Çayda, “çay bozumu”nda kalmıştık… Peşinen söyleyeyim ben çaya vefasızlık ettim.
Çaylar mı bozuldu, ben mi değiştim, yoksa hayat mı… Bilemiyorum.
Çayla arama giren mesafe biraz kendiliğinden, çokça çayların bozulmasındandı sanıyorum. “Uyanınca bir bardak”a döndü, kıdemli ilişkimiz. Aramıyorum… Rakı da biraz öyle epey zamandır. “O da kahvaltıda bir bardak” demiyorum tabii.
Rakı yine de uzun, keyifli sohbetlerin, o “mahlenin yakışığı” elbet. Hem İkinci Yeni edebiyatçılarının o efsane “Ölmeme Günü”nün ana fikri, mirası, rakısız yaşatılmaz. (¹) Rakı insanı hep gezdirir ama o seyahat “ölmeme” fikrinden başlayınca devriâlem oluyor.
O masada her fani ölümü değil hayatı tadıyor esasen. “Günahı” da oradan geliyor; hayattan, hayatı tabusuz/tabutsuz tatmaktan... Mesela “rakı içen öldü de, su içen ölmedi mi?” gibi zihni sinir sorulardan… Böyle her genelleme gibi tehlikeli genellemelere de o yüzden, o masada harcıâlem (o âlemin harcıyla) bakıyor faniler. (Zorunlu Kamu Spotu: Alkol, sigara ve hayat sağlığa zararlıdır.)
Meyhanede “gece çayı”
Çaydan söz ediyorduk galiba. Olsun, çay ve rakının bile bir illiyetini buldu bizim kuşaklar. Ben çayla-kahveyle rakı içmem ama rakı masasında çayı seven de çok… Eskiden Türk Kahvesi’yle gelirdi final, çay istesen “rakı adabı” nezdinde epey tuhaf kaçardı doğrusu. Aslında farklı tercihlerin, yeniliklerin rakı masası gibi bir ortamda bile tuhaf kaçması tuhaf.
O nedenle (de) rakı adabına, o fiyakalı külliyata dikkatli, mesafeli yaklaşmak lazım. Kalkıp o şölene, muhabbete de tabu, hatta kibir bulaştırmasın. Oraya da “Rakı öyle içilmez azizim”i, “Rakıyla o olmaz, bu uygun düşmez mirim”i sokmasın. Bari orada rakının da sultanı, otoritesi olmasın. Bi rahat bırakın, değil mi?
Bırakınız gönlünce, keyfince tadını çıkarsınlar, yanında neyi, nasıl isterlerse onu yesinler, içsinler… Bu mevzuda “Laissez faire, laissez passer”, meyhanelere duvar aforizması olmalı bence. Hem “meyhanede gece çayı”, bize, rakının bizdeki maratonuna özgü… Maksat rakı ulusalcılığı ise böyle ayrıntılar da hoş görülmeli, üstadım.
Çay bardağında kahve
Neyse… Çaya uzaklığım, damak tadıyla, belki hayat tarzıyla da ilgili. Aradığım, hatırladığım tadı, keyfi bulamıyorum artık çayda. Belki çaydan çok, o keyfi yaratan, birbirine eşlik eden günlerin geride kalmasından. Varsa sitemim, hem çaya, hem kendime yani.
Çay yerine başka bir şey içmem şart elbette. Nescafe’yle gençliğim dışında hiç anlaşamadığım için o da bir alternatif değil. Ben de yıllardır fincanda soğumasın, gözüm de doysun diye, camı incecik ama boylu-poslu çay bardağında sade Türk Kahvesi içmeye başladım. Güzel geldi.
Her türlü içecek türünü, içme tarzını üzerinde deneyen bir ahbabımız var. Ona söyledim hemen… Çoktan biliyormuş. Bilmediklerimi de öğretti… Çay bardağında içilen kahveye Ege’de Süvari, Akdeniz’de Tarz-ı Hususi deniliyormuş. Zaten o unvanları öğrenince denemiş. Tarz hovardasıdır oldum olası… Üzerinde pek eğreti de durmaz aslında. Belli, çalışıyor tarzına.
İçme tarzının cazibesi
Bu afili lakapları görünce, Facebook’da “Hangi birini yazsam acaba?”yla boş bıraktığı “Hobiler” kısmını doldurmuş anında: Hususi tarzlar edinmek, Çay bardağında kahve içmek, Süvarilik… Takipçi sayısı “dıgıdık dıgıdık” koşturmuş, -sosyal medya normuna göre- normal olarak. Örümcek bağlayan Messenger’ı, kapı duvar sohbet odaları tıklım şıkıdım… Kime “Bir kahve içebilir miyiz?” dese, yanıt aynı: “Çay bardağında olacaksa elbette…” Yani herkes uzun uzun tanımak istiyormuş onu.
Gerçi ilk ikindi randevusunda, garson teşrif etmeden, “Biliyor musunuz, çay bardağında rakının da tadına doyum olmuyor” mealinde tezcanlılığı, ortamı germiş biraz. Hissettiğim kadarıyla an’arkadaşlıkları, meyhaneye gidememiş. Çay bardağında içileniyle kahve falı da bakılamadığından… Sonuç hüsran. Bırakmış Türk Kahvesi’ni…
Gerçek hikâye hayaldir
Eh ömür de “cafe”de Don Macchiatto (lekeli), Don Freddo (soğuk) gibi gangster isimli kahve çeşitleriyle, “Hey mambo, mambo Italiano”yla geçmez ki… Hop yeni tarzların, mekânların peşine. (Bu hikâyeyi biraz uydurdum aslında… Kılık kıyafetini yazıya uygun düzenledim, arkasına da manzara koydum. Ama gerçek bir hikâyedir bence. Zira Boris Vian’ın “Günlerin Köpüğü”nün girişindeki gerçeği bana daha güzel, daha eğlenceli geliyor: “Anlattıklarımın hepsi gerçek bir hikâyeden alınmıştır. Çünkü başından sonuna kadar ben hayâl ettim”…
Dünya hâli… Gazozun, kolanın ardından, Oralet vs. ile “meşrubat tarihi”ne, oradan çaya uzanan yazı dizimin 14. Bölümü’nde az biraz dünyadaki duruma da göz atmak gerekiyor. Ki “Huylu İnsan”ın tarihinde çayın “sallanan” yeri bize özgü sanılmasın. O nedenle geçerken, dünyanın çayına da uğrayacağım.
Çarlık Rusyası bize benziyor
Çayın kültürü mâlûm; beş bin yıllık tarihiyle ülkelere, sosyo-ekonomik koşullara göre çok değişiyor. Ama Rusya’da çay geleneği, bize benziyor. Stalin-Putin Rusyası’ndan değil de saltanatı, tarihiyle bizi daha derinden andıran Çarlık Rusyası’ndan söz ediyorum. Yoksa “Benzemez kimse sana, tavrına kurban olayım /Lütfuna erişmek için, söyle perişan olayım”, yani.
O dönem Rusya’da da çaydanlık ocağın, ateşin üzerinden hiç kalkmıyor. Çaykolik Ruslarda da kıtlama, bir parça sert (özel) şekeri damağa alarak çay içme tarzı var: “Şeker ağızda yalnızca bir ziyaretçidir, çaya kenarından, uzaktan bulaşır. Çayı kim şekerle karıştırır ki?” Rusya’da çayın hayatın içindeki yerini, vazgeçilmezliğini de öfkeyle Maxim Gorki vurguluyor bize: “Lanet olsun! Bu evde çay da mı yok?”
Bunu Tolstoy’un romanlarında tren yolcularının, yanında kâğıda sarılı çay yaprakları, sarımsı kelle şeker ve kalın bir cam bardak taşımalarından da anlıyoruz. Çaynik denilen küçük bir ibriğe çay yaprakları, sıcak su koyuluyor, hemen her istasyonda üzerine sıcak su ilave ediliyor. O katran tadının adını ise Batılı gezginler iki kelimeyle koyuyor: “Despot Çayı”.
Rus tarihine Lipton bakışı
Orta Asyalı hemşehrimiz semaver de törenin ana parçası… Semaver 1778’de Urallarda icat edilmiş; “kendi kendine kaynayan” anlamında “sama” ve “varit” kelimelerinden türemiş. Şimdi “trrrum, trak tiki tak” çay makineleri var tabii. Ama çaydanlığı-demliği sırçadan da olsa, tadı tutmuyor. Camından seyretmesi ise zevkli, 3-6 yaş laboratuvar deneyi gibi…
Rus çayının fiyakası, podstakannik denilen çay kupasıyla tamamlanıyor. Tam çevirisiyle “Camın altındaki tutucu şey” anlamıyla podstakannik, işli, süslü, armalı metal ya da gümüş bardaklık. Camdan çay kupası içine yerleştiriliyor. Ancak Çarlık’ı simgeleyen gösterişi, daha sonra yerini “teneke zarâfeti”ne bırakıyor.
Gerisini merak edenler, Rus çay geleneğinin ayrıntılarını İskoçya asıllı İngiliz Lipton’dan öğrenebilirler. (Espri yapmadım.) Lipton’un Türkiyelilere özgü sitesinde enternasyonal bir hüsnükabulle, “Rusya’ya gittiğinizde ya da Rus misafirleriniz olduğunda uyabileceğiniz ipuçları” var. Şeytan yine ayrıntıda gizli galiba…
Çay lav yu…
İngiliz kraliyet seremonisine gelirsek… Önce Malumatfuruşluk yapmalıyım. Koloni kibriyle bir zamanlar her kıtada demlenen soylu, dakik “Beş Çayı (Five O’Clock Tea)”, kaynaklara göre aslında başlangıcı değil süreci tanımlayan daha esnek bir deyim. Çoğu kaynağa göre o niteleme, “İngiliz” de değil. “Afternoon Tea (İkindi Çayı)” yerine “Beş Çayı” nitelemesinin ana dili İngilizce olmayan ülkelerde kullanıldığı vurgulanıyor. (Az sosyal medya gayretiyle, biz “İkindi Çayı” diyebiliriz yani)
İngilizler için herhalde en tatsızı ise Boston’da karşılaştıkları çay partisi… Tarihe “Boston Çay Partisi” olarak geçen olay, 1773’te Boston Limanı’nda yaşanıyor. Amerika’daki yerleşimciler, yüksek vergili çayı ve Büyük Britanya’yı protesto etmek için İngiliz gemilerindeki tonlarca çayı Kızılderili kılığına girerek denize döküyor.
Bu olayın hatıra çay kupaları bugün Boston limanında 5.99 dolara satın alınabiliyormuş. Tarih, “antika” değeri taşımazsa, ucuzluyor bir süre sonra. Ne yapsan, nasıl taklit etsen, hatta şehrinin tüm saltanat kapılarını Osmanlı imitasyonu, kapıkullarını cengâver yapsan boş…
Bir bardak çayda fırtına
Bizdeki “Bir bardak suda fırtına” deyimi, İngilizce’de de “A storm in a tea cup” olarak var. Kim kimden almış, bilmiyorum. Böyle mevzularda merakım, hevesim yok. Öyle hevesler genellikle iyi yerlere gitmiyor. Deyim Boston olayını hatırlatıyor ama Stephen Reimertz “Çayın Kültür Tarihi’nde meseleye dair daha eğlenceli kılacak ipuçları veriyor.
“İngiliz evlerinde çay içmek için iki ideal mekân vardır; şöminenin önü ya da İngiliz evlerinin karakteristiği pencere cumbası… İngiliz çay davetinde en az iki masa hazırlanır: Ev sahibesi çay gereçlerini ve çay fincanlarını, birinci masada, elinin altında bulundurur. İkinci masada ise tabaklar ve çay eşlikçisi leziz lokmalar yer alır.
Ayrıca misafirlerin fincanlarını bırakabilecekleri küçük çay sehpaları göze çarpar. Çay sohbeti, çay tepsisi, tekerlekli çay partisi servis masası, porselen çay demliği, çay takımı, çay kaşığı, çaydanlık örtüsü gibi çay gereçlerinin hepsinin ayrı bir adının olması bile Kıta Avrupalısını şaşırtacak derecede ayrıntılıdır.” Kısaca İngilizler, bir davet arifesinde “çay fincanında yarattıkları fırtına”yı gündelik hayata da ayrıntılarıyla geçirmişler. “Hadi bir çay içelim” desen, töreni ev düğününden beter.
Tablodan hayat uydurmak
Almanya’da, gece gündüz bira içildiği varsayılan o ülkede de çayın köklü bir tarihi var. Goethe ve Schiller 200 yıl önce muhabbetlerini çay vasıtasıyla derinleştiriyorlar. 19. Yüzyıl’ın başlarında çay Alman burjuvazisinin, entelektüellerinin de gözdesi: “Masaya kurulup çay içtiler /Ve bol bol aşktan söz ettiler /Estetikti beyler, /İnce ruhluydu hanımlar /Kontes hüzünle konuştu: /Aşk bir tutkudur /Ve şefkatle uzattı, /Baron’a çay fincanını…”
Öyle anların başka kesitini, yukarıdaki resimde, Alman ressam Otto Goldmann’ın 1887’de yaptığı “Çay masasında sohbet keyfi” tablosunda da görüyoruz. Ben çok etkilendim. Orada hâlâ okuyabileceğimiz, tanıdık bir hayat var. Tam 134 yıl önce böyle içmişler çaylarını, Goldmann’a model, ilham olmuşlar. Hepsinin bakışları bugün de ayrı ayrı konuşuyor.
Almanya’da “görücü çayı”
Uydurayım kendimce hikâyesini… O tabloda çay, “görücü kahvesi” gibi hayırlı bir sohbetin vesilesi. Herkesin dikkati, ilgisi evin büyük kızında… Baba ayakta… Karşısındaki kızına, muhtemelen yanındaki damat adayının izdivaç teklifini iletiyor: “Bu beyefendi seninle evlenmek istiyor…” Evin biraz geçkin büyük kızı “Ben mi, benimle mi…” diyor parmağıyla kendini işaret ederek. Belli hayretle yoğunlaşan bir sevinçle kabul edecek.
Anne “Hadi kabul et, kabul et…” hevesini, onayını hiç gizlemeden bakıyor kızına. Evin küçük kızı biraz kıskanmış bu durumu… Özeniyor, eğreti tebessümüyle örtmeye çalıştığı haset var onu süzüşünde. Ama zararsız bir küçük kardeş psikolojisi; ablası hep takdir edilmiş zaten. Damat adayı hayran hayran süzüyor müstakbel zevcesini, çayını kabul edileceğinin huzuruyla yudumluyor. Hâli vakti yerinde ama bıkmış bekârlıktan; pantolonunu tek kişilik yatağının altına sererek üstünkörü ütülemiş.
Kütüphaneleri evin kızlarının okumuş çocuklar olduğunu gösteriyor. Kızın ailesi ise belki 1873’deki ekonomik buhranla varlığını büyük ölçüde kaybetmiş. Salon denilemeyecek küçük odadaki yemek masasının sandalyeleri, çay fincanları takım değil zira. Zamanla kırılanlardan elde kalanlar… Şallara bakılırsa ev de biraz soğuk. İşte öyle bir şey bence.
Almanya’ya çayda turist kıyağı
Almanya’daki çayın ta oralardan kalkıp da bizim canımızı sıkması, sosyal medyada bir bardak çayda fırtına koparmasıysa, üç yıl önceye rastlıyor. Aralık 2017’de iktidara göbekten bağlı olmayan bir kısım medyada “Çay-Kur’un Almanya fiyatı sosyal medyayı salladı” haberleri var. İddiayı aktaran fotoğraflı habere göre, Turist Çayı’nın (ismi de tam oturmuş) bir kiloluk paketi Almanya’da 2.49 euro (O günkü kurla 9.5 TL), Türkiye’de ise 25.90… Yalanlamalar, açıklamalar sonunda mesele, “O market müşteri çekmek için o fiyatı koymuş olabilir”e bağlanıyor. Hem kökü, hem kendi dışarıda bir market anlaşılan…
AA da boş durmuyor tabii. O iddiaların hemen ardından Türkiye’de en çok çay ihracatının Almanya’ya yapıldığını duyuruyor. AA’nın kısaltmalı adına bir “A” daha ekleyerek hayret uyandıran, yerel seçimlerde zirveye oturan böyle düzeltme çabaları takdir sebebi de, aklımda sosyal medyadaki o iddiaların etkisiyle “Eh bu kadar ucuz olursa…” mırıldanması kalıyor.
Haftaya bir Çin deyişindeki “Bir cinayet bağışlanabilir, ama çay servisindeki bir kusur asla bağışlanamaz” ürpermesiyle, Uzakdoğu’dayız. Ardından da bizim pederşahbaz mitolojimize geleceğiz: “Demlik gelin, çaydanlık kaynana, ortadaki bardak evin oğlu, çay tabağı da kayınpeder…” Bir bardak çayda fırtına, öyle geleneklerle sürecek.
(¹) “Rakı içtiğin gün ölmezsin”: Bu konuda biraz farklı iki hikâye var ama 26 Mart 1981 “Dünya Ölmeme Günü”nün temelinde Cemal Süreya’nın “Ertesi gün için bir şey diyemem ama rakı içtiğin gün ölmezsin”i yatıyor. Her yıl 26 Mart’ta İkinci Yeni edebiyatçılarının bir bölümünü buluşturan gelenek, Turgut Uyar’ın 22 Ağustos 1985’de ölümüyle son buluyor. Geriye Cemal Süreyya’nın ona ithaf ettiği dizeleri kalıyor: “Ak odada oturur /Kapısı penceresinden çok /Gözlerinde yıldızlar /Serin yerde durur /Bir elinde kadeh /Öbürünü yarasına bastırır /(…) Öldüğü gün /Hepimizi işten attılar.”