Victoria Secret gecelik almış, uzanıyor Bar-Amerikan’dan: “Bir şey içer misin?” Yelek-ceket takım delikanlı, iki elini ensesinde kavuşturup “Şöyle güzel bir çay demle de içelim bakalım” diyor… Reklamda, uyduruktan da olsa, olmadı değil mi? Çayda bir hısım-akrabalık, bir “abim-bacım benim” ezberi, bir eşofman, çizgili pijama kreasyonu var. Hiç çayına ilaç atılanı duyduk mu mesela?
İşçileri, toplayıcıları dışında çayı kadına benzeten vecizelerin çoğu, bana zorlama, biraz “on türküsü var dokuzu kadın, birisi de at ve silah üstüne” geliyor. Hele “ince belli bardak”sa mevzu: “Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel, namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.” Kadının “ince ayak bileği” de kurtulamıyor metafor fırtınasından… Tavanı da bence Sezai Karakoç’tan: “Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir /Judy Garland gibi çay, kan gibi çay…” Çay bardağındaki “dudak payı” meselesine, yeni ilhamlar vermesin diye girmeyeceğim.
Çayda züppeliğin tasviri
Bir yolu da çayın ağır yaralanan itibarını seçkinlikle onarmak… Gerçi memlekette -bir kısım- “Ben çay içmiyorum” elitizminden de söz edilebilir ama deneyelim. Lord görünümlü bir beyefendiyle Leydi görünümlü bir hanımefendi “tea table”ın çevresinde… Leydi’nin bayraklı abiyesi, 12 Eylül’de o kreasyonla sahne (darbe) alan Müşerref Akay’ın gardrobundan. Çaylarını, “çay fincanını, bir kaşlarını ve serçe parmaklarını yukarı kaldırarak” içiyorlar, Baron bu kez üç parmağını kaldırıp, baş ve işaret parmağıyla tuttuğu kaşıkla “çayını yarım saat karıştırıyor”… “Yapmacık kelâm”larla, beyaz mendilli dudak kıyısı temizlikleriyle, araya “çıtkırıldım”lar, “reca”lar serpiştirerek konuşuyorlar.
Fena değil gibi ama bu da bir reklam senaryosu değil, Reimertz’ın kitabında “çayda snopluğu, züppeliği” tarif ettiğiparagrafından… Hangi şekle soksan olmuyor. Çayın mimik ve jestleriyle bizde sonradan görme snopluğu çağrıştırması, onu Kuğu protezli koluyla Nusret demler, servis ederse mümkün.
“Değişmedi ki” muhafazakârlığı
Çay ihtiyar, yapayalnız… Napsın, o da cazibesini, olmayan seksapelini başka kulvarlarda arayacak. Baktın hiçbiri olmuyor, muhafazakâr düşüneceksin. Nostaljik reklam filmini Ankara’nın eski Tandoğan, yeni Anadolu Meydanı’ndaki “otantik” çini çaydanlığın yanında çekeceksin ki, bari o “heykel” ilk kez bir mana kazansın.
Reklam dünyasında yeniden yaratacağın ürünün geleceğe değil geçmişe dönükse, tek yol o… Reklamlarında aile büyüklerinin alkışı, torunlarının temposuyla “Değişmedi ki, değişmedi ki…” temasını kullanacaksın. Nitekim bir firma “Çayın anlamı değişse de lezzeti hiç değişmez” sloganıyla ortaya çıktı mesela.
Lâkin izlerken “Yoooo” çekip, “Bırak lezzetini, ona lezzetini veren çeşidi, demleme(me) yöntemi, sunumu-servisi bile değişti” diyorsun, sitemle… Ekliyorsun; “Ya markanızın ‘çağa uyumu’ için raflara doldurduğunuz sallama çaylarınız, demlik poşetleriniz… Kâğıt poşetinin mi lezzeti değişmedi?” Yaa… Haberler ve reklamlar, karşılıklı konuşmak, söylenmektir arkadaşlar.
Temel bir gün İngiliz’le evlenir
“En güzel (cüzel) çay” değişmez lezzetini, reklamlarda “Karadenizce” konuşan oyunculardan ya da Sinan Çetin’in şive şirinliğinden de almıyor. Yine de Çetin’in o yapımı, filmlerinden iyiydi fikrimce. Kısaydı bir kere… Onun da modası geçince, reklamı Enternasyonal Karadenizli yaptılar tabii: Bir gün Temel, bir İngiliz’le evlenir… Ecnebi hanımısı önüne konan çeşit çeşit çayların hiçbirini beğenmez. Afrası tafrasıyla Temel’in zevcesi değil de sanki “Kraliçe Elizabeth”… Ta ki, o marka çay önüne gelene kadar: “Çay budur…” Amaç Karadeniz fıkrasıysa, komikti.
Kökü dışarıda bir firmanın haklı nasihatlerini, zarif azarını da işittik reklamlarda: “Konuşmamız gereken bir konu var. Aslında çok konu var… Televizyona dönük koltuklar, birbirimizden önce sarıldığımız telefonlar, yüz yüze bakılmayan asansörler, dönülmeyen cevapsızlar, ismini bilmediğiniz komşular… Birbirimizle uzun uzun konuşmanın vakti gelmedi mi? Hadi, çaylar hazırsa konuşalım artık”.
Bunu bir ecnebiden duymak acı da, o meseleye sonraki yazılarımda, evriminin dördüncü aşamasındaki “Susan İnsan” başlığıyla -etraflıca- değineceğim. Çayın ayağı öyle değil. “İyi polis” rolündeki sorgucu bile insanları çayla konuşturamıyor. Bu ülkede konuşanın hâli ortada… O reklamı “diplomatik nota” bile yapsan, boş.
Hiç bu kadar aşağılanmadı…
Çay birçok insan için dışarıda kahvaltıda-brunchta, 41 çeşit, serpme ıvır zıvırın arasında, atıştırma, yağlı-reçelli parmak desenli buğulu bardak. Boynu bükük; çünkü tabelada-menüde sadece onun için “Bedava sınırsız çay” gibi vurgular, küçümsemeler, aşağılamalar var. Ekmek-su, tuz-karabiber, servis açma vs. gibi tamamlayıcılardan bile “Kuver” adıyla para alınırken, çayın “bedava ve sınırsız” olması, hiçbir canlının başına gelmesini istemeyeceği bir “öteki”leştirme. Lezzeti desen, o da kendini gece-gündüz, sınırsız kaynatılan “bedava”lığında kaybediyor.
Oysa her muhabbete, günün her saatine, her yere, cümle sosyal sınıfa başköşeden kurulan devamlılık abidesiydi çay. Uygunluğun 7’den 77’ye anıtıydı… Kahvenin 40 yıllık hatırı bile tevâtürdü yanında. “Bir çay demle de, hatırası, akıbeti falda kalmasın” derlerdi adama.
Ihlamur filan desen, şanı-şöhreti zaten gribal enfeksiyondan… Modacı, stil ikonu George Bryan Brummel’in biraz kibirli ama hoş deyişiyle, öyle “zerzevat”ın yeri mutfak değil, ecza dolabıydı. Çay, kadim lezzetiydi hayatımızın. Ama işte o da…
Kapitone sabahlıklı demlik
Kokusu, ritüeli, teferruatı-edevatı, ağız yakmasın diye içine soğuk su katılan, zararı dokunmasın diye demi az tutulan “paşa çayı”yla çocukluğumdu benim. (O günün rütbe seviciliği, soylu sevecenliğiyle, “Hanimiş benim paşam”) Küreği bisküviden hayâllerle gezinirdik anaforunda… Annemin sabahları demleyip de kararmasın diye ocaktan aldığı, soğumaması için üstüne -artan kumaştan kendisiyle bir örnek- kalın kapitone sabahlığını giydirdiği evladiyelik porselen demlikti.
Sanki tanrıların elinden alıyordu o çay demini… Şarap Tanrısı Dionysos sızdığı masadan kalkıp, sobaya yanaşıyordu; sobanın üzerinde demliğin yanında kızaran francala dilimleriyle bir anda alakartlaşan mütevazı kahvaltı sofrasını kutsamak için. Her sabah, başlangıçtı çünkü. Akşamcıların bile yeniden başlamaya, çaya ihtiyacı vardı.
İki çay söylemiştik, biri açık
Pikniklerde yemeğin ardından közün üzerinde demini ağır usul alan çayı, gençken de yanımızda götürdük. Sonra Cemal Süreya’nın “İki çay söylemiştik orda biri açık, keşke yalnız bunun için sevseydim seni” dizesiyle demledik, asıl önemlisi demlendik. Önemini, tarihini unuttuğumuz “Dikilen İnsan” olduk yeniden. Şöyle bir doğrulduk… Üstümüzü başımızı silkeledik, arkası kuşlu aynamızda saçımızı taradık.
Sabaha eren gecelerin tek lezzeti oldu bir dönem. Dumanaltı odalarda, Edip Cansever misali “Bir çay bardağında on dudak izi”… Öğrenci evlerinde odun (“ödünç” inşaat kalası) sobasının üzerinde dinlenirken, muhabbetin vazgeçilmez izcisi. Yakıtıydı, uzun sohbetlerin. Murat Menteş adını da koymuştu o yakıtın: “Her gülümseyişinde tüm ülkeye çay ısmarlayayım, seninleyken bir yudum çay zenginleştirilmiş uranyum gibi enerji veriyor bana…”
Çaysız muhabbet olmazdı. “Çaysız saadet neymiş, tatmadım bilemem ki”ydi… Bir ara çay, semaver ve nargileydi; dumanı tüten sohbetin üçlemesi… Gençlik Parkı, Recep Özgen Çay Bahçesi… Ama tütünü şimdiki nargiletörlerin ıvır zıvır çaylarına benzettiği kayısılı, vişneli, çilekli, ballı, böğürtlenli vs. meyveli filan değil, sarma tömbekiydi. Fokurdayan sohbette başın dönerdi dumanından. Acı çay nargileden çektiğin fırtın ardından, şekerli gelirdi.
Çay demine, yâr kıdemine göre
İlk gençliğimizde çoğunun adı “İkimiz” olan kafeleri, başbaşa pastaneleri, pastasına, kurabiyesine, muhallebisine göre değil çayının demine göre tercih ettik. Hemen her tercihimiz mahçup ederdi de… O kriter pek yanıltmazdı: Çayı demine, yâri kıdemine göre anarsın. İki kere iki dörttü o zamanlar. Sosyolojide, siyasette, nihayetinde hayatta o inatçı aritmetikle yanıldığımız da oldu ama… O ayrı.
O günlerin kurgusunu Attila İlhan’a bırakıp, “başbaşa çay, elele yürümek derken…” vardığımız aşka… Yâre çay demleme ritüeliyle devam ettik, Metin Altıok’la: “Saçlarımı taradım, toparladım ortalığı. /Çay demledim senin için. /İçimde bir terminal kalabalığı…”
Yıllar geçti… Kocadık biraz, içi rakı dolu “çay kadehi”yle hüzünlendik ilkbaharlara, sonbaharlara: “Sevmek için geç, ölmek için erken”.
Gelecek hafta Hasköy Bahriye Kahvesi’ndeyiz; “Usul usul, koynunda biriktirip geçmiş gelecek bütün zamanları…”
(¹) Saat gibi portakalın sırrı: Kelime oyunlarını seven Anthony Burgess, Mozart’ın hayatını anlatan kitabının “Mozart and the Wolf Gang” adını Wolfgang ismine nazire olarak yerleştiriyor. Türkiye İş Bankası’nın yayınladığı kitabın Türkçe adındaki “Deyyus” da benzer bir kelime (ses) oyunuyla “Amadeus”a gönderme… Türkçe’ye “Otomatik Portakal” olarak çevrilen kitabının adı da aslında kafiyeli “Cockney argosu”ndan alınma. “Gerçekten çok tuhaf”, “Saat gibi çalışan, saat mekaniğinde işleyen -turuncu- insanlar” anlamında…
Cansever’in turuncu adamları: Acaba Michelangelo Antonioni gibi döneminin baba yönetmenlerini seven, şiirleri “film sahnesi” tadında olan Edip Cansever’in “Ve akşam güneşlerinde orda burda /Bir deniz kıyısında, eski bir yıkıntıda /İnce ince gezinen turuncu adamların”da, günbatımının üzerlerine yerleşen renginin yanında o kitabın, 1971 yapımı o filmin de mi izi var? Olmasa da var; Postacı’nın “Şiir onu yazana değil, ona ihtiyacı olana aittir” önermesine göre.
YAZI RESMİ: İngiliz Kraliyet Donanması’nın Manowar (Man of War) tipi savaş gemisinde, bir deniz manevrası sırasında “paşa çayı” içen generaller. (1889)