Ana SayfaManşetHata neredeydi?

Hata neredeydi?

Öyle görünüyor ki bu öfke bugün bir yol ayrımına gelmiş durumda. Hata neredeydi sorusu “ustalıkla” sorulmuş bir soruydu ve Müslümanların kendilerine bakmalarını engelleyici bir yan da taşıyordu. Nesnel nedenleri ima ediyordu ve öznel ya da içsel, zihinsel nedenleri dışlıyor, uzaklaştırıyordu. Soru, kimin ya da neyin hatası değildi çünkü, hata neredeydi, buna göre, cevap da orada bir yerlerdeydi ama bulunamıyordu, durmaksızın aranıyordu bu yüzden.

Ünlü Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis’in, 1999’da ‘Ortadoğu’da Kültür ve Modernleşme’ başlığıyla Viyana Beşeri Bilimler Enstitüsü’nde art arda verdiği üç konferansın derlemesinden oluşan Hata Neredeydi? kitabı önemli bir konuyu ele alır. Doğu’nun üç yüz yıldır cevabını aradığı bir soruyu inceler. Üç yüz yıldır hatta daha uzun bir süredir hatanın nerede olduğunu arayan ama bir türlü bulamayan bir coğrafyanın zihinsel açmazlarını, ileri geri gidişlerini ve kabullenemediği bir dünya karşısındaki tereddütlerini anlamak için okunması gereken önemli bir eser. 

Özetle şunu söyler Lewis: İslam dini geçmişte çok büyük bir uygarlık ortaya çıkardı. Ekonomide, askeri alanda, bilimde ve siyasette son derece güçlü zamanlar yaşadı. Dünyanın en büyük gücü haline gelebildi. Özellikle adalet, eşitlik ve de özgürlük -bilhassa inanç özgürlüğü- gibi konularda çok ileri düşünceler getirdi ve de hayata soktu. Büyük bir insanlık fikri ortaya çıktı. Ancak zamanla Avrupa ülkeleri ve uygarlığı bir şekilde güç dengesini bozunca İslam ülkelerinin buna karşı tutumu son derece hastalıklı oldu. Bu durum çok büyük bir kafa karışıklığını ve anlayamamayı beraberinde getirdi. Getirmeye de devam ediyor.

Çünkü söz konusu bu ülkelerin hepsi Hıristiyandı ve bunun anlamı, tahrif edilmiş, yolundan sapmış, otantikliğini kaybederek batıllaşmış ‘geri’ bir dinin mensuplarının İslam’ın en güçlü olduğu alanlarda galebe çalması demekti. Oysa Müslümanlar için İslam’ın gelişiyle birlikte Hıristiyanlık tarihe karışması ve son bulması gereken bir dindi. Bu dinin mensupları, İslam’a göre sapkınlar ve hatta ‘kafirler’di. Kendilerinden aşağıda gördükleri uzak ötekiydi. O nedenle, eşitsizliğin İslam lehine olduğu zamanlarda onların kim olduklarını ve nasıl yaşadıklarını hiç merak etmediler. Tam tersine, uzak durulması gereken, çürütücü ve bozucu bir uygarlık olarak gördüler. O topraklara ancak insanlığın ve İslam’ın ışığını götürmek için gidilebilirdi. O insanlar ancak İslam’ın gölgesinde hidayet bulabilir ve dikkate alınabilirdi. Elbette bu çok büyük bir özgüvendi!

Hıristiyanlar içinse durum tam tersineydi. İslam’ın ve Müslümanların neler yaptıklarını bilmeye ve bütün güçlü yanlarından faydalanmaya çalıştılar. Müslümanların bilimdeki üretimlerini Avrupa’ya taşıdılar. Onların askeri ve siyaset yapma biçimlerini yeniden yorumladılar. Onlarla olan ticari ve kültürel ilişkilerinde onların kendilerine yaptıkları gibi kapalı davranmadılar. Davranamazlardır da. Ne var ki günün birinde tarih değişmeye başladı. Bu hor ve hakir görülen batıl öteki bir anda garip bir tehdit haline gelmeye başladı. Giderek ilerlediler ve bu durum savaş meydanlarından bilimsel katkıya, sanatsal gelişmelerden ticarete kadar her alanda onlar lehine açık ara bir fark yaratmaya başladı.


Kitap, işte tam bu noktada Müslüman Ortadoğu’nun verdiği cevapları konu ediyor. İşin merkezindeyse elbette Osmanlı ve Türkiye var. Bu coğrafyanın insanları, epey zamandır dönüp dönüp “hata neredeydi?” sorusunu soruyor. Her ülke ve hatta her Müslüman, bu sorunun gölgesinde, inancını sorgulamıyor belki ama bir şeyleri sorgulaması gerektiğini bilerek yaşamını sürdürüyor. Tam bir varoluşsal irade gösteremiyor. Tereddütler, kızgınlıklar, sürekli karşılaştırmalar ve kendini var etme çabası kolaylıkla gözlemleniyor. Lewis bu durumu şöyle anlatıyor: “Gelgelelim soru ve ardından verilen cevaplar nasıl ve ne şekilde olursa olsun, bunların artan bir ızdırapla, çoğalan ısrarla ve son dönemde de dolup taşan öfkeyle ifade edildiği aşikârdır.” (s.9). Çünkü, “Sorgulamak, endişe duymak ve hatta öfkelenmek için ortada iyi bir sebep var. Yüzyıllar boyunca İslam dünyası insan uygarlığının ve başarılarının ön safında yer alıyordu. Müslümanlara göre İslam’ın sınırları uygarlığın sınırlarıydı ve bunun ötesinde sadece barbarlar ve kafirler vardı.” (s.9).

Öyle görünüyor ki bu öfke bugün bir yol ayrımına gelmiş durumda. Hata neredeydi sorusu “ustalıkla” sorulmuş bir soruydu ve Müslümanların kendilerine bakmalarını engelleyici bir yan da taşıyordu. Nesnel nedenleri ima ediyordu ve öznel ya da içsel, zihinsel nedenleri dışlıyor, uzaklaştırıyordu. Soru, kimin ya da neyin hatası değildi çünkü, hata neredeydi. buna göre, cevap da orada bir yerlerdeydi ama bulunamıyordu, durmaksızın aranıyordu bu yüzden.

Sanılanın aksine, özellikle Osmanlı çok büyük ölçüde yerli yerindeydi. İşler eskiden nasılsa yine öyleydi. Bu anlamda bir gerileme yoktu fakat Avrupa karşısında yenilgiler de üst üste geliyordu. Tam da bu yüzden, Ortadoğu’nun genelinde hata neredeydi sorusu yerine “Bunu bize kim yaptı?” sorusu soruluyordu, Buna karşılık, “Tarihlerinde en büyük krizle yüz yüze gelen Osmanlılar farklı bir soru sordu: ‘Hata neredeydi?’” (s.32). Bu soru o günden bu yana da etkisi dinmeyerek devam edegeldi.

Bilindiği gibi bu sorunun cevabı ilk olarak askeri ve mülki anlamda gerekli yenileşmelerin yapılamayışında arandı. Sonra kurumların reform ihtiyacı gündeme geldi. Ardından, bilimsel alandaki geri kalmışlık sorgulandı. Bütün bu değişimlerin ardındaki düşünce, yapılmak istenilen, Batılılaşmadan, yani Hıristiyanlaşmadan modernleşmekti. Bu nedenle, kültürden ve Batılı yaşam tarzından, değerlerden hep uzak duruldu -durulmaya çalışıldı. Hata neredeydi sorusunun cevabı ihtişamlı dönemlerdeki inançtan uzaklaşmak olarak görüldü uzun süre.

İslam inancında, onun ürettiği dünya görüşünde en ufak bir sorun yoktu ama burada da yine mesele nesnelleştirilerek dışsallaştırılmıştı. İslam inancı yerli yerinde dursa da onun algılanma ve hayata geçirilme biçimlerinde çok önemli değişiklikler olmuştu. Toplum değişmiş ve hayat yepyeni biçimler almıştı. Kırılmaz bir güven döneminin ardından gelen sarsıntı ve tereddütler, kendinden şüphe etmeler, “inanca olan inancı” zayıflatmıştı belli ölçüde. Ancak çare eski güzel günlere geri dönmek olamazdı çünkü geride kalmanın nedeni her şeye rağmen inancın zayıflaması değildi. Bundan sonrasıyla ilgiliydi. Yani, inancınızın sizi nereye götürdüğü, meseleleri görme biçiminize ve zihniyetinize olan etkisiyle ilgiliydi.

Buna bağlı olarak bir süre sonra modernleşme çabaları yerini yeni sorgulamalara bıraktı. Acaba Batılılaşmak da mı gereklidir sorusunu sormak gerekti. II. Mahmut dönemi bu sorunun en güçlü sorulduğu dönemdir. Batılı usuller, kıyafetler, yaşama biçimleri kendini göstermiştir. Fakat soru bir türlü cevabını bulamıyordu. Adeta havada asılı kalmış, her nefes alışta karşılaşılan bir etkiye sahip olmuştu. Çünkü fark bir türlü kapatılamıyordu. Ne yapılsa olmuyordu. Ara giderek açılıyordu. Buna bağlı olarak Abdulhamid dönemi yeniden eski cevabı gündeme getirdi; Batılılaşmadan modernleşmek, eski güzel günlere dönmek ve İslam’a sıkıca sarılmak tek çareydi. İttihatçılarsa aksi görüşteydi. Cumhuriyet işte bu tartışmaya biri olmadan ötekinin mümkün olmadığını, yani Batının kültürüne sahip olmadan modernleşmenin mümkün olmadığını açıktan söylemese de kabul etmek zorunluluğunun bir sonucudur.

Burada Batılılaşmak da sadece hayatın dış yüzü ya da şekli işleyişinden ibaret değildir; kadınların eşit biçimde her alanda var olmaları ya da toplumsal ve siyasal alanın yeniden biçimlendirilmesi gibi salt şekle indirgenemeyecek unsurlar da söz konusudur. Sonrasında Demokrat parti ile yeniden “taklitçi” Batılılaşmadan vazgeçilerek gücünü kendi köklerinden alan bir modernleşme tezi savunuldu. Demokrat Parti döneminde Mümtaz Turhan’ın modernleşmenin ardındaki asıl neden olarak ileri sürdüğü “ilim zihniyeti” ve çözüm olarak önerdiği zihni dönüşüm son derece ilginçtir çünkü belki de ilk kez olarak zihniyetle bu kadar güçlü bir bağ kurulmaktadır. Sonuç olarak, her iki tarafta da tek başına modernleşmenin mümkün olmadığı anlaşılmış ama ne yapılmalı konusundaki kafa karışıklıkları giderilememiştir. Bütün bunlar oldukça kararlı şekilde gerçekleştirilse de soru varlığını sürdürdü. Bugün hâlâ sürdürüyor. Zaman zaman birinci grup zaman zamansa ikinci grubun cevabı daha etkili ve baskın olsa da bu dinmek bilmeyen tartışmanın içinde soru yerli yerinde duruyor; hata neredeydi?

Lewis’in buna verdiği cevap, basitçe söylemek gerekirse İslam dünyasının Avrupa’nın yükselişinin arkasındaki düşünsel, zihinsel, felsefi ve hatta inançsal olanı tam olarak kavrayamamasına dayanır. Burada şu da söylenebilir ki Müslümanların kendi dinlerine olan “aşırı inançları” eleştirel düşünceyi büyük ölçüde baltalarken Hıristiyanların kendi dinlerine olan aşırı eleştirellikleri yeni bir inancın ve felsefenin doğmasını sağlamış, aydınlanma ve yenilenme süreçleri Avrupa’nın zihnini adeta yeniden oluşturmuştur. Bu nokta da bir şekilde yakanlanmıştır aslına bakılırsa ama sorunlu bir biçimde: “Müslümanlar Hıristiyanlığı, İslam’da mükemmel halini aldığı gerçek inancın eski ve tahrif edilmiş biçimi olarak atfetmeye alışkındı. Geriye gidilerek ileriye gidilemezdi. Dolayısıyla Batı dünyasının yakaladığı muazzam üstünlük din veya dinin bir parçası olan kültür haricinde başka koşullara bağlı olmalıydı. O zamanın Batılısı -ve bugünün birçok Müslümanı- bilim ile felsefenin bunu sağladığını söyleyebilirdi.” (s.59). Sorun, İslam’a olan inancın zayıflaması değil tam aksine aşırı inançtı; insan sadece inanarak yaşayamaz çünkü düşünmesi de gerekir ve aşırı inanç düşüncenin oluşamamasının yarattığı marazi bir bağlanmadır.

Lewis, “Müslümanlar, Batı’yı Batı yapan, kendi tecrübelerinden çok farklı kılan özelliklerde Batı’nın başarı sırrını aradı, Hıristiyanlığa bulaşmadı.” (s.59) dese de gerçekte her şey Hıristiyanlıkla ilişkili olmaktan hiç çıkarılamadı. Batı her zaman bir Hıristiyanlık kulübü olmaya devam etti ve analizlerde bunun güçlü etkisi hep belirleyiciliğini sürdürdü. Bu nedenle de Hıristiyanlık dışı gelişmeler kendi nesnelliği içinde bir türlü anlaşılamadı. Bir anlamda, Batılıların “yeni dini” ve bilimsel ve diğer alanlardaki başarıları eski ölçülerle ele alınmış ve ampirik gerçeklik kabullenememe neticesinde yeniden şekillendirilerek tahrif edilmiştir.

Osmanlılar, “Savaş ile tıp sahasında kafirlerin biliminin ürünlerini almayı kabul ediyorlardı çünkü kafirlerin bilimi zafer ile mağlubiyet, yani hayat ile memat arasında fark yaratıyordu. Ancak bu bilimsel başarıların altındaki felsefe ve sosyo-politik bağlamı kabul etmek, hatta kimi zaman fark etmek zor olmuştur.” (s.96). Osmanlılar, sosyo-politik bağlam ve felsefeye eğilmektense oldukça pratik ve pragmatik davranıyorlardı; “On altı, on yedi ve on sekizinci yüzyıl çevirileri arasında hiçbir felsefe eseri yoktur; felsefe artık yararlı olarak kabul edilmiyordu. Platon ve Aristoteles’in eserlerinden zaten çevirmeye değer her şey çevrilmişti; kafirlerin sonradan ortaya koydukları düşüncelerin herhangi bir kıymeti olamazdı. Osmanlılar, kendileri için açıkça pratik önem taşıyan coğrafya üzerine çalışmaları; Batılı biçimde modernize edilen bir ordu için bilhassa faydalı olacak bir miktar askeri literatürü ve Ortaçağ çevirilerinde görünmeyen yeni bir eser türü olarak tarih kitaplarını çevirdi. Osmanlılar için felsefe olmasa da tarih faydalıydı.” (s.162).

Sonuçta bu soru bir türlü cevaplanamadı ve bugün hâlâ oldukça geçerli bir eksiklik olarak ötekini kendi kavramlarıyla ve kendi içinden anlayamama, gerçeği kabullenememenin yarattığı bilinç-dışı tahrif etme sorunu varlığını koruyor.
Madem bu kadar cevaplanamıyorsa belki de artık hata neredeydi diye sormak yerine hatayı nerede yaptık ve yapıyoruz deme vaktidir!

- Advertisment -